Müsilaj meselesi: Seyit Ali Aral’la söyleşi

-
Aa
+
a
a
a

Açık Gazete’nin 9 Haziran 2021 tarihli nüshasına konuk olan rehber dalgıç Seyit Ali Aral’la Marmara Denizi’ni saran müsilajı konuştu.

(9 Haziran 2021 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.)

Ömer Madra: Açık Radyo 95.0, acikradyo.com.tr burası ve onun Açık Gazete’si. Duyurusunu yapmaya çalıştığımız gibi müsilaj veya deniz salyası diye adlandırılan ve Marmara Denizi ağırlıklı olmak üzere büyük bir çevre felaketi olarak da nitelenen “kirlenme” olayının özelliklerini konuşmak üzere Seyit Ali Aral’ı konuk ediyoruz. Çocukluğunun geçtiği Marmara adasında ve denizle iç içe bir yaşam sürdüğü 1994’ten, yani 27 yıldan bu yana eğitmenlik, rehber dalgıçlık yapmakta olan Aral, güney merkezli dalış tekneleri ve eğitim birimlerinde de çalışıyordu – pandemi öncesine kadar. Kendisinin, Açık Radyo’da ‘Beraber ve Solo Ahkâmlar’ programını Mehmet Kekik ve Turgut Yüksel’le birlikte yıllarca yürüttüğünü de ilave edelim. Merhaba Seyit Ali!

Seyit Ali: Merhabalar, günaydın!

Özdeş Özbay: Günaydın, hoş geldiniz!

SA: Hoş bulduk, selamlar olsun!

ÖM: Günaydın. Daha önce sosyal medya hesabından yazdığın yazıyı da burada okumak ve üzerinde birazcık tartışmak fırsatını bulmuştuk. Şimdi genel durumu nasıl değerlendirdiğini bizzat içinde sürekli yaşayan birisi olarak senden dinlemek isteriz. 

SA: Peki. 1 sene öncesinden, haziran ayından başlayalım. Geçen yıl haziran ayında özellikle Marmara denizi, adalar ve tüm kıyı, kendi içerisinde nispeten temiz, canlılığı olan ve insanlara her türlü güzelliği veren bir yerdi – hani dalış yapabiliyorsunuz, kürek çekebiliyorsunuz, hatta kıyılardan denize girebiliyorsunuz… Bu olanağı sağlayan mucize gibi bir denizdi Marmara. Fakat Aralık’a doğru – ki aralıka doğru hâlâ balık sürüleri, denizin kendi içerisindeki o dönüşüm devam ediyordu – ve Aralık’tan sonra yavaş yavaş bir bulanıklık başladı. Biz bu bulanıklığı denizin doğal döngüsü olarak değerlendirmişken bulanıklık mart-nisan gibi artmaya başladı. Bu bulanıklık normal ve olağan bir şey değil: daha önce rastlamadığımız çok ağır partiküllü ve üzerimize yapışan, teçhizatımıza yapışan, sudan çıktığımızda yüzümüze, saçımıza, kirpiklerimize yapışan böyle garip, sümüksü bir dokuydu. Bunun müsilaj olduğunu da biliyorduk fakat bulanıklık gittikçe artmaya başladı. Bir de sadece İstanbul çevresinde değildi… Buradan bir 30 kilometre batıya gidelim: Küçük Çekmece, Büyük Çekmece … Sonra bir 30 kilometre daha gidelim: Silivri … Bir 30 kilometre daha gidelim: Marmara Ereğlisi … Yani çok geniş bir kıta sahanlığında Marmara’nın ortasından gelerek tüm kıyılara doğru ilerlemeye başladı. Ben gözümüzün önünde şöyle bir resim oluşması için küçük bir örnek vereyim... 

ÖM: Lûtfen.

SA: Mutfakla ilgilenenler diyelim ki mercimek çorbası ya da et suyu yapar, o suyun üstünde kef diye bir köpükçük oluşur ya, aynen onun gibi suyun üstüne gelen çok ağır bir köpüklenme söz konusuydu. Bir süre sonra dalışlara devam ettiğimizde, özellikle Marmara’da görüş azaldı. Ki normalde Marmara’da 10 -12 metrede görüş vardır, dalışları da öğlen yaparız. Niye? Çünkü öğlen güneş ışınları suya dik girdiği için görüş daha net olur, tıpkı bir projektörle dalar gibi. Fakat son dalışlarda suya girdikten sonra, 1-2 metreden sonra hiçbir şey görmüyorsunuz! Hiçbir şey görmemekten kastım şu: paletinizin ucunu göremiyorsunuz, dalış eşinizi göremiyorsunuz, dalış göstergelerini göremiyorsunuz. Yani çalkalanmış bir turşu kavanozunda gibisiniz – hiçbir şey göremiyorsunuz. Aşağıya doğru inmeye başladığınızda bu sanki bir boza gibi daha artıyor ve zifiri karanlık – hiçbir şey yok! Görüşün olduğu yerlerde, belli kıta sahanlıklarında da toplu balık ölümleri, keza kabuklu ölümleri, örümcek yengeci gibi, pavurya gibi… ya da sabit canlılar vardır: deniz kestanesi, midye gibi, onların toplu ölümlerini görüyorsunuz. Bölgede kovuk ya da mağara varsa bütün canlılar ya da yaşayabilen canlılar kendilerini o kovuğun derinlerine atmışlar, müsilajın girmediği, deniz salyasının girmediği bölgelere ve orada yaşamaya çalışıyorlar. Durum bu şekilde, daha aşağılara indiğimizde de, 30 - 35 metrelere indiğimizde de aynı karanlık sürüyor ve güçlü bir ışık kaynağı olmadan dalış yapmanız, önünüzü görmeniz ya da bulunduğunuz yeri göstermenize imkân yok gibi bir şey. Durum aşağı yukarı bu merkezde. 

ÖM: Peki iki ufak nokta sormak istiyorum, bir tanesi şu: bunca yıldır yaptığın rehberlik, rehber dalgıçlık çalışmalarında daha önce böyle bir şeye rastladığını görmedin herhalde?

SA: Hayır, ben daha önce böyle bir şeye rastlamadım, bundan sonra da böyle bir şeye rastlayacağıma inanmıyorum. 

ÖM: Öyle mi? Neden?

SA: Çünkü gerçekten hani keşke sizleri böyle küçük bir batiskafla ya da bir dalış aracıyla oraya götürebilip göstersem – gerçekten inanılmaz bir şey! Hani böyle bilim kurgu filmlerinin giriş sahnesi vardır ya, işte bir araştırma timi yeni bir gezegene iner ve bu gezegende hiçbir hayat yoktur ama daha önce orada hayat olduğuna dair böyle belirtiler vardır … yapılar, insanlar ya da yaşayan canlılara dair şeyler. Onların hiçbiri kalmadı, hiçbiri yok! Suyun altı olduğu gibi bir örtüyle kaplanmış ve o örtü kalkacak gibi değil. Bu örtü yapışkan ve şu anda biz konuşurken bile Marmara’nın merkezinden kıyılara hâlâ hareket eden üst-alt akıntılarla kıyılara ve değişik bölgelere doğru seyahat eden bir kaynak, yani devam eden bir şey. 

ÖM: Peki, ikinci bir soru da şu oluyor, bunca yılın tecrübesiyle geleceği nasıl değerlendiriyorsun: Bunun ileride daha tehlikeli de olması ihtimali yok mu? Yani bütün deniz hayvanlarının, canlılarının tehlikeye düşmesinin yanı sıra bu konuda araştırma yapmak isteyen dalgıçların da işte işini görmekte ya da barometre, ölçüm cihazlarını görmekte de zorluk çektiğini söyledin. Tamamen hiç görünmeyen metrelerde, 30-35 metreden sonra dip de tam bir karanlıkta olunca bunlar dalışı da tehlikeli bir eylem haline getirmiyor mu?

SA: Söylediklerinizi güçlendirecek bir şey söylemek istiyorum: Yani biz gerçekten hani çok deneyimli, 2000, 3000, 4000 dalışın üstünde, en azından 1000 saatin üstünde suyun altında vakit geçirmiş insanlarız. Buna rağmen birbirimizden kopmamak ya da dalışın tehlikeli bir hale gelmemesi için azami önemi gösteriyoruz ve normal bir dalışımız bizim 40-45 dakika sürerken biz bu dalışları 20 dakikada bitiriyorduk. Çünkü hem birbirimizi kaybetme korkusu var hem de birbirimizi kaybetme tehlikesinin yanında psikolojik olarak sizi çok yoran bir şey: yönünüzü belirleyemiyorsunuz, yukarısı, aşağısı neresi anlayamıyorsunuz ve korkunç bir klostrofobi oluyor. Bir süre sonra dalışı sonlandırmak zorunda kalıyorsunuz zaten. Bir diğeri de sağlık açısından oldukça tehlikeli olduğunu düşünüyorum… Önümüzdeki günlerde de mutlaka bunun araştırması yapılacaktır. Dün bir makale okudum; kolera tehlikesinden bahsediliyor, denizden çıkan hiçbir şeyin yenmemesi gerektiğinden bahsediliyor, özellikle sabit yaratıkların mesela midyenin yenmemesi söyleniyor, balık yenmemesi söyleniyor, çocukların kesinlikle denize girmemesinden bahsediliyor. Şimdi bir yandan da böyle bir tehlikesi var, böyle bir tehlikesi oluşmaya başladı. 

ÖM: Evet yani Bülent Şık bu konuda Bianet’te uyarıcı bir yazı yazmıştı ve hiç akıllarda olmayan bir şeyi dile getirmiş, yani kolera salgını tehlikesinin bu müsilaj dolayısıyla, deniz salyası dolayısıyla ortaya çıkabileceğinin kuvvetli bir ihtimal olduğunu söylemişti. Senin söylediklerin de bunu, bu korkuları, kaygıları arttırıyor değil mi?

SA: Evet. Çok çok üzücü!

ÖM: Peki bu nasıl karşılanabilir, bu tehlikeyi gidermek imkânı konusunda okudukların, bildiklerin, gördüklerine ilaveten biraz da bunu konuşalım mı? 

SA: Açıkçası televizyon da seyrediyorum… Televizyonda müsilajı temizleme çalışmasının başladığını gösterdiler. Bakanlar, vs. geldi. Bir dalgıç pompa gördüm! O dalgıç pompayla denizin üstündeki müsilaj kalıntılarını çekiyorlar. Acı acı güldüm, bir dalgıç pompa! Marmara’da yaklaşık 11 bin kilometrekareden bahsediyoruz yüzey olarak! Bunun bir de derinlik boyutu da var ki en derin yeri yaklaşık olarak 1300 küsur metre. Ve bu müsilaj dediğimiz, deniz salyası dediğimiz şeyi sadece yüzeyden görüyoruz biz aslında aşağıda o devam ediyor ve yaklaşmaya devam ediyor ve dalgıç pompayla siz 11 bin küsur kilometrekareyi nasıl temizleyeceksiniz bilmiyorum.

Keza bir başka bakanımız Kanal İstanbul sonrası Karadeniz’den gelen akıntının Marmara’yı temizleyeceğini, işte oradan gelen taze suyun Marmara’yı harekete geçireceğini söylemiş. Yani Karadeniz’de Tuna ve Dinyeper ırmaklarından gülsuyu akmıyor ki! Oranın da bir biyolojik yükü var ve Karadeniz’de 200 metreden sonra hayat yok, sülfür var. Yani bunlar hangi raporlar, neye göre yapılıyor, neden bilmiyorum. 

 

İşin kendi kısmımdan söyleyeceğim şey ise şu olabilir: Şu anda çok radikal önlemler alsanız bile asla bu biyoçeşitliliği geri döndüremeyeceksiniz. Yani eskiden bahsederler ya hani eskiden Boğaz’da 154 çeşit, 150 çeşit balık varmış, artık bunlardan 30 çeşit kalmış, vs. Hani şu anda çok katı tedbirlerle çok güçlü bir çevreci anlayışla harekete geçseniz bile Marmara bundan 7-8 sene sonra ancak birkaç türün yaşadığı bir göl olarak ya da bir iç deniz olarak kalacak ki geri dönüşün imkânsız olduğunu aşağı yukarı hepimiz biliyoruz. 

ÖM: Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Adil Karaismailoğlu’nun televizyona çıkıp “Kanal İstanbul, Marmara’daki deniz salyasını bitirecek” şeklindeki sözleri tarihe geçecek nitelikte. Yani inanılması gerçekten güç, hatta imkânsız bir şey.

SA: Tabii.

ÖM:Çeşitli uzmanların ve siyasetçilerin de cevabı da hayret etmek olmuş. Mesela Bilim Akademisi üyesi Prof. Dr. Naci Görür’ün “umarım şaka yapmıştır” şeklinde bir cevabı olmuş ama tabii acı bir şaka! Aynı şekilde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun da “herhalde rüyasında gördüğü bir şey var” diye bir tepki ifadesi var. Fakat asıl sorunlu olan nokta şu galiba: Şimdi Çevre Bakanı’nın 3 yıl içinde bu işi bitirme planını 2 gün içinde yani sadece bu hafta sonundatoplayıp, geçtiğimiz hafta sonunda da çalıştay adı verilen bir şey toplandı ve ondan sonra da bunun eylem planı açıklandı. Peki bu “çalıştay”a sen mesela davetli miydin ya da bu konuda çalışma yapan uzmanlardan hangileri davetliydi? Bu konuda bir bilgin var mı?

SA: Hayır, açıkçası hiçbirimiz, hiçbir STK davetli değildi. Yani en basitinden mesela İstanbul’daki Balıkadamlar Kulübü var ve son dönemde bütün televizyonlara, bütün yayın organlarına hem yazılı hem görsel basın kaynaklarını bu Balıkadamlar Kulübü’ndeki dalgıçlar veriyor ve hiçbirimize ne bir duyuru, ne bir çağrı vs. yapıldı.

Öte yandan hani bizler bu işlerin gönüllüsüyüz, yıllar boyu Marmara’nın yaşaması için ya da bu denizin sağlıklı kalması için temizleme çalışmaları, atık ağları, hayalet ağları temizleme çalışmalarına katılmış, bunları proje olarak yürütmüş bir sürü insan, bir sürü dalgıç, sualtı gönüllüsü var… Hiçbirine ne akıl danışıldı, ne çağırıldılar: “Arkadaşlar gelin, ne yapacağız, ne edeceğiz kararlaştıralım” ya da “siz şu bölümden sorumlusunuz” ya da “şöyle şöyle sektörlere ayıralım, orada ölçüm yapın, bunu alın getirin” gibi bir çağrı hiçbirimize yapılmadı. 

ÖM: Bu konu üzerinde son birkaç hafta içinde senin de belirttiğin gibi bir hayli yayında, mesela Gazete Duvar’da pek çok makaleye ve mülakata rastladık. Orada bu önemli konu üzerinde yıllarca çalışan insanlar, işte Bandırma üniversitesi öğretim üyeleri, örneğin Profesör Mustafa Sarı yazılar röportajlar yayınladılar… Hatta dün Prof. Sarı Açık Radyo’da Deniz Pak’ın “Deniz Aşırı” programına konuk oldu. Fakat alelacele toplanmış olan bu çalıştayın yapılması için neden bu kadar geç kalındığı ya da mesela bu kadar bilgi, veri varken neden daha erken harekete geçilemediği sorulabilir. Bir fikrim yok katılanların kimler olduğu hakkında ama bundan sonrası için de doğrusu hiç iç açıcı bir durum görünmüyor. Mesela benim bir süreden beri yayın yapmakta olduğum Ayvalık’ta kasabanın meydanından denize bakıldığı zaman müsilaj olduğundan hiç şüphem olmayan parçaları görmek de mümkün. Şimdi bu, Marmara’yı da çok aşan bir durumla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Gözümün önünde yani – daha dün gördüm!

SA: Ege’ye doğru hareket ediyor şu anda ve yani iki sene içerisinde muhtemelen birçok Ege kıyısının da İstanbul görünümüne katılacağını, onun görünümü gibi bir resme ulaşacağını düşünüyorum. Bu bir temenni değil…ya da yanlış anlamasınlar –

ÖM: Felaket tellallığı değil.

SA: Evet bir niyet okuma değil. Bizim görüşümüzü güçlendirecek başka bir şey söyleyeyim: Ayvalık’ın karşı kıyısında Yunan kıyıları var, Yunan kıyıları ya da Ege’nin içerisindeki diğer ülkeler kıyılarına gözü gibi bakıyor. Avcılık işte balık ne var ne yok her şeyin envanterini çıkartıyorlar. Yarın öbür gün bu kıyılardan oraya doğru da müsilaj gitmeye başladığında bu işin uluslararası platformda da bayağı hır çıkaracağını düşünüyorum ben; keza Karadeniz’de de öyle. 

ÖM: Yani aşağı yukarı bu mülakatın, konuşmamızın başında söylediğin gibi bir “science fiction” yani bilim kurgu veya korku filmi gibi gelişmeye başlıyor iş: Hem hem denizin içinde ve dibine doğru hem de denizin yüzeyinden öbür kıtalara ve ülkelere doğru yayılan çok taraflı ve çok yönlü kâbus senaryoları içindeyiz ve maalesef senaryo değil bunlar, öyle değil mi?

SA: Evet gerçek!

ÖÖ: Ben bir şeyi merak ediyorum. Şimdi bu temizleme çalışmalarından siz de bahsettiniz ya deniz yüzeyindekileri toplamaya çalışıyorlar ama deniyor ki zaten yüzeydekiler toplamın yüzde 5’i. Hani Haliç’in temizlenmesi deneyimi var ama denizin tabanı nasıl temizlenebilir ya da bunu öngörüyorlar mı? Çünkü %90-95’i denizin tabanında ise buranın kepçe kepçe çıkarılması Haliç’teki gibi mümkün değil. Hem derin hem çok geniş, bir de ayrıca bunun zararları da var herhalde deniz tabanını taramak ayrı bir şey biyolojik yaşam açısından.

SA: Evet.

ÖÖ: Dolayısıyla bu mesele kısa vadede nasıl olabileceğini kavrayamıyorum ve merak ediyorum böyle bir deneyim de var mı hiç böyle deniz tabanından temizlik çalışması gibi?

SA: Şöyle anlatayım, deniz tabanında ya da denizin ortasında böyle bir çalışma ya da böyle bir çalışmanın var olabilmesine zaten imkân yok. İmkânsızlık şuradan geliyor, çok tekniğe de boğmadan şöyle bir şey anlatayım. Marmara’nın iki farklı akıntısı vardır: üst ve alt akıntıları. Üst akıntılar Karadeniz’den, alt akıntılar da Akdeniz’den gelir. İki ayrı otoban gibi ya da iki ayrı hava koridoru gibi düşünün. Üst akıntılarda farklı balık çeşitliliği ve farklı yönler, alt akıntılarda da farklı balık çeşitleri ve farklı yönler vardır. Yani Marmara’nın içerisinde zaten sürekli bir akıntı girdabı var. Bu, onun doğasında olan bir şey.

ÖÖ: Derin deşarjı da bu yüzden zaten yapıyorlar.

SA: Evet. 

ÖÖ: Üste çıkmaz diye!

SA: Haliç sabit bir koydu, fakat Marmara hareketli, sürekli olarak rüzgâr rejimleri, akıntı rejimleri değişken olan bir deniz ve sizin o derinliğe inmenize imkân yok. Yani sadece deprem araştırmaları için o derinliğe inip belli sondalar ya da belli araştırmalar yapabilmek için Fransa’dan özel gemiler, özel uzmanlaşmış biliminsanları vs. geldi. Yani sizin Çevre Bakanlığı olarak da yapabileceğiniz hiçbir şey yok!... Gerçekten çok üzülüyorum ve acı acı gülümsüyorum. Hani hem yapılan şeyler, hem getirilen teklifler… Aklımızla dalga mı geçiliyor demek istemiyorum, hani mümkün olduğu kadar iyimser olmaya çalışıyorum fakat artık bunun ucu bucağı yok. Yani zaten baktığınız zaman da görebiliyorsunuz. 

ÖM: Evet, gerek Ulaştırma ve Altyapı Bakanı gerekse de Çevre ve Şehircilik Bakanı’nın televizyonlara, çeşitli kanallara çıkıp bu işi “Kanal İstanbul aracılığıyla kısa sürede bitireceğiz!” gibi açıklamaları var, su kalitesini arttırıp deniz salyasını da bitireceğiz gibi açıklamaları var. Böyle derinlik, su derinliği, vs konusunda rakamlar filan da veriliyor. Ya da Çevre Bakanı’nın bütün görüşmelerde “ilgili taraflarla görüştük” deyip 3 yıl içinde bu işi tamamen tamamlayacağına dair açıklamaları var. Ben onların yaptığı açıklamalardan çok, bu açıklamaları yaptıkları sırada gazetecilerin televizyon habercilerinin vb. şimdi bizim son yarım saat içinde birbirimize sorduğumuz soruların hiçbirini neden bu yetkililere sormadıklarını çok merak ediyorum. Yani medyanın gerçek anlamda bu müsilaja batmış olduğunu da söylemek, böyle bir alegori yapmak da mümkün mü acaba?

SA: Evet, evet. Başka bir şey söyleyeyim. Paris İklim Anlaşması’nı biliyorsunuz değil mi?

ÖM: Evet.

SA: Eritre, İran, Irak, Libya, Yemen bu anlaşmadan uzak kalıyor. Paris İklim Anlaşması da başka bir konuya geçmiş gibi olacağım da aslında bir anlayışın altını çizmek için söylüyorum. Türkiye bu iklim anlaşmasına dahil değildi, imzalamadı bunu.

ÖM: İmzaladı da onaylamadı. Parlamentosundan geçirmedi yani yoksa bütün ülkeler gibi imzaladı ama taraf olmadı. 

SA: Evet. Mesela benim yaşadığım ülke için gerçekten büyük bir utanç ki hani Paris İklim Anlaşması küresel ısınmanın önüne toplu biçimde bütün ülkelerin birlikte hareket ederek ve karar vererek geçebileceği çok önemli bir anlaşmaydı. 

ÖM: Evet 6 ülkeden 1’i olarak kaldı değil mi Türkiye taraf olmayan?

SA: Evet, ilk 20’ye giren, emisyon olarak en fazla emisyon üreten ilk 20 ülke arasındayız biz. Dolayısıyla demin sorduğunuz ya da söylediğiniz şey burada anlaşılıyor. Yani öyle bir kafa yok, öyle bir niyet yok. Hani belli hedefler var, o hedefler işte Kanal İstanbul, şu şöyle olacak, bu böyle olacak, işte arıtma tesisleri belki o kadar önemli değil… Yani bilemiyorum, çok çaresizce izliyorum sadece. 

ÖM: Evet, işte bu çaresizliğin en önemli sebeplerinden biri de naçizane düşündüğüm bir şey, medyanın gerçekleri ifade etme, doğruları konuşma, sorma görevini yerine getirmemesinden.

SA: Doğru.

ÖM: İşte bu akıllara seza açıklamaların karşısında bir gazetecinin de çıkıp, “öyle diyorsunuz ama şöyle de bir tarafı var bu işin” diye sormadığı için demedyayı da böylesine sarmış olan deniz salyasından bahsediyoruz yani.

SA: Evet. Aslında Marmara’nın son hali hani şu anda yaşadığımız ülkenin son hali gibi, böyle mecazi anlamda konuşuyorum, bizim üstümüzde de bir müsilaj var ve bütün ülkenin psikolojisini, bütün ülkenin hayatını ve geleceğini şu anda kaplamış durumda. Biz de tıpkı Marmara denizi gibi bundan nasıl kurtulacağımızı ya da bundan nasıl sıyrılacağımızı kara kara düşünmekteyiz. 

ÖM: Evet, iyi bir notayla bitiremediğimiz için gerçekten üzgünüz ama yapılacak fazla bir şey de yok. Seyit Ali Aral çok teşekkür ederiz.

SA: Ben teşekkür ederim, dinleyicilere selamlar. 

ÖÖ: Çok teşekkürler, görüşmek üzere.

ÖM: Teşekkürler. Evet Seyit Ali Aral’la konuştuk, Marmara adasında denizle iç içe geçen bir çocukluk ve 1994 yılından beri de rehber dalgıçlıkla bu konuyu en iyi izleyen, yaşayan, bilenlerden biri olan Seyit Ali ile müsilaj meselesini konuştuk. Çok iç açıcı bir sonuca varmadık ama bu şekilde de takip etmeye devam edeceğiz diyelim ve burada da programımızı bitirebiliriz herhalde.