Etgar Keret'le söyleşi: "En büyük düşmanım kayıtsızlık"

Açık Dergi
-
Aa
+
a
a
a

Dünyaca ünlü yazar ve sinemacı Etgar Keret'le hafıza, zaman, acı, empati ve kötülük üzerine söyleşi. Yazılı versiyon okunurluk gözetilerek geliştirilmiştir. Sesli versiyonu ise iki bölüm halinde dinleyebilirsiniz.

Evrim Altuğ (solda) ve Etgar Keret (sağda) Pera Müzesi oditoryumu koltuklarının üstündeler.
Görsel: Evrim Altuğ
 "Kendiniz olmaktan alıkoyan her şeyi es geçin!": Etgar Keret'le söyleşi
 

"Kendiniz olmaktan alıkoyan her şeyi es geçin!": Etgar Keret'le söyleşi

podcast servisi: iTunes / RSS

Sevgili Etgar, merhaba. Çağdaş sanat ve mimarlıkla ilişkinize değinerek başlamak istiyorum. Varşova’da bulunan Keret evinden bahsedelim. Bu proje yaşamınızla ya da geçmişinizle ilgili bir alegori mi acaba?

Varşova'daki Keret evi benim değil, mimar Jakub Szczęsny’inin girişimiydi. Jakub, iki hedefi olduğunu söylemişti; öncelikle hikayelerim gibi minimalist ama yine de işlevsel olabilecek bir ev inşa etmek. Duş ve mutfakla beraber içinde insanların yaşayabileceği ama olabildiğince küçük bir ev. Öte yandan Polonyalı kökenli olduğum ve büyükannem, büyükbabam ve amcalarım Holokost sırasında savaşta öldüklerinden Jakub mimari olarak buna özel bir şey yapmak istedi. Temelde İkinci Dünya Savaşı öncesi Varşova'nın o güzel evleriyle; hayli çirkin ve brütalist bir tür bina olan Stalinist evler arasındaki boşlukta yer alan bir bina inşa etmek istedi. Teorisine göre, Polonya sanatında ve mimarisinde savaştan sonra bir boşluk oldu; bu boşluk Yahudilerin Polonya sanat ve estetik sahnesindeki yeriydi. Yahudi hafızasının varlığını Varşova'ya geri döndürerek bir tür süreklilik yaratmak ve İkinci Dünya Savaşı öncesi bir mimari ile Komünist mimari arasında o boşluğu belli bir nicelikle hissetirmek istedi.

Evin, bu özel projenin, günümüz sorunlarındaki son dönemki meselelerin altını çizdiğini söyleyebilir miyiz? Bilirsiniz, benzerlerinde olduğu gibi, aşırı tüketim, yabancılaşma veya yakınlık...

Ev açıldığın küçük turlar yapılmaya başlandı. Dört kişilik bir gruplar halinde insanların eve nasıl da farklı nedenlerle geldiğini görmek oldukça ilginçti. Orada, sade bir yaşam için bir tür ilham kaynağı görmek isteyen insanlarla tanışabilir ya da Roman Polanski'nin filmindeki piyanistin karısı, Yahudilerin Varşova'ya geri dönüşünü kutlamak için gelenler gibi Holokost'tan kurtulanları görebilirdiniz. Ya da meraklı mimarlık öğrencilerine, hatta evin mimarisini merak ettiği için oraya gelen çocuklara rastlayabilirdiniz. İkinci kata çıktığınızda  o koca duvar, yürüyüş koridorları ve çocukların arasında rahatınıza bakabilirsiniz. Polonyalı çocuklar dar duvarların arasında “Örümcek Adam yap”  oyunu oynuyorlardı mesela. Yani, Holokost'tan kurtulan birini, çağdaş ve minimalist bir entelektüeli, Japon mimarları ve de onların arasında koşturan küçük çocukların “Ben Örümcek Adam'ım” diye bağırdığını görmek yürek ısıtan bir şey oldu benim için. Bu yüzden evin pek çok manası var, evet. 

Yazar, Keret evinde.

görsel kaynak: business insider

Edebiyatınızı bir caz klübüne benzersem ne dersiniz?  Kısa ve hayat dolu cümleler, hikaye anlatmanın aciliyeti, bir caz kulübü gibi; aynılık, deneyimlerin kendi benzersizliğinden ve farklı gerçekliklerin deneylerinden geliyor gibi. 

Evet, spontane bir şekilde yaratmaya gerçekten inanıyorum. Çok komik, dün bir etkinliğim vardı ve tercüman biraz heyecanlıydı. Söylediğim bütün cümlelerin başını çevirip, her seferinde "ne demiştin" deyip durdu. O an fark ettim ki, iki saniye önce ne dediğimi bilmiyordum çünkü bir tartışma içindeymişim gibi hissetmiyordum ya da konuşma yapıyormuş gibi hissetmiyordum kendimi. Sadece birileri bir şeyleri merak ediyor ve ben de onlarla onlarla birlikte akıyorum. Ne zaman ne söylediğimi düşünmek zorunda kalsam, aklımda gerçekten ne bir hacim ne de bir ağırlık oluyor. Aynı şeyi yazmak konusunda da hissediyorum; çoğu kez insanlar yazmaya kalktıklarında, paylaşmak için gerçekten önemli bir şeyleri olduğunu düşünüyor ve yazmayı büyük bir izleyici kitlesine yönelik bir sahne konuşması olarak görüyorlar. Oysa benim için yazmak, düşünülmeden yapılan bir şey. Aynı dişlerinizi fırçaladığınızda bunu alelade yapmanız ya da yemek yemek gibi. Ancak bu şekilde olduğunda, bütün katılıkları, egoyu atlatabilir, temelde sizi esir eden ya da kendiniz olmaktan alıkoyan her türlü teknokratik şeyi es geçebilirsiniz.

Mesela, bir film yapımcısı olarak diyebilirim ki en iyi oyuncular, rol yaptıklarının farkında olmayan oyuncular oluyor. Çoğu zaman bir şeyi gerçekten iyi yapmak istediğinizde biraz fazla hazırlanmışsanız, aslında daha az hazır olursunuz. Denizanası filmini yaptığımızda, aktrislerden biri Filipinli bir bakıcıyı oynuyordu ve kendisi gerçek hayatta da   Filipinli bir bakıcıydı. Film oldukça sorunsuz ilerliyordu, nerdeyse her sahneye tek seferde çektik. Filipinli de yapması gereken her şeyi yaptı ta ki birinin ona ismini sorduğu sahneye gelene kadar. O sahneyi 23 seferde çektik çünkü gerçek adını söyleyip duruyordu. Biri ona adını sorduğunda bir filmde olduğunu hatırlamıyor, öyle hissetmiyordu,. Çok içten ve hakikiydi, adama cevap vermek istedi, numara yapmak istemedi. Sanırım burası yazıda da aradığım türden bir yer. Samimiyetin ve hakikiliğin yeri. Bunu cazdan biraz farklı buluyorum çünkü cazda hep biraz entelektüel bulduğum bir şeyler var. Yazılarım bu anlamda daha çok blues müziğine benziyor. Acı ve rahatsızlıklarla ilgili... Yazmak benim için süper egonuzu bir kenara bırakıp reflekslerinizden, içgüdülerinizden hareketle bir şeyler inşa etmeye çalışmak gibidir. Dünya görüşünüzle değil, bir kokuyla, bir parça molekülle ya da kısacık bir cümleyle, yani neden olduğunu anlamadığınız bir reaksiyonla hikaye yazmaya çalışmak... Üzerine çok düşünerek değil, tam tersine daha az düşünerek... Başka pek çok şeyle birlikte yazmak, biraz daha az düşünmenin yolu benim için. Bunun takıntılı birisi olmamla ilgisi olduğu da kesin. 

Peki, şimdi de Sinek hakkında konuşalım. Farklı kaderlere aynı anda çarpmanın burukluğunu düşündüm bu eseri okuduğumda. İlginç bir psikolojik ve sosyal mesafe  anlatılıyor burada, bireylerde ya da karakterlerde bir çaresizlik var...  

Bu kitap, öleyazdığım bir araba kazasından ilhamını alıyor… Bu kazayı bir derse giderken geçirdim. Servis elemanıyla yolda önce bir şekilde konuşmaya çalıştık. Aynı bir  Trump destekçisi gibiydi; en sevdiği şey biftek yemekti, ben vejeteryanım. O beyzbolu seviyordu, ben kuralları bile bilmiyorum. Evet iyi biri gibiydi ve ben de çok naziktim ama gerçekten hiçbir konuda alakamız yoktu. 10 dakika sonra telefonumda mailler yazmaya başladım, müziği kapatmasını istedim - benim zevkime göre korkunçtu. Çok kibardık  birbirimize ama hiç iletişimimiz yoktu. Tabi kaza olunca, kendimizi birlikte ve acılar içinde hastanede bulduk. Kısıtlanmıştık. O yerden eğilip bir şey alamıyordu. Ben merdiven çıkamıyordum. Öyle olunca, birbirimize yardımcı olmaya başladık ve yakınlaştık. Farklı fikirlerimiz ve zevklerimiz olabilir ama hepimiz aynı şekilde acı çekiyoruz, diye hissettim. Bizi bir araya getiren şey, aslında acı. Ve eğer kaynağa inerseniz, o zaman burada gerçekten rahatlatıcı bir şey var: insanlar sizin felsefi teorilerinizi anlamayabilirler, ama acılar ve “ah”lar içindeyken, herkes sizin ne hissettiğinizi bilir. İnsanlığın temel içgüdüsü size yardım etmeye çalışmaktır. Yani, Sinek’i temelinde acı olan kitaplardan biri olarak düşünüyorum. Acı yoluyla yalnız olmadığınızı keşfedebileceğimiz gerçeğini anlatan bir kitap.

Acı aynı zamanda bir tür şenlik ateşi gibi hepimizi bir araya toplayan bir şey. Mevki sahibiyseniz insanlık yıldızları mı fethetmeli diye düşünebilirsiniz. Ya da komünist mi olmalı yoksa faşist mi? Lakin tüm bu mevkileri  kesip attığınızda, sonunda istediğimiz şey acıdan kaçınmaktır, istediğimiz şey budur. Aylar önce sokakta düştüm, burnumu kırdım. Başka bir durumda beni görmezden gelecek insanlar gelip bana yardım etti. Yüzümü temizlediler, konuştular, kendi kaza geçirdikleri zamanları anlattılar. Kırılganlığımızda ve korkumuzda insanlığı bir araya getiren şeyler var.

Farklı sanatsal zihinlere yaratımlarınızı kısa film olarak 'yorumlama' hakkını vermek nasıl oluyor. Onları nasıl serbest bıraktınız? Onları filmlerinizde, projelerinizde bir araya getirdiğinizde nasıl kontrol ettiniz ya da serbest bıraktınız?

Ders verirken öğrencilerime iyi bir hikaye ya da iyi bir sanat eserinin tanımı gereği her zaman onu yapan kişiden daha akıllı olması gerektiğini söylerim. Yani, bir hikaye yazdığınızda hikayeyi tam olarak anladığınızı yani, hikayeniz kadar akıllı olduğunuzu düşündüğünüzde, hikayeye bir IKEA mobilyası muamelesi yapıyorsunuz; ona tamamen teknik bir şey gibi yaklaşıyorsunuz demektir bu. Bir sanat eseri üzerine çalışmaya başladığınızda ne yapmak istediğinize dair bir fikriniz olabilir, ancak sonunda şaşırmanız lazım. Bence her hikaye size rasyonel yollarla ulaşamayacağınız bir şeyi anlatmalı. Bu yüzden benim için yazma girişiminin temelinde kontrolü kaybetmek var. Bildiğim bir şey varsa, çıkartmasını yapıp arabama yapıştırırım, Twitter'a yazarım ama hikayeler hissettiğim ama kelimelere dökemediğim şeylerle ilgili. Bu şeyleri de, umuyorum hikayenin yardımıyla ya da bir tür kontrol kaybıyla anlatmaya devam edebilirim.

Yazma sürecim için en iyi metaforlarımdan birinin güven olduğunu düşünüyorum. Çok Amerikan olacak ama, karşılıklı güven sorunu olan çiftlerin gittiği bir terapi var; çiftlerden gözlerini kapatmaları ve kendilerini geriye doğru bırakmaları isteniyor ve diğerinin onu havada yakalayacağına dair güvenmesi gerekiyor. İşte, ben de bir hikaye yazarken gözlerimi kapatıyorum, geriye bırakıyorum kendimi ve hikayenin beni yakalayacağına inanıyorum. Elimde sadece bir koku, bir cümle ya da bir durum oluyor belki, o kadar. Hikayenin ne hakkında olduğunu bilmiyorum ve diyorum ki bu hikayenin sorumluluğu. Ben sadece cümleleri yazıyorum, hikaye bir noktada konuyu devralacak. Ve bazen gerçekten de sonunda sevdiğin hikayeleri buluyorsun. Tabi, çoğu zaman yerde kafanda bir şişlikle uyanır, hikayenin seni yakalamadığını da görebilirsin, bir bakmışsın anlam ifade etmeyen bir sürü cümlen var. Olsun, eğer bilinç dışıma dokunmak, daha önce bilmediğim şeyleri öğrenmek istiyorsam kontrolü kaybetmeliyim çünkü kontrol bendeyken, uzayda zaten bildiğim alanla sınırlıyım.

etgar Keret kendi ağzını eliyle kapıyor.

Evdeki veya stüdyodaki özel eşyalarınızda eski bir anı bulmak gibi mi? Geçmişteki yaratıcı mirasınıza baktığınızda sizi şaşırtan şeyler oluyor mu? Eski hikayelerinden birini yeniden okurken ya da filmlerinizi yeniden izlerken mesela…

Evet, sanırım geçmişteki çalışmalarınızdan birini görmek, fotoğraf albümü alıp 20 ya da 30 yıl öncesinden bir gençlik fotoğrafına bakmak gibi. Çoğu zaman aman tanrım, ne korkunç bir saç kesimi diye düşünüyor insan. Ya da, küçükken giydiğim balıkçı yaka tişörtler, herkesin meme uçlarını falan görebildiği… Bunu neden giydin derler, ama aynı zamanda dünyanın o anda nasıl hissettirdiğine dair bir fikir veriyor bunlar. Ben zorunlu askerliğim sırasında yazmaya başladım. İncinmiştim, sinirliydim ve korkmuştum. Şimdi, orada yazdığım birçok hikayeyi okuduğumda, onları asla aynı o şekilde yazmayacağımı biliyorum, çünkü aynı duygulara sahip değilim ve hayatımı daha fazla kendi kontrolümde hissediyorum. Yani onlara baktığımda, bu adam şimdiki ben değilim diyorum ama o hikayeleri okuyarak asker olmak nasıl bir duyguydu, sisteme uymayan biri olmak nasıl bir duyguydu hatırlayabiliyorum.

Hikayelerinizdeki şiddetli sesin ilginç bir manyetizma etkisi var. Kafe ya da arabalı sinema gibi çalışıyorlar. Paylaşmak için çok ilginç bir kalbe sahipler, vur-kaç etkisi var. Hemen hemen her hikayeniz görsel ve okuyucular şöyle hissediyor: Vay be, ben ne yaşadım?  

Kendi adıma yazıda birden fazla veçhe görüyorum, ama ahlaki veçheden bahsedeceksek, ahlakçı olmadığımı söylemem gerek. Ben gerçekten, bir hikaye yazarken insanlara hayatlarını nasıl yaşamaları gerektiğini vaaz etmek istemiyorum. Benim gördüğüm kadarıyla, hayat çoğunlukla obsesif-kompülsif bir davranış. Bilirsiniz, temelde her zaman ve tekraren yaptığımız şeyleri yapıyoruz ve bunu çok endişeyle yapıyoruz. Çoğu zaman etrafımızdaki dünyayı görmüyoruz çünkü hayatımızı kafamıza takmakla meşgulüz. Bu yüzden iyi bir hikayenin yüzünüze atılan bir tokat gibi olduğunu düşünüyorum, aman Allah'ım ne oluyor, ben neredeyim dediğiniz türden hikayeler. Bir ideolojiyi desteklemek için değil, sizi tüm ideolojilerden kurtarmak ve kafanızı karıştırmak içindir hikayeler... Hayatın bir çeşit tabula rasa olarak görecek ve sonra, oh, hangi taraf yukarıda, hangi taraf aşağıda diyeceksiniz, çünkü çoğu kez kör noktanızda olduğu için hayatınızdaki çarpıklığı görmeden yaşıyoruz. Kafka'yı ilk okuduğumda hissettiğim duygu bu olmuştu. Ne yazdığını anlamadım. Ne demeye çalıştığını bilmiyordum ama böylesi tezat oluşturan, grotesk ve rüya gibi bir gerçeklikle karşılaşmak, etrafıma bakmamı sağlamıştı. Oysa Kafka var olmadan önce de bürokrasi vardı. Sadece bir isim vermemiştik çünkü bir bakıma fark etmemiş ve kabul etmiştik olan. Bu yüzden , okuyucumun dengesini bozmak istiyorum ben. Merhaba, okuyucularımın kalbine dokunan önemli metinler yazan önemli bir yazarım, demek değil; aman Tanrım, ben ne yapıyorum? Bunu neden yapıyorum? Bu karakter nereden geldi? dedirtmek istiyorum. Bu bir tür yolculuk ve kafa karışıklığı, amacım onuncu emre bir on birinci emir eklemek değil.

Tabula Rasa adında bir hikayeniz de var.

Evet, Tabula Rasa benim için çok ama çok önemli bir terim. İki kardeşim var benim. Onlarla birlikte büyüdüm. Ağabeyim, radikal bir solcu aktivist. Polise karşı birisi, uyuşturucuları yasallaştırılmasını savunuyor; dünya görüşünde özgürlükçü ve çok özel bir bakışa sahip. Kız kardeşimse ultra Ortodoks; on bir çocuğu ve elliden fazla torunu var, üstelik 60 yaşında bile değil. Annem babam, sağcı bir tür siyasi hareketi içinde yer almışlar. Bense liberal bir solcuyum. Temelde ailemle birlikteyken ideolojik farklılıklarımızı çok hissetmem. Babam hep derdi ki farklı görüşlere sahip olabiliriz ama hepimiz aynı yeri hedefliyoruz. Hepimiz iyi ve kibar insanlarız, kimseyi incitmek istemiyoruz. Hepimiz hayatımızı ve diğer insanların hayatını daha iyi hale getirecek bir çözüm bulmak istiyoruz, kız kardeşin bunu dua ederek başaracağını düşünüyor, ağabeyin gösteri yaparak. Ben bunu orduya destek vererek elde edeceğimi düşünüyorum. Ve sen orduya karşı gösteri yaparak, fark etmiyor. Gerçekten burada bir arka kapı var ve hepimiz aynı kapıyı açmaya çalışıyoruz. Her şeyin ideolojiyle tanımlandığı İsrail denen yerden geldiğim için - bilirsiniz siyasi görüşlerim için ölüm tehditleri ya da aileme yönelik tehditleri alabiliyorum - söyleyebilirim ki sadece benim gibi düşünenlerden oluşan bir kamp ya da kabile yaratmak değil çevresindeki insanlarla iletişim kurmaya çalışmam çok önemli. İdeolojinin üstünü kazırsanız gerçeği görebilirsiniz.

Kitaplarım İsrailli Araplar arasında popüler ama aynı zamanda yerleşimciler ve ultra ortodoks Yahudiler arasında da popüler. Türkiye'deki etkinliklere geldiğimde okuyucuların bir kısmı laik ama çoğu dindar Müslüman. Bu, tüm yazarlar için geçerli değil tabi. Bilirsiniz, İsrail'de genellikle yazarlar partiyi savunur. Bu yüzden kalkıp da lütfen bu partiye oy verin diyebilir. Bana gelince, çok politik olmama rağmen bunu yapmak istemedim, ben Zafer tanrıçasını temsilcisi değilim. Hikayeler yazarım, dünya hakkında ne düşündüğümü bilmek istiyorsanız, hikayelerimi okuyun. Ve eğer hikayelerimi okuduktan sonra Faşist partiye oy verirseniz, muhtemelen pek bir şey anlamamışsınızdır ama bu başka bir mesele. Benim söylediklerime göre oy vermemelisiniz, kendinizde bulabildiğiniz ve keşfedebildiğiniz şeylere göre oy vermelisiniz.

Şimdi bir magazin sorusu, stüdyonuz nasıl? Sadece bir kağıt kaleminiz mi var? Yoksa daha güne uygun, dijital araçlar mı var masanızda? 

Yaklaşık 30 yıldır aynı yerde yaşıyorum. Çok çok küçük bir daire ama komşularım için taşınmak istemiyorum. Eskiden yazdığım küçük bir odam vardı ama oğlumuz doğunca bu oda oğlumuzun oldu. Yani yazacak hiçbir yerim kalmadı. Mutfağa geçtim ama oğlan sürekli ben yazarken gelir, Baba gerçek hayatta önemli bir şey oldu, senin zırva gerçek hayatında değil deyip durdu. O şartlarda yazmak çok ama çok zordu. O sırada dairede iki tuvaletimiz vardı. Onlardan birini boşalttım. İçine küçük masayı koydum. Orada yazıyorum. Yani, benim stüdyom bir tuvalet.

Genellikle bilgisayarda yazarım çünkü heyecanlandığımda, elim çok titriyor. Ben yazarken şaşkına dönmüş gibi oluyorum. Durumlar hakkında yazarken çok garip ve tuhaf bir şekilde kendimi o yazdığım durumda gibi hissediyorum. Mesela diyelim ki birinin insanlardan kaçması ya da seks yapması hakkında yazıyorum, o zaman gerçekten, yaşıyorum bunları ve harfleri atlamaya başlıyorum. Bu yüzden bir bilgisayarda yazmam gerekiyor. Seyahat ettiğimde dizüstü bilgisayar falan almayı da sevmiyorum. O zaman telefonumda notlar tutuyorum… Taslaklar oluyor bunlar veya sadece bir tür öze. Sonra geliştiriyorum notları.

Hikayeleriniz aniden bir kapı çalınmış duygusu veriyor. Hikayelerinizin derinlerine inerken, şişme şeffaf balonlar gibi gözden kaybolup bittiğini hissediyor insan. Hayal kurmanın tuhaf bir kırılganlığı sanki...

Katılıyorum. Bence, kısa hikayeler yazdığında bir dünya yaratamazsınız. Anlık, kısa süreli duygu veya hissi yakalamaya çalışmamak gerek. Adlandırılamayan bir şeyi adlandırmaya çalışıyorsun ve bu şeyin doğası aslında, bilmiyorum, ormanda bir leprikon ya da Yeti'yi görmek gibi. Biliyorsun, o tiplerle oturup tavla oynayıp içki içemezsin.

Ormandan geçerken onları bir an için görürsünüz ve eğer o anı yakalarsanız, bu olabilecek en iyi şeydir. Sanırım hikayeler yazdığımda ve bir duyguya dokunabildiğimde, bir kelebeği yakaladığın gibi onu tutmak istemiyorum. Onu parçalara ayırmak istemiyorum. Ona sadece bir saniyeliğine dokunabilmek istiyorum. Ve bence bu, hikayelerin doğası gereği, bir tür buluşma oluyor ve - bazen tanımadığınız insanlarla yaşadığınız anlar gibi. Bazen sadece bir kez gördüğümü bildiğim insanlarla tanışıyorum. Onları bir daha asla göremeyeceğimi biliyorum ama o sırada onlara çok yakın hissettiğim ikinci bir Dünya açılıyor. Çocuğuma ya da karıma yakın hissettiğim kadar yakın hissediyorum. Bir saniyeliğine... O an için tüm hayatım boyunca onlarla yaşamış sanki onlar benim kardeşim, benim eşim, annem babam olabilirmiş gibi hissediyorum. Önemli değil ama böyle bir his var ve elbette bunun sürdürülemeyeceğini biliyorum. Bunlar hikayelerde yakalamak istediğim türden anlar ve onları sabitlemek aslında doğru yol değil. Ama onları tabi not etmek gerekir çünkü o andaki duygular asla sürmez.

Ve ayrıca hikayelerinizde tesadüfen bir Şabat masasına düşmüş gibi hissediyorum çünkü duygusal olarak tüm tatları ruhumda aynı anda yaşıyorum: hüzün, yaşam sevinci, samimiyet, bilirsiniz, çocuksu sakarlıklar, hayatın acısı vs.

Sanırım insanlarda bileşenleri birbirinden ayırmaya yönelik bir itki var. Çocukken tabağımdaki yemekleri ayırırdım; diyelim ki patates püresi, bezelye ve pilav var tabakta, bunların birbirlerine dokunmalarını istemezdim. Bence burada, bizimle ilgili, genel bir şey var. Diyelim ki birini seviyorsak ona zeki, yakışıklı deriz. O insanı özelliklerine ayırmaya çalışırız ama bence bu doğal değil. Oysa başta da söylediğim gibi, acı ya da başarısızlık başka şeylerle karışır. Hayatımda ne zaman benim için önemli olan bir şeyi kaybetsem, bu kaybın büyük üzüntüsü olur ama aynı zamanda şanslı hissetme hissi de vardır. Bilirsin, sevgilin seni terk ettiğinde paramparça olmuşsun gibidir ama yine de sevildiğin, sevdiğin ve biriyle birlikte olduğun için de minnettarsındır. Edebiyatta en sevdiğim cümlelerden birinin Faulkner'ın Wild Palms’ından, orada karakter şöyle söylüyordu: “hiçlik ile keder arasına girdiğinde, ben her zaman kederi seçerim”. Bir yazar, sanatçı ya da insan olarak benim en büyük düşmanım ne bir keder ne acı ne kötü düşünce ne de saldırganlık. Sanırım en büyük düşmanım kayıtsızlık ve bir tür hiçlik.

İsrail'de insanlar Holokost hakkında konuşmaya çalıştıklarında her zaman Şeytan'dan, kötülükten; sadece acı ve benzeri şeylere neden olmak isteyen bir takım insanlardan bahsederler. Oysa ailemin Holokost'a dair temel hissi gerçekten büyük bir kayıtsızlık sistemi içinde olmalarıdır. Onları esas etkileyen şey, insanların hiçbir şey hissetmediği ve duygularını görmezden geldiği, kotalarını doldurup eve erken gitmek istedikleri sistemdir. Bir tür empati eksikliği yani.  

Ben beş yaşındayken vejeteryan oldum. Bambi'yi gördüm ve aileme neden hayvanları avladıklarını sordum. “Biz onları yediğimiz için” dediler. Hiçbir hayvanı yemek istemediğimi ve bunu yapamayacağımı söyledim. Et gördüğüm zaman hayvanın acısını masamdaki yemekten ayıramıyorum. Şinitzel yiyip ona sadece şinitzel diyemiyorum. Şinitzel yediğimde aklıma bir domuz ya da bildiğiniz tavuk geliyor. Bir sanatçı olarak istediğim şey, benim sunduklarımı tüketen insanların da ayrıştırmalara kolayca başvuramaması. Her şeyi şakaya vurup, bu bağları görmekten kurtulamamaları. 

Etgar Keret

görsel kaynak: The Times of Israel

Piggy Bank’in önsözünde yazmak, insanın kendi kendini yormasıdır bir nevi diyordun. Halka açık bir tıbbi meditasyon...

Evet evet. Bildiğiniz gibi beni yazar yapan şeylerden biri, ailemin Holokost'tan kurtulmuş olması ve çocukluklarında çok acı çekmeleriydi. Tahmin edersin, mesela sevdiklerini kaybetmek… Biliyorsun annem, on yaşındayken kendi annesinin ve küçük erkek kardeşinin gözlerinin önünde öldürüldüğünü gördü. Bu yüzden çocukken onları hep kendi acımdan, korkumdan, üzüntümden korumak istedim. Benim için "kumbara" [piggy bank] metaforu biraz şöyle: Oraya attığın her bir bozuk paranın senin acıların ve ıstırabın olduğunu hayal et; ne zaman acıyı hissetsem, onu ​​kumbarama koyardım. Onu yutardım. Kumbara gülümsemeye devam eder ama acı içindedir. Bence bu tür acıları dindirmenin tek yolu kumbarayı kırmak, parçalara ayrılmak. Sanatın büyüsü, siz parçalara ayrılmadan, bir bütün halindeyken acınızın ve ıstırabınızın yok olmasına yaramasıdır. Örneğin, ailemin önünde asla ağlayamadım ama üzüntüm hakkında bir hikaye yazıp onlarla paylaşabilirdim ve bu iyi hissettirdi. Oradaki hüzün soyut, kurmaca. Gerçekte onların hissettikleri bir şey değil. Bu benim için gerçekten de kumbarayı kırmadan parayı çıkarma yeteneğiyle alakalı.

Peki, sözlerini David Polonsky’nin, imgeleriyle buluşturmaya nasıl karar verdin?

David Polonsky'le daha önce eşimle birlikte yazdığım bir çocuk kitabı üzerine bir işbirliği yapmıştık. Bence dünyanın en iyi çizerlerinden biri. Çok meşgul çünkü Waltz with Bashir ve The Diary of Anne Frank filminin animasyonunu yaptı. Bana hikayemi çok sevdiğini söyledi. Aslında bu hikaye yetişkinler için yayınlanmıştı ama ebeveynlerin çocuklarına okuduğu bir hikaye oldu. Yani resimli bir versiyon yapma fikri, hikayeyi çocuklar için daha erişilebilir kılmak içindi - hikaye her ne kadar biraz hüzünlü olsa da. Ve David dedi ki, ne kadar meşgul olduğum önemli değil, bunu yapmak için zaman bulacağım çünkü aklımda gerçekten bir fikir var. Bu hikayelerde pek çok insanı ebeveynleriyle olan ilişkisine geri döndüren bir şey olduğunu düşünüyorum (ebeveynleri hikayedeki baba gibi olmasa bile). Malum, daha çocukken, doğalında ilişkili olmadığınız bir değerler kümesine dahil ediliyorsunuz. Bu manada, benim için bu hikaye ev ile ilgili değil, okula gitmekle ilgili. Mesela ailem öyküdeki baba gibi değildi ama okula gittiğimde, önemli olduğunu anladığım bir değerler sistemini aşılamaya çalışıyorlardı bize. Bu bende bir refleks doğuruyordu. Bunu yapmak istemiyorum diye düşünüyordum

Üzerinde çalıştığınız neredeyse tüm hikayelerde, Ari gibi (hikayelerinizden biri), kamu düzeni ya da genel adalet adına sizin demokrasi paradigmanız ile görelilik kavramı arasındaki ilişkiyi eleştirinizle karşılaşıyorum. Farklı gerçeklikler birbirine çarpıyor, bir çatışma yaratıyor. Bana şu etkiyi veriyor: Peki adalet nedir? Peki demokrasi nedir?

Hikayeleri çok farklı şekillerde anlatabileceğimi ve farklı vurgular yaparak farklı gerçeklikler yaratabileceğimi biliyorum. Bu yüzden gerçeği yaşamak ve deneyimlemek isteyen her insanın elinden geldiğince gerçekliğin çok sesli doğasını kabul etmek zorunda olduğunu düşünüyorum. Biriyle tanıştığınızda mesela aynı şeyi yaşamazsınız ve sadece bunu kabul ederek daha iyi bir dünyaya bir adım daha yaklaşabilirsiniz. Temel olarak, insanların kendi hikayeleri olduğu gerçeğini dinlemek veya kabul etmek, her türlü empati için gerçekten bir gereklilik.

İşte, hikayelerimin çoğunda, bazıları daha sezgisel bazıları tanımlaması daha kolay olan çarpışan anlatılar var. Genellikle ben daha az popüler ve erişilebilir olan anlatılarla daha çok ilgileniyorum çünkü bunlar sizi tamamen tedavi eden anlatılar. Mesela, Suç ve Ceza’yı okuduğunuzda, bir katilin hikayesini okursunuz veya bir sübyancı hikayesini okuduğunuzu düşünün; edebiyatta ancak açık yüreklilikle karşılaşabileceğiniz türden bazı hikayeler vardır. Sokakta bir sübyancıyla tanışsaydım, onun hikayesini anlamaya çalışacak güvene, yeteneğe ya da bu güvenlik duygusuna sahip olmazdım. Sadece uzaklaştırılmasını isterdim. Çocuğumdan uzak durmasını isterdim. Ama edebiyatta yetenek şu ki çevremizdeki en korkunç şeylerin bile sonunda bir tür insan özünden geldiğini gösterebilir.
Anlatılanlar korkutucu olabilir çünkü hepimizin içinde zor bir taraf olduğunu anlarsınız. Aynı zamanda rahatlatıcıdır çünkü temelde bir diyaloğun mümkün olduğunu ve hepimizin ortak bir şeyi paylaştığını bilirsiniz. Star Wars filmindeki gibi kötünün kötü ve iyinin iyi olduğu bir durum söz konusu değil. Benim için bu, her iki tarafın da diğerinin Hitler gibi olduğunu iddia ettiği Rusya-Ukrayna çatışmasında çok açık. Hitler metaforu şu an çok baskın biliyorsunuz. Ukraynalılar Putin’in Hitler gibi olduğunu söylüyor. Neden? Çünkü Avrupa'yı işgal etti ve diğer insanları tehdit ediyor. Putin de onların Hitler gibi olduklarını söylüyor. Neden? Çünkü anti sosyalistler ve bu anlamda komünizmin en büyük düşmanları onlar. Aslında ikisi de haklı. Gerçek şu ki Putin korkunç birisi ama Hitler'le hiçbir ilgisi yok. Hitler'in ideolojisi ve heveslerinin Putin'le bir yakınlığı yok. Putin'in dünyayı fethetmek istediğini sanmıyorum. Bence Putin bildiğin bir tiran ve kendi tarafında işleri biraz daha iyi hale getirmek isteyen ve diğer insanları umursamayan bir zorba.

Aynı zamanda şöyle de düşünüyorum: her zaman bu türden olaylarda Star Wars hikayelerindeki gibi iyi ve kötüyü bulmaya çalışıyoruz. Birini kötü bir adam olarak konumlandırıyor ve onun diğer taraflarını görmüyoruz. Ben çocukken oldukça zor bir mahallede büyüdüm. Çok kavga etmek zorunda olurdunuz. Benim içimde de oldukça iyi bir dövüşçü vardı. Ailem Holokost'tan sağ kurtulanlardan olduğu için, kendimi savunmamı her zaman mesele etmişlerdi. Ama bazen dövüşüp kazandığımda, birini yumrukladığımda ya da tekme attığımda, ağlamaya başlıyordum çünkü içgüdüsel olarak onların acısını hissedebiliyordum.

Ve tabi bir rezalete dönüştü bu. Mahalledeki tipler kavgaları kışkırtıp durdu çünkü durumu komik bulmuşlardı. Birini dövüyor ve aynı anda ağlıyor olmam… Hayatta kalma mekanizmamız her zaman der ki eğer biri düşmanınızsa onunla empatiyi kesmelisin. Onda insani bir şey görmemelisin çünkü eğer görürsen tereddüt edersin ve etkili bir şekilde savaşamazsın. Bence bunu yeniden ele almalıyız. Birisiyle savaşabilirim, ona karşı olabilirim, ancak yine de onu insanlıktan çıkarmam gerekmez.

Çeviri konusu ne olacak? Bir başkasının tüm duygularınızı, kelimelerinizi veya tarzınızı almasına nasıl izin veriyorsunuz?
 
Meselenin çevirmenlerin kimliği veya kişiliğinden çok, dilin farklı bir şekilde işlemesi gerçeğiyle ilgili olduğunu bildiğinizi sanıyorum. Çalışmanız çeviri olarak her yayınlandığında, çevirmen tarafından yeniden yazılır. Örneğin İbranice'de, bir erkek, bir dişi “o” formu var, ama eyler için bir "o" formu yok. Mesela, sandalyeye bir erkek, masaya bir dişi gibi seslenirim. Hikayelerimden birinde, kocasının kendisini daha genç bir kadınla aldattığını keşfeden kadına daire gösteren emlakçı bir adam var. Ona daireyi gösterirken yavaş yavaş kadının neden kendisine geldiğini fark ediyor. Kadın kocasının sevgilisi için bir daire kiralamak istiyor, bu yüzden bir daire arıyor ama aynı zamanda kocasının sevgilisi hakkında bilgi almak istiyor. “Bana karşı dürüst ol, O [kadın] güzel mi?” diye soruyor. Emlakçı “O [apartman] sadece güzel değil, aynı zamanda kendi park yeriniz de var” diye cevap veriyor çünkü apartman terimi bir dişi formdur. İşte mesela bu, oradaki mücadeleyi göstermenin bir yolu; kdaın hem bir daire görmek hem de rakibinin kim olduğunu bilmek istiyor. Bunu İngilizceye çevirmek imkansız, bu yüzden yeniden yazmanız gerek. Bu ikilemleri, sorunları ve düşünceleri benimle paylaşan birçok çevirmen gerçekten beni onlarla birlikte baştan düşündüğüm bir konuma soktu. Hikayeleri o dilde nasıl işleyebilir? Ve çoğu zaman böyle düşünmek, hikayelerimi baştan düzenlemek gibi oluyor. Aslında, çeviri süreci  hikayeleriniz hakkında daha çok şey öğrenmenizi sağlıyor.

“Tüm yıl boyunca Eylül” hikayende, hava durumunu pazarlayan bir üst sınıf anlatıyorsun ve küresel ısınmayı anti-kapitalist bir yerden tartışıyorsunuz

Evet, temel olarak, gelecekte yeterli paraları olursa, insanların kendi iklimlerini yaratabileceklerini söyleyen bir hikaye bu. Yani fakirsen, sen yağmurdayken komşunun güneşi olacak. Bu durumun servet dağılımının insanlık tarihindeki en çılgın olduğu bir çağda yaşamakla ilgisi var. Bence Kral Süleyman, Jeff Bezos'un ve Elon Musk'ın sahip olduğu servetin yarısına sahip değildi. Böyle çılgın bir dünyada bazı kişiler neredeyse sonsuz miktarda paraya sahip. Esas fikir şu, bir zümre tam olarak şöyle düşünüyor: Paramla ne alabilirim? Büyük bir ev alabilirim, ün kazanırım, uzaya gidebilirim, Twitter’ı satın alabilirim ve bildiğiniz her şeyi yapabilirim. Peki parayla daha ne yapabilirim? Bu arada, NFT buna iyi bir örnek. Bilirsiniz, bir sanat eseri yaratabilirim ve biri der ki, herkes sanatı görebilir, ama ben sadece ona sahip olduğumu söyleyen bir kağıt istiyorum. Bunun anlamı ne? Hiçbir şey ama o kadar çok param var ki keşke Mona Lisa için bir NFT'm olsaydı… belki Mark Zuckerberg ile kahve içtiğimdehakkında konuşabileceğim bir şeyim olmuş olur. Yani bu “daha fazla neye sahip olabilirim fikrinden hareketle, şu anda zenginlerin sahip olmadığı tek şeyin iklim olduğunu söylüyorum, iklimi sürekli mahvediyorlar ama sahibi değiller [iklimin].

Çeviri: Ceren Demirci & Havva Doğan

Çeviri editörü: İlksen Mavituna