(ANISINA) Manuel Çıtak'la "ada sarhoşluğu" üzerine

Açık Dergi
-
Aa
+
a
a
a

Fotoğraf sanatçısı Manuel Çıtak, DEPO İstanbul’da yer alan ilk kişisel sergisi ‘islomania’ için Serdar Darendeliler eşliğiyle Açık Dergi'ye konuk olmuştu. Onu vefatının ardından saygıyla anıyoruz.

İslomania sergisinden Koi Balığı
GAPO
Manuel Çıtak'la "ada sarhoşluğu" üzerine
 

Manuel Çıtak'la "ada sarhoşluğu" üzerine

podcast servisi: iTunes / RSS

DEPO’da açılan yeni bir sergiyle Manuel Çıtak bize aslında çok kıymetli bir hediye veriyor. Bu hediye, aslında ‘Islomania’ adını taşıyor. Bu serginin küratörleri, Geniş Açı Proje Ofisi (GAPO) adına Refik Akyüz ve Serdar Darendeliler… Serginin en değerli hazinesi, ıssızlık sanırım. Yaban olma hali, erişilemezlik ve yabanıllık… Bu durumun kanaati, tercihi ve buna gösterilen rıza. Galiba biraz, doğadan, doğaldan yana olmaya gayret gösteren manzaralar karşımıza çıkıyor. Hiç de alışık olmadığımız yabanıllık, ıssızlıkta. Açık Dergi'de kısmi olarak yer verebildiğimiz söyleşimizin kaydına yukarki player aracılığıyla ulaşabilir ya da söyleşinin tamamı için aşağıdaki dökümü okumaya devam edebilirsiniz. 

    Öncelikle, hoşgeldiniz; sizden kendinizi tanıtarak, bir şekilde bu sergi ile ilgili ön bilgileri rica edelim…

    Serdar Darendeliler:

    GAPO ekibinden, iki parçasından biriyim. Uzun bir süredir birlikte çalışıyoruz ve bu serginin de küratörlüğünü üstleniyoruz. 

    Manuel Çıtak:

    İsmim Manuel Çıtak, uzun zamandır üzerinde durduğum bir projeydi bu. Biraz tesadüf, biraz da sevgili eşimin zorlamasıyla, bu sergiyi yaptık. Serdar ve Asena, ekibiyle çok yardımcı oldu. Böyle güzel bir işi birlikte yaptığımızı düşünüyorum…

   Fotoğrafın resim ile olan ilişkisinin altını tekrar çizen, çok kıymetli gözlemler ve belgeler ortaya çıktığı kanaatindeyim. Sanat tarihi, resim ve fotoğraf üçgeninde, bu sergiyi küratör ve sanatçı olarak siz nasıl yorumlarsınız?


    Serdar Darendeliler:

    Esasında, serginin katalog metninde biz bundan biraz bahsetmeye çalıştık. Manuel ve sergiden öteye, bu ‘ada’ meselesi ya da sanatçıların sanat tarihinde adayı nasıl ele aldıklarını, bu ıssızlık meselesini, her şeyden izole olma halini ele almaya çalıştık. Çünkü pek çok sanatçı, bunu deneyimlemiş ve eserlerine aktarmış aslında. Bizim de Islomania’dan haberimiz olduğunda, fotoğrafları gördüğümüzde Manuel’in gördüğü, hissettiği ve aktarmak istediği şey, tam da pandeminin en yoğun olduğu dönemlerde bize aslında çok fazla dokunmuştu. Herkes bir yerlere kaçıp uzaklaşmak, şehrin stresinden, karmaşıklığından tam da izole bir yaşam sürdürme peşindeydi o zamanda…

    Evet, senin de dediğin gibi resim sanatında veya edebiyatta yalnızlık ve ada, çok fazla ele alınan bir konu. Bir taraftan da bunun fiziksel olarak bir ada olması gerekmiyor. Bir yanıyla, uzak olmak durumu söz konusu. Manuel’in fotoğraflarında da bu durum var. İllaki bir ada olmak durumunda değil. Ama bu durumu veren bir coğrafyanın içerisinde olma hali çok fazla karşımıza çıkan bir durum. Sanırım, Manuel’in bu dönem fotoğraflarındaki yaklaşımında da ben bir izleyici olarak şunu çok fazla hissettim: Resimdeki ışıktan, rönesans resminden çok fazla etkilenmiş olmasının çok fazla katkısı var diye hissediyorum…


    Manuel Çıtak:

    Kesinlikle. Onun karşılığı olan bazı görselleri kafamda oluşturmaya, canlandırmaya çalıştım. Yani, ben biraz da kendimden bahsederek konuyu izah etmeye çalışayım. Daha önce yaptığım bütün çalışmalarda, aslında her şey çok anlık, spontan hatta şehrin kalabalığı, karmaşa ve kaosu gibi şeyler, aslında çok ön plana çıkardı. Fakat buradaki çalışma beni tam tersi bir tarafa yöneltti.

    Zaten Serdar’ın da söylediği gibi, şu anda hepimizin de hep pandemi vesilesiyle, hem de hayatın geldiği noktada hepimiz bir şekilde yalnız olarak bir yerde, izole olmayı tercih ediyoruz ve bir şekilde, bunu fotoğrafla da göstermek istedim. Hatta konunun içinden, fotoğrafla değil ama olaya biraz daha uzaktan bakan, izleyicinin kendisinin de olayın içinde dahil olduğu bir görselliği oluşturmaya çalıştım. Sakinliği ve arzulanan şeyi göstermek istedim; ama bir yandan da insanlar, oradan kurtulmaya çalışıyorlar. Aslında kavramın temelinde de bu var zaten. Orada olmak, bunu istemek ama bir şekilde de oradan kurtulamamak… Oraya hapsolmak… Bunun görselliğini, o tarzla bir şekilde oluşturmaya çalıştım tabii ki. Benim için karşılığı, bu oldu. 

    Bugün, imaj ile baş başa kaldığımız o hem anlık, hem de ölümsüzlük kısır döngüsünü vurgulayan, değerli bir sergi olmuş. Çünkü izleyicinin zaman ve imaj arasında nasıl bir pozisyon alacağını, ona soran bir sergi, ‘Islomania’. Ben bu imaja karşı ne yapmalıyım. Bu imaja maruz kalan biri olarak nasıl davranmalıyım? Bu gerçeküstü bir görüntü müdür? Bu distopik bir görüntü müdür ? Ben bu düşü sahiplenebilir miyim? Yoksa bu sadece bir ekip olarak, sizin düşünüz müdür ? Bu bana neden sevk edilmiş, ya da zerk edilmiştir ? Çünkü sergide çok farklı ışıklar ve mecralar da karşımızda. Dolayısıyla bu sergide, dünyanın, hepimizin maruz kaldığı imaj, zaman ve insan açmazını da tartışan bir sergi, ‘Islomania’...


Manuel Çıtak:

Tam öyle, yani aslında düş gibi de, ama aslında arzu edilen bir hayat tarzı olarak da düşünülebilir. Bir yandan da olabilecek bir şey. Yani istesek, o görsellerin, o hayatların içinde rahatlıkla olabileceğimiz bir durum da var ortada. Belki de ben biraz bunu anlatmaya çalıştım. Biz bu sakinliği, yalnızlığı ya da sükûneti neden yaşamayalım ki? Bu soruyu sordurabiliyorsam, aslında sergi istediğim yere ulaşmış demektir. Yani, izleyiciyi o duyguya ulaştırabilmesi benim için önemliydi. Aldığım dönüşlerden, ulaştığını da sanıyorum. Dolayısıyla hem hayal, hem düş, hem de gerçek arasında bir noktada duruyor. Sonuçta hayal gibi duruyorlar. Bir sürü yerde ayağı yere basmıyor. 


Küratör olarak özellikle tercih ettiğiniz bir aygıt, bir detay oldu mu? Çerçeveleme, aydınlatma, eser sayısı, yeni mecraların kullanımı ve izleyiciye serginin solu ve sağında yapılan sürprizler veya sergideki kadın meselesi… Bu başlıklarla, birazcık bunları konuşabilir miyiz ?


Serdar Darendeliler:

Aslında Manuel ile birlikte bu fotoğraflara bakmaya ilk başladığımızda da, bütün çekimler, her şey bitmişti. Daha önceki süreçte bu fotoğrafları görüp, üzerinde konuşmak mümkün olmadı. Bitmiş bir iş üzerinden, bunu izleyiciye nasıl aktarabiliriz ve Manuel’in hissettiklerini izleyiciye nasıl hissettirebiliriz, bunu nasıl kurgulayabiliriz üzerine biraz düşündük. O yüzden, zaten Manuel’in kafasında da buradakinden çok az daha fotoğraf vardı. 


Manuel Çıtak:

Biraz daha olmasını isterdim, ama zaten o da bir teknik mesele…


Serdar Darendeliler:

Esasında bitmiş bir iş, hem de çok fazla fotoğraf olmayan bir iş bu. Yazıda da bunu belirtmeye çalıştık, zaten Manuel de bundan bahsetti. Çok anlık fotoğraflar değil bunların bir çoğu… Yani, esasında bir kurgulama durumu var. Yani, esasında bir şeyi kurgulamış, onu aramış, o anı bulmuş ve o zaman fotoğraflamış. Yani, birilerini götürüp, fotoğraflamış manâsında bir kurgulamadan da bahsetmiyoruz. Onun aklındaki bir görüntüyü arama, bulma ve onu kurgulama durumu var. Yani, zaten fotoğraflar aşağı yukarı belliydi. Ama şunlara karar verdik; bazılarını çerçeveli yapalım, bazılarını o geniş manzaralarda olduğu gibi ucu açık bırakalım; manzara devam ediyormuş gibi olsun. Yine o iki odanın bir şekilde büyük baskı olması fikri uzunca bir süredir vardı. Hem teknik olarak bunu nasıl çözebiliriz, hem de bütçesel olarak nasıl çözebiliriz üzerine konuştuk. Çünkü bir şekilde, o iki odaya da Manuel’in o fotoğrafları çekerken karşılaştığı durumu hissettirecek bir şey yaptırmak istiyorduk. Orada hem duş alan kadının fotoğrafının olduğu ‘Terra’, hem de sabahın karanlığını yansıtan o fotoğrafta izleyiciyi o hissi ne kadar verebilir? Tabii ki bire bir mümkün değil, ama…


Sergi içinde bir mahremiyet alanı yaratmışsınız. İzleyici oralara girerek, daha yoğun bir ilişki içine giriyor…


Serdar Darendeliler:

Evet, aynen… Zaten hem DEPO’nun var olan durumunu da göze alıp yapılan bir şey bu. Orada zaten bir oda vardı ve bu bizim durumumuzla çok örtüşüyordu. İzleyiciler fotoğraflarla biraz daha fazla vakit geçirsinler istedik. Açıkçası o iki büyük fotoğrafı o iki odaya konuşlandırmak, bu çok işimize yaradı. Zaten onun dışında, karşı duvarda gördüğün, insanların poz verdikleri veya poz veriyor gibi göründükleri fotoğraflar var; onlar biraz daha, doğanın tam içinde olan, yeşilliğin içindeki portreler… ya da yüzen bir kız var. Yani daha büyük açıklık yok da, kapalı olma durumu var; zaten onlar da, hem çerçeveli, hem farklı duvar rengi ile, sergiye bir hareket katabilmek içindi. Çünkü aslında burası biraz zor bir mekân. Arada sütunlar var, çok yüksek tavanlı… Hareket getirmek için de, farklı ölçülerde sunup, izleyiciyi o hareketi yaşamaya katabilmek için bazı şeyler denedik. 


Manuel Çıtak:

Kurgu meselesinde ben de bir şey söylemek istiyorum. Evet, elbette bir kurgu var zaten, Serdar’ın da söylediği gibi. Fakat, tam da kurgu demesek, benim için daha iyi olacak. Tesadüfi kurgu diyelim. O anda, orada oluşan bir kurgu olarak bakalım, yani resimdeki gibi, tasarlayıp, gidip, ben bunu çekeceğim deyip oraya gitmek değil…


Serdar Darendeliler:

Jeff Wall değil. (Gülüşmeler.)


Manuel Çıtak: 

Asla. Yani, orada ve kendiliğinden oluşmuş. Tabii ki bir müdahale var. Ama diyelim ki, ‘şöyle yüzsen, şöyle baksan, şöyle dursan,’ durumu var orada… Bunu da es geçmesek iyi olur…


Serdar Darendeliler:

Ama mesela serginin yayınında kullandığımız o taşın üzerinde yatan kadın fotoğrafıyla ilgili olarak da, onun hikâyesini anlatan bir adam var. Değil mi…


Manuel Çıtak:

Tabii tabii, o tam öyle…Yani, fotoğraf özelinde bakarsak, taş üzerinde yatan kız fotoğrafının hikâyesi de şöyle: Adada yaşayan bir arkadaşın anlattığı, köylülerin de anlattığı hakikaten mitolojik bir hikâye, e zaten ben de mekânı da görünce, o anlattığına burası uyuyor dedim. Tam böyle bir yer… Bu insanlara da zaten bu imajlar, tarlada, bahçede görünürmüş. Bunun üzerine hakikaten kızımızı alıp, hakikaten oluşmuş bir fotoğraf. Ama diğerlerinin bir çoğunda, kafamdaki şeye uyuyorsa, onu devam ettirip, öyle oluşturmak…


Serdar Darendeliler:

Yani koyunları götürmedin…


Manuel Çıtak:

Götürdüm desem, yalan olmaz biliyor musun, çünkü kovaladım, çok… Oraya, buraya gitsinler diye.. Çünkü benden rahatsız oldular. Dikkat edersen, bu tarafa bakıyorlar.. İstediğim gibi bakmalarını istiyorum ama, tabii ki bir yere kadar mümkün olabiliyor. O da öyle..

Islomania'dan Aragida
Fotoğrafın elde ettiği çok önemli bir deneyim olarak zaman meselesini, dediğimiz gibi vurgulayarak altını çiziyorsunuz. Sizce fotoğraf bugün, geçmişte müze ve galerilerin üstlendiği vazifeyi ne kadar üstlenmektedir ? Üstlenmeli midir ? Mesela ‘pitoresk’ (durumu, görünüşü bir tablo konusu olmaya değer ölçüde) dediğimiz o mesele, ya da ‘dokümanter’ dediğimiz mesele; yani bir tür sarkaç içerisinde, fotoğrafın yükümlülük eğrisi gidip, geliyor. Diyelim ki bunlardan bir adedini edindik, bir koleksiyoner veya küratör olarak bu imgeye nasıl muamele etmeliyiz ? Nerede durmalı, ona ne kadar bakmalıyız? Bunlar aslen çok basit, ama aynı zamanda da çok da değerli sorular… 


Manuel Çıtak:

Benim gözümde bugüne kadar değerli bir resme nasıl bakılıyorsa, buna da o şekilde bakılacak. O amaçla üretilmiş işler bunlar. Yani, belge değil, bir şeyleri bire bir göstermek amacıyla yapılmış bir şey değil. Yani düşler yoğunlukta, dolayısıyla bunun yeri, tam da söylediğin gibi bir yerde olması, o şekilde muamele görmesi gerekiyor. Ben bunu arzu ederim, böyle olması gerektiğini düşünüyorum. 


Serdar Darendeliler:

Yani, bunlar belge değiller evet ama, belki de o düşlerin belgesi olarak da bakılabilir. Hani, şu fotoğrafın gerçeklik meselesi var ya, sürekli gerçeği göstermesi meselesi… Fotoğrafa neden öyle bir sorumluluk yüklenmeye çalışılıyor, bilmiyorum. Ondan azadeler, ama yine de bir anlamda belgeler yani. Bence bir nebze, senin (Manuel) hayatına dair de belgeler, belki sizin, uzun bir süre Assos’ta zaman geçirmeniz bu değişime yol açmış olabilir fotoğrafında… Çünkü şehirden uzakta, yazın uzun bir süre yaşıyorsunuz ve belki de bu senin fotoğrafına yansıdı. Çok derinde de olsa, aslında onun da izleri var. Seni çok yakından tanıyan, bilenlerin okuyabileceği bir şey bu tabii, ama.. Dolayısıyla fotoğrafın sırtına yüklenen o gerçeği gösterme meselesinden, ben bir şekilde hep rahatsız oluyorum… 

Ama bugünkü durumda, telefonda vb. o kadar çok fotoğrafla karşılaşıyoruz ki… Sürekli fotoğraf görüyoruz, ilanlar, afişler, duraklar… Evet, bu biraz daha sakin, durup vakit geçirebileceğimiz, daha da zevk alacağımız, uzun süre izleyebileceğimiz, klasik anlamdaki fotoğraftan alınan zevki de alabileceğimiz bir fotoğraf serisi. Bir anda tüketip, geçebileceğimiz şeyler değil bunlar, tabii ki…


Manuel Çıtak: 

Evet, belli bir hikâyesi olduğunu tasarladım, insanların öyle hissetmesini, öyle bakmasını ve bir yandan da kendilerine bir şeyler çıkartmalarını isterim. Bu fotoğrafların böyle bir karşılığı var. 


Serdar Darendeliler:

Meselâ, geçen gün sergiyi gezenlerden bazıları, karanlık orman fotoğrafına bakarak, ‘Biz burada kamp kurmak istiyoruz,’ dediler. Yine bizim Geniş Açı ekibinden Handan, ‘Orlando’ isimli çalışmaya gidip gelip baktığını vurgulamıştı. Yani insanlar hep bir şeyler bulabilmişler…


Manuel Çıtak:

Zaten açılışta da bu hissedilmiş oluyorsa, anlatmak istediğimiz olmuş demektir. 


Fakat bir yanıyla da aşırı derecede kritik, bir bakıma eleştirel, kavramsal bir derinliği olan bir sergi bence. Fotoğrafı bir medyum - iletken olarak tartışan bir sergi. Örneğin ‘fetih’ meselesi geliyor akla; bir şeyi görmek, hatırlamak, onu saptamak, elde etmek yükümlülüğü. Sözgelimi dediğiniz gibi, izleyicinin teki oraya gitmek, mülkiyeti altına almak durumu ile refleksini ortaya koyabiliyor. O yüzden benim hep merak ettiğim bir durumdur. Bir fotoğrafçının çektiği an, ona mı aittir, yoksa o artık kamusallaşmış mıdır? Biz oradan girme hakkına ne kadar sahibiz ? Ya da o bundan çıkma hakkına ne kadar sahiptir ? Ben burada ciddi bir mahremiyet sorunu görüyorum, keza ilk o anı gören siz oluyorsunuz, yine siz delillendiriyorsunuz. Dolayısıyla bu, fotoğrafı da elbette ki, haliyle resim kadar biricik yapıyor. O anlamda ben bu sergiyi bir iletken olarak fotoğrafı da çok ciddi bir şekilde bir sergi olarak değerlendiriyorum. 


Manuel Çıtak:

Yani çok iyi ifade ettin. Böyle, ama yani, fotoğrafın böyle bir açmazı da var. Sonuçta insanlara bir şey sunuluyor, Serdar’ın verdiği örnek gibi… O fotoğraf gerçek olduğu için, insanlar da orasının gerçek olduğuna inandıkları için… 


Bunun gibi, sergilerde insanlar da fotoğrafın fotoğrafını çekerek, sosyal mecraya da taşıyorlar… Bu bir süredir hep olmuştur. Paylaşmak…


Manuel Çıtak:

Görmedim ama mutlaka yapmışlardır, yani bu zaten çağımızın alışkanlığı. Bundan hiç kaçamayacağız. Hatta fotoğraftan çok, bana burasının neresi olduğu çok soruldu. Bunların adını, yerini niye yazmadınız sorusu bana çok geldi. Bunu ne kadar başaracağız ama ben, buraların neresi olduğu hakkında bilgi vermek dahi istemiyorum. X diyorum. Herkes biliyor ama neresi olduğunun bilinmesini zaten istemiyorum, olsun da istemiyorum… 


Serdar Darendeliler:

Klasik anlamda orada bir belge hali olmadığı için, adaya benzeyen yerin neresi olduğunun çok da önemi yok aslında, hissin önemi var.


Manuel Çıtak:

Tabii tabii, bunlar bir seyahat, turizm dergisine konulmuş, gezin, görün denilen fotoğraflar değiller. Burası, gördüğünüz gibi benim de beğendiğim, hayal ettiğim, arzu ettiğim ve canlandığım bir yerin fotoğrafları… o kadar. 


İngiliz ressam J.W.M. Turner geldi örneğin aklıma… Onun resimlerindeki deniz, ya da ışık meselesi… Yalnızlık, yabanıllık… Yine, panorama meselesi var sergide. Sergiden hareketle şunu soralım hatta, niçin panoramaya ihtiyaç duydunuz? Çok mu dar görüşlü olduk?


Manuel Çıtak:

Yoo, açıkçası benim panoramaya sempatim yeni değil. 1990’lı yıllarda da böyle çalışmalarım oldu. İnsan gözü hakikaten çok dar görüyor, dar derken normalde 47 dereceyi görebiliyor. Ancak göz gezdirmen, kafanı çevirmen lazım. Ama tabii, her şey için değil. Bazı şeyler için iyi olduğuna inanıyorum. Bu işte de özellikle o duş sahnesinde de gereken şey, olmazsa olmaz olan panorama idi benim için. Gerçekten geniş bir açı o. Aslında o fotoğraf 180 derece ve beni orada en çok etkileyen, kendime ‘hiç mi burada bozuk bir şey yok,’ diye sormak oldu. Her şey çağlar öncesi bir görüntüye ait gibi, el değmemiş gibi duruyordu. Diğerlerinde de gözüme ne denk geldiyse; yani orada teknik olarak da çok fazla bir şey yok. Özellikle çerçeveli olanlar biraz da resim formatında, belli bir üslubu olduğu için onu tercih ettim.


Yine sergideki ‘Terra’ kompozisyonu üzerinden gidecek olursak, ‘bakirlik’ meselesi, yine fotoğraftaki eril ve dişil bakışa da buradan geçebiliriz diye düşünüyorum. Çok cinsiyetçi olmak istemem, tabii ki insanlar istedikleri tercihte bulunabilirler, ama gerçekten kimin baktığı ve bize kimin, neyi gösterdiği de tartışılması gereken bir şey…


Manuel Çıtak:

Evet ama, o Terra için söylenmesi gereken bir şey de değil. Özellikle şöyle bakılmasını tercih ederim: Terra, sonuçta benim için bir arınma. O kadın ‘tanrıça’ arınıyor ve tamamıyle doğal, bozulmamış. Bu andan böyle bakılmasını istiyorum.  Bulunduğumuz zamandan bu yana bakılmasını istediğim için bu oluşuyor…


Serdar Darendeliler:

Portre olanlarda da hep kadınlar var, ama bu cinsiyetçi bir tercih değil tabii.. 


Manuel Çıtak:

Doğallık, kökten var olma…Mesela (sergideki eserlerden biri olan) ‘Orlando’ fikri, biraz da Şebnem’den çıktı. Onda da 300 yıl erkek olarak yaşıyor, sonra Bursa’ya geliyor filan… O sahne kafamda öyle canlandı zaten… O ağacın öyle güçlü duruşu, fil ayağı gibi duruşu… O fotoğraftaki kız oraya gerçekten yorulmuş olduğu için gelip, yaslanmış haldeydi. Orada çok değişik bir şey gördüm. 


'Üniversal' bir etki…


Manuel Çıtak:

Aynen öyle. kelimesi tam olarak bu. 


Sanat tarihine, akımlarına baktığımızda gerçeküstücülüğü de biraz hatırlatan bir sergi olmuş, ‘Islomania’, yani bu sürprizli, beklenmedik duruş ile siz birbirinize ne kadar yakınsınız ?


Manuel Çıtak:

Buradaki gerçeküstücülük, acaba gerçekten, o sanat tarihindeki gerçeküstücülüğü tam karşılıyor mu bilemedim, yine bugüne kadar böyle bir çalışmam da olmadı açıkçası… yani buradakilerin tam karşılığı biraz da, hayal… Bunu böyle görmek istediğim için, böyle olmasını istediğim için koyduğum şeyler. 


Tabii, benim aklıma Marc Chagall’i getiriyor… Gündelik hayatta düş görebilmek meselesini…Hele Türkiye gibi bir coğrafyada…


Manuel Çıtak:

Evet, olmayacak şeyler de değil bunlar bir yanıyla… Yine bir de, fotoğraf makinesi gibi alabildiğine teknik, bir ‘algılayıcı’ / sensor, alabildiğine gerçeği algılıyor yani..  Ben alıyorum, yorumluyorum, koyuyorum, artık buna hayal mi, düş mü, gerçeküstücülük mü diyelim, onu bilemiyorum. Yani bu böyle.. Böyle bakılsın isterim…


Peki sergi özelinde, sizin için biriciklik, ya da eser sayısı durumu meselesi, hani ‘edisyon’ denilen konuyla ilgili kaygılar ne düzeyde seyrediyor ?


Serdar Darendeliler:

Yaraya parmak bastın. (Gülüşmeler…)


Manuel Çıtak:

Odaların biricik olmasını istiyorum. Diğerleri konusunda adını koyamadığımız bir edisyon durumu var. Hem formatı, hem tekniği ve boyutuyla, odadakiler tek olmak durumunda. 


Yurtdışında çok farklı koşullarda izlenebilecekken, 2022-2023 Türkiye’sinde bu sergi bize ne ifade ediyor olabilir dersiniz ? Başka okumalara da vesile olabileceğini düşündüğüm, derin bir politik duruşu var bu serginin…Meselâ Gezi de bir ‘ada’ydı. 


Manuel Çıtak:

Gibi…Şu anda hepimizin yaşadığımız gerçeğimiz bu aslında. Ulaşmak istediğimiz her şey elimizden gittiği için, oradaki hayalimizin karşılığını insanlara hatırlatmak adına bir durum var zaten bu fotoğraflarda. İnsanların etkilendiği şey de tahmin ederim ki, alabildiğine arzu ettikleri, hayal ettikleri o ortamları görmek, o sadeliğin içinde olmak. Dolayısıyla bunun tabii ki politik bir duruşu var. İnsanların  böyle yorumlayacaklarını düşünüyorum. 


Bu durumu ‘Islomania’ tabirine de vurduğumuzda siz de çok iyi ifade ediyorsunuz:

“Ada manyaklığı, ada saplantısı, ya da ada sarhoşluğu olarak da tanımlanabilecek bir tabir… Herkesin yakalanabileceği bir hastalık değil, ama yakalananların yakasını da, ömürleri boyunca bırakmayan bir hastalık.” Yani neredeyse bir varoluş tercihi..   


Manuel Çıtak:

Tabii, ama bu, belki yakın zamana kadar geniş kitlelerin farkında olduğu, arzu ettiği bir şey değilken, bugün dünyanın geldiği, ülkemizin geldiği durum, ekonomik şartlar sanki insanları bu düşünceye doğru gitmeye yöneltti. Ben uzun yıllar, Çanakkale bölgesinde tecrübem oldu, tek tük insanların orada mekân edindiğini gördüm. Ama şu anda her taraf, her yer bu tip insanların kalmak istediği yerler haline dönüştü. Yani çoğalıyor. Herkes aynen bu düşünce ile geliyor. Kendi alanımda olayım, dışarıyla fazla ilişkim olmasın, az olsun, temiz olsun düşüncesi, çok hakim… Bence bu, gittikçe de artan bir duygu olarak gidiyor. 


Zaten turizmin de en büyük sermayesi budur, güya insana yalnızlık ve özgürlüğü satar…Bir gece daha kalın, şunu şunu şunu edinin vb. 


Manuel Çıtak:

Zaten çelişki biraz da o. İnsanlar, çok kalabalık bir tatil bölgesine dinlenmeye bir yere giderler ama dinlenmeden de geri döner. O başka bir şey olur, onun farkına bile varmaz. Bir otelde kalıyorsa, devasa bir kalabalığın ortasına düşer… İnsanlar bunu bildikleri için, tam da bu nedenle kendine ait bir şey olsun istiyor…  Yine, gıda meselesi sorun olmaya başladı.. İnsanlar, bunu da kendileri yapmak istiyor. Buna çok rastladığım için söylüyorum. Bunun sanayisi oluştu ve çok yüksek seviyede pazarlaması da yapılıyor. 


Edebiyata referanslar veren bir okuma da vadediyor, ‘Islomania’ yayımı. Bu süreçte kitap rafları arasında sanatçı ve küratörler arasında takaslar gerçekleşti mi ?


Manuel Çıtak:

Yani Serdar ve Refik’e çok az bilgi verdim. Fazla bir trafik oluşturmadan, neredeyse tamamını yaptıklarını rahatlıkla söyleyebilirim. Olayı çok iyi algılayıp, çok iyi yorumlayıp, bütün detaylarıyla o kadar iyi anlatmışlar ki…


Serdar Darendeliler:

Zaten Manuel de metni herkesle birlikte gördü. Önce Asena’ya (Günal--DEPO) daha sonra da Manuel’e gönderdim. Ama o konuşmalarımız, senin anlattığın o küçük hikâyeler vs., bir yandan da Manuel ile neredeyse 25 seneden bu yana birbirimizi tanıyoruz. Onun ‘belgesel’ niteliğindeki önceki fotoğraflarından bu yana kendisini takip ettiğimiz için, hem ondaki yaklaşımın değişimini gördük, hem onun bu fotoğraflarda yansıtmak istediği hissiyatı yakaladık. Tabii sergiyi kurarken fotoğrafları nasıl bir sunumla izleyiciye aktaracağımızı tartıştığımız oldu. 


Bu sergi aklımda bir başka nesneyi çağrıştırıyor: Kum saati. Hem ondaki sonsuzluk duygusu, hem deniz ve kum ilişkisi…tane ve bütünün biraradalığı… zamanın bir zerreden bütüne varma meselesi, çevirdiğinizde aynı malzemenin bize hem çokluğu, hem yokluğu getirme meselesi… Bu duygu üzerinden şunu sormaya çalışalım… Bu sergi, boşluğu ile mi, doluluğu ile mi uğurluyor ?


Manuel Çıtak:

Yani boşluğuyla diyeceğim, çünkü biz bunu o sakinliği ile anlatmak istedik. Oradaki dinginliği ile, yalnızlığı ile… Ama o kum saati örneğindeki gibi, bütün o sakinliğin içinde tek bir detayın olduğu koca fotoğraflar da var meselâ. Dolayısıyla bu sorunun karşılığı olarak, boşluğuyla bu serginin bütün bütünü göstermek istediğini söylemek isterim. 


Serdar Darendeliler:

Sergiyi kurgularken, Manuel’in bu fotoğraflarında geleceğe umutla bakan aydınlık fotoğraflar da var, öbür yanda ise biraz daha karanlık olanlar da mevcut. Sanki sergiden çıkarken de, aslında çıkışta da insanların oturmuş ufka baktıkları bir fotoğraf var. O fotoğraf bizim için bu hislerle izleyicinin de o boşlukla, ufukla baş başa kalabileceği, bir an olsun istedik. Bu özellikle istediğimiz bir noktaydı. Sergide gelgitler var ama sonunda izleyici de kendiyle baş başa kalabilsin diye arzu ettik.