"Şimdiki yaşadığımız sorunlar, kronik hale gelen kriz aslında 2013 sonrası ortaya çıktı"

Açık Gazete
-
Aa
+
a
a
a

Açık Gazete'de konuğumuz iktisatçı Doç. Dr. Ümit Akçay, bugün döviz kurlarında yaşanan dengesiz artışı ve ekonomik krizi Türkiye'de 2000'lerden beri uygulanan para politikaları penceresinden değerlendirdi. 

(24 Kasım tarihinde Açık Radyo’da Açık Gazete programında yayınlanmıştır.)

 

Ömer Madra: Açık Radyo burası, 95.0, acikradyo.com.tr ve onun Açık Gazete’si. Biraz önce de sözünü ettiğimiz gibi bir konuğumuz var: Doç. Dr. Ümit Akçay, Berlin School of Economics and Law’dan ve aynı zamanda pek çok üniversitede çalışmaları da var, ekonomi yazarlığı da sürekli olarak yapmakta. Şimdi Artı Gerçek’te galiba değil mi? Hoş geldiniz Ümit Akçay.

Ümit Akçay: Hoş bulduk, merhaba, günaydın!

Özdeş Özbay: Merhabalar, günaydın! 

ÜA: Artı Gerçek’te değilim, şu anda bir yerde yazmıyorum. 

ÖÖ: Daha önce Gazete Duvar’da yazıyordunuz.

ÜA: Evet.

ÖM: Peki ne oluyor, ne bitiyor, birazcık özetleyebilir misiniz? Kolay değil tabii ama!

ÜA: Evet, yani olağanüstü dönemlerden geçiyoruz, yani Türkiye’nin yakın tarihinde sürekli bu tip durumlar yaşanıyor ama onların da dışında bir durumla karşı karşıyayız. Örneğin sadece dün yani 23 Kasım’da TL’nin döviz karşısında, özellikle Dolar karşısındaki değeri 13% civarı bir günde değersizleşti. Bunu biraz daha geri alırsak, 23 Eylül’deki faiz indirimi, Merkez Bankası’nın faiz indirimi süreci başladığından beri devalüasyon 32-33% aşmış durumda ya da değersizleşme diyelim. Bu tip şeyler normal zamanlarda olmuyor, hani kısa özeti budur!

ÖÖ: Bu meseleyi bahsettiğin eylüldeki faiz indirim özel kararından sonra, 1+1’de galiba bir makaleyle kaleme almıştın. Hızlıca oraya baktığımızda “utangaç kalkınmacılık ve bu galiba devam edecek” diye yazmıştın sanırım. Bu politikalar senin öngördüğün şekilde devam ediyor, öyle değil mi?

"Bir bilgi eksikliği nedeniyle başımıza gelenler geliyor gibi bir yaklaşım var"

ÜA: Evet, şimdi girişte belki biraz daha genel, kısaca bir özetlemeye çalışayım nereden baktığıma ya da nasıl tartışmanın yürüdüğüne. Sanki şöyle bir düşünce var kamuoyunda yaygın olarak, ekonomi basınında ya da daha eleştirel yaklaşımlarda, muhalefette de; sanki iktidardakiler ne yapılacağını bilmiyorlar, yapılması gereken bir şey var da onu bilmiyorlar ve o yüzden bunlar olmuyor. Yani bir bilgi eksikliği nedeniyle başımıza gelenler geliyor gibi bir yaklaşım var yaygın bir şekilde. İşte liyakat tartışmalarıyla falan da besleniyor bu. Bu yani iktidardakiler ya da politika yapıcıları sorunları olabilir, liyakat sorunları olabilir, vardır da muhtemelen ama konunun doğrudan bununla ilgili olduğunu düşünmüyorum. Ya da şöyle bir durum var, onu söyleyeyim; bir ekonomi politikası teknik olarak en iyi, en doğru için uygulanmaz hiçbir zaman. O belirli bir dönem için en uygun ekonomik ve siyasi dengeyi yansıttığı için uygulanır ve o denge noktasıdır diyelim. Toplumsal güç ilişkileri ve bunun sonucunda oluşan hakim sosyal blokların çıkarları doğrultusunda gerçekleşiyor genelde. “Bir ekonomi politikası yapımı nasıl oluşur?” diye baktığımızda bunu görüyoruz. Şimdi buradan baktığımda Türkiye’de 2000’li yıllardan beri, AKP’li yıllardan beri kabaca iki dönem karşımıza çıkıyor; işte 2001 krizi sonrasında oluşan ve -hani kabaca 2008’de bitti IMF programı ama- küresel sermaye hareketlerinin canlılığı nedeniyle 2013’e kadar süren bir dönem var. Yani bu dönemde, kısaca özetlemem gerekirse Türkiye’de enflasyonu kontrol etmek için faizler yüksek tutuldu, yüksek faiz sonucu sermaye girişleri geldi ve Türkiye’ye sermaye geldi, sermaye gelince TL değerlendi, ithalat ucuzladı, tüketim arttı, faizler nispi olarak geriledi, enflasyon gerileyince borçlanma olanakları arttı, daha orta ve alt sınıfların ücretleri artmasa bile borçlanma olanakları arttığı için belirli bir yaşam seviyesi tutturabildi vs. Şimdi bunun sonuçları oldu ama sonuçları kronik olarak cari açığın artması, yani Türkiye’nin sürekli bir döviz ihtiyacının ortaya çıkması, ikinci olarak ithalat bağımlılığının artması, yani iğneden ipliğe şu anda karşımıza çıkan pek çok sorunda gördüğümüz, işte tarım sektöründe tohumdan başka konulara ithalat bağımlılığının daha da artması. Tabii buna özelleştirmeleri de ekleyelim; örneğin Türkiye kağıt ithal ediyor bugün. Yani yüksek teknoloji ürünü mü? Değil; daha önce Seka üretiyordu, özelleştirildikten sonra yurt dışından ithal etmek daha ucuz olduğu için kağıt ithal etmeye başladı ama bu tip durumlarda görüyoruz ki bu çok da ucuz olmayabiliyor falan ama ikinci olarak ithalat bağımlılığı arttı. Üçüncüsü de yüksek kronik işsizlik bu modelin sonucuydu, yani 80, 90’lı yıllarda Türkiye’de 10-14% arasında sabitlenen bir işsizlik yoktu. Bu 2000’li yılların, 2010’lu yılların bize getirdiği sonuçlar. Son olarak da tarım ve sanayi…

ÖÖ: Özür dilerim, galiba istihdamsız kalkınma gibi isimler takılıyordu sanırım.

ÜA: Evet, çeşitli adlandırmalar var evet. Son olarak da sanayi ve tarımda üretimdeki aşınmalar gerçekleşti. Bazıları “erken sanayisizleşme” diye adlandırıyor bu konuyu. Bunun da temel nedeni ucuz ithalat, yani yurtdışından ucuz ithalat etmek varken Türkiye’de içeride üretmenin iktisadi anlamı kalmıyor, pek çok üründe, pek çok malda.

ÖM: Aşınmadan kasıt nedir?

FED kararı ve 2013'te yaşanan kırılma noktası

ÜA: Sanayinin milli gelirdeki payının azalması ya da tarım ürünlerindeki ithalat oranının, yani üretim kapasitesinin azalması, aşınmadan kastedilen o. Bütün bunlar sonucunda 2013’e geldiğimizde bir dönüm noktasına geldi Türkiye. Bu hani siyaseten sadece tartışılan, Gezi gibi ya da 17-25 Aralık gibi bir dönüm noktası değil, iktisadi olarak da bu modelin tıkandığı bir noktaydı. Çünkü bu model aslında sermaye girişleriyle beslendiği sürece işleyebilen, o sayede ayakta kalabilen bir modeldi. 2013’te bunu değiştiren ne oldu? İşte ABD merkez bankası FED’in küresel piyasalardaki likiditenin azalacağını ilan etmesi ve 2015’ten sonra da azalmaya başlamasıyla bu 2001-2013 arası Türkiye’de ve Türkiye gibi ülkelerde işleyen standart neoliberal reçetenin artık öncesindeki gibi işlemeyebileceği ortaya çıktı. Şimdiki yaşadığımız sorunlar, kronik hale gelen kriz aslında 2013 sonrası iktidarın bu 2001-2013 modelinden ayrışmaya başlamasıyla ortaya çıktı. Bir yandan şunu da söyleyeyim; yani 2001-2013 arasındaki bu modelin krizi bir yanıyla şu andaki yaşadıklarımızı doğurdu ki Erdoğan önceki gün yaptığı konuşmasında açıkça şunu söyledi -yani sanıyorum önceki günkü konuşması-, ilk kez bütün bunların bu kadar sarih bir şekilde ortaya konduğu bir konuşmaydı. Şimdi önümde metni var, diyor ki “Karşımızdaki bu tablo bizi bir tercihe zorlamıştır; ya ülkemizde eskiden beri hakim olan anlayışı sürdürecektik ya da kendi önceliklerimize göre yolumuzu devam ettirecektik” vs. Yani bu ayrım noktasında 2001-2013’ü tercih etmediklerini kesinkes ilan etmiş oldu ve hani şey tartışmasını da bence kapatmış oldu, işte “biliyorlar, bilmiyorlar, yanlışlıkla yapıyorlar, hatalı tercihler var, şunu yapsalardı böyle olurdu” kısmını kapatmış oldu. “Biz bunları tercih ettik ve şu anda bunun sonuçlarını yaşıyorsunuz” diye ilan etmiş oldu. Ben bu arada böyle konuşuyorum ama kesebilirsiniz lütfen, alışkanlık olduğu için sürekli konuşuyorum. Sadece şuna bağlayayım…

ÖM: Bir tek şey sorayım o zaman, 2008’deki dünyada uluslararası büyük kriz olduğunda bankaların trilyonlarca Dolar’la kurtarıldığı dönemde Türkiye’ye bunun bir yansıması oldu mu 2008 krizinin?

ÜA: Türkiye ve Türkiye gibi ülkelere işte “gelişmekte olan piyasalar” deniyor, doğrudan yansıması sadece bir yıllık daralma olarak gerçekleşti. 2009’la başta Amerika’nın ve AB’nin merkez bankalarının krize müdahale şekli Türkiye gibi ülkelerde 2008 krizinin etkilerini 2013 sonrasına kadar ertelenmesini mümkün kıldı. O da işte banka kurtarma operasyonları merkez ülkelerde ve işte miktarsal genişleme olarak adlandırılan piyasaya para sürme, likiditeyi arttırma ve krizden bu sayede çıkma politika tepkisinin sonuçları Türkiye gibi ülkelere muazzam sermaye girişlerinin yaşanması oldu. Yani Türkiye ekonomisi 2010’da 9-10%, 2011’de 10% ekonomik büyümelerle gerçekleşti. Tam bu, hatırlarsanız 2010 referandumu sırasında müthiş bir ekonomik büyümeyle girebildi ama sadece Türkiye’ye değil, dediğim gibi pek çok ülke de bu şekilde faydalandı. Bu o nedenle, hani daha nasıl diyelim, batı için 2008 bir dönüm noktasıysa Türkiye gibi ülkeler için bu anlamda 2013 küresel krizin yansımaları anlamında dönüm noktası 2013.

ÖM: Evet 2013, çok teşekkürler, evet anladım. 

İktidar para politikalarında büyük sermayedarların çıkarlarını mı KOBİ'lerin çıkarlarını mı gözetiyor? 

ÜA: Rica ederim, isterseniz bugüne geleyim; tamam işlemeyen bir model vardı ve onun işleme koşulları değiştiği için artık 2013’e dönmeyi tercih etmiyor iktidar. Ondan sonra girdiği yolda şeyleri de değişti, bu politika yapım sürecinde ya da sosyal koalisyon olarak baktığımızda sınıfsal değişim de değişti belki. İlk dönemin az önce sıraladığım özellikleri yaşanırken, örneğin işte AB’ye uyum süreci, IMF programı, işte TÜSİAD’ın entelektüel olarak hakim olduğu, söylediklerinin daha ciddiye alındığı, işte Türkiye’de Merkez Bankası bağımsızlığı, bunların yansımaları olarak kurumsal yapılarının oluştuğu bir çeşit teknokratik makinanın düzenleyici kurumlarının vs.nin oluştuğu, işte özelleştirmelerin geldiği falan, hepimizin bildiği 2000’lerin başı süreci. Şimdi bu yapı değişince 2013 sonrasında bütün bu düzenin parçaları da değişmeye başladı. Yani devlet yapısındaki bu depolitizasyona dayanan yapı değişti, yeniden siyasileşme yaşandı bu az önce sözünü ettiğim kurumlarda. Ekonomi politikası anlamında hakim güç ya da iktidar bloğu diyelim, hakim güç TÜSİAD’ın birazcık kenara doğru itilmesi ve onun karşısında farklı grupların çıkarlarının da giderek daha fazla temsil edilmeye başlandığını görüyoruz. Günümüze gelindiğinde bu 2001-2013 arası büyüme döneminde bundan faydalanan kesimlerin şu anda daralma döneminin nimetlerini bölüşme konusunda birbiriyle kavgaya başladıklarını söyleyebiliriz. Dediğim gibi 2013 sonrasında ama daha da çok yoğun bir şekilde 2018’de başlayan ve ardından işte korona kaynaklı sorunlarla 2020’de de devam eden ve hâlâ içinde olduğumuz 2018 sonrasındaki kriz döneminde. Böyle bir Türkiye’deki hakim sermaye kesimleri içerisinde de bir mücadele var ve bu mücadelenin odak noktası para politikası ve faiz politikası. Çünkü aslında, yani çok da karmaşık değil, bu iki kesimin çıkarları basit bir şekilde birbiriyle çelişiyor; ilk gruptakiler diyelim TL’nin daha istikrarlı olmasının avantajlarından yararlanırken yani öngörülebilirlik gibi, zararlarından, külfetlerinden, zarara katlanmak zorunda kalmıyorlar, külfeti yüksek faiz bunun. Çünkü bu kesim uluslararası piyasalardan borçlanabiliyor, uluslararası piyasalardan borçlanma Dolar’la %1-2 borçlandığı sürece Türkiye’deki faizlerin yüksek olması bu kesimler açısından çok büyük bir sorun yaratmıyor. Türkiye’de faizler yükseldiği zaman öngörülebilirlik, fiyat istikrarı oluşuyor ve böyle bir ekonomik ortamda işlemlerini sürdürebiliyorlar bu kesimler. Bu kabaca büyük sermaye kesimleri. Diğer grup ise uluslararası sermaye ve finans piyasalarına erişimi olmayan kesimler. Bunların tek borçlanma aracı TL. Ve TL faizi yüksek olduğu sürece ekonomik canlanmayı gerçekleştiremiyorlar. Şimdi bu kesimlerle Türkiye’deki siyasi iktidar arasında 2013 sonrasında bir kader ortaklığı neredeyse yaşandı. İşte her kritik dönemeç öncesinde, referandum öncesinde bu kesimleri destekleyen ekonomi politikaları uygulandı. Örneğin 2017’deki referandum öncesinde, 2016’daki darbe girişimi sonrasında kredi garanti fonu devreye sokuldu ve bu KOBİ’lere, küçük ölçekli sermayeye, az önce söylediğim uluslararası piyasalara erişimi olmayan kesimlere yoğun bir destek gerçekleşti. Hatta zamanın başbakanı Binali Yıldırım’ın dediği gibi “biz bu KGF’yi uygulamaya sokmasaydık en az 30 bin KOBİ batacaktı” diye. Yani o 30 bin sayısını daha da genişletebiliriz, çünkü o KGF uygulamasını erken bir zamanda söylemişti. Neyse, sonuç olarak bu kesimin 2016-17’de, başkanlık seçimi olan 2018’de ya da pandemi sırasında geliştirilen ekonomi politikasında, bu ucuz kredi politika tepkisini düşündüğümüzde her kritik dönemeçte bu kesimlerle, dediğim gibi, neredeyse bir kader ortaklığı yapmış durumda ve sosyal tabanı olarak artık bunu görüyor ve aslında biraz da anladığım kadarıyla TÜSİAD’ın hakim olduğu ekonomi programını uygulamaktan çekindiği, bunun kendi tabanına, oy oranına zarar vereceği, istikrar programına zarar vereceğini düşündüğü için onu dengeleyecek bir sermaye kesimini de aktif olarak destekliyor. 

ÖÖ: KOBİ’ler aynı zamanda sanırım istihdamın da ana yükünü çekiyorlar?

ÜA: Tabii tabii, yani Türkiye’deki işletmelerin çok büyük oranı, 90% üzeri KOBİ zaten. Yani buradan başka şeyleri de katabiliriz; örneğin inşaatçılar elbette faiz düşük olunca şey yapabiliyorlar, konut kredisi satabiliyorlar. Şu andaki durumda fiyat artışlarını, konut fiyatı artışlarını yani inşaat maliyetleri artsa bile bunu konut fiyatı artışlarına yansıtabildikleri sürece hani onlar bu süreçte yine destekliyor görünüyorlar. Ya da ihracatçılar, bir kısmı özellikle. Ya da şöyle diyelim; Türkiye’deki üretim yapısında ithalat ağırlıklı ancak daha büyük ölçekli sermaye kesimleri, işte örneğin otomotiv vs., burada ithal girdi oranı yüksek. Dolayısıyla onlar doğrudan bu süreçten yararlanmıyor olabilirler ama teknolojik düzeyli üretim yapan, özellikle emek, ücretin maliyet içinde büyük yer kapladığı küçük ölçekli kesimler, tekstil, gıda, vs. gibi sektörlerde bu kesimlere esas olarak yarıyor bu ihracatçılar içinde. Burada, dolayısıyla 2013 sonrası girilen yolda böyle bir şey görüyoruz. Zikzaklar olsa da zaman zaman, örneğin Ağbal’ın yerine gelmesi ya da 2018’de bu Rahip Bronson sürtüşmeleri sonrasında yaşanan döviz krizinde Berat Albayrak’ın 6,5% faiz arttırması gibi, yani zikzaklar görüyoruz, iki tarafa da dönmesini. Bu da tam Türkiye’de ödemeler dengesi krizine yaklaşınca işler iyice kötüye gittiğinde sert bir faiz artışıyla bir dönem kazanılıyor ama sonra tekrar bu 2013 sonrasındaki benim “utangaç kalkınmacılık” diye adlandırdığım -daha iyi bir laf bulamadığımdan diyorum bunu da- bir yörüngeye doğru sapıyorlar. 

"Bir yanda ihracat rekorları diğer yanda yüksek enflasyon"

ÖM: Şimdi burada sözünüzü keserek özür dileyeyim. 3-4 dakikamız kalmışken; bir de bir yol ayrımına gelmiş gibi görünüyor bütün anlattıklarınızdan da. “Daha sonra ne olur?” diye bir kehanet olmasa bile “nasıl görünüyor bu bakış açısından bu tabloda?” diye bir soruyla bitirebilir miyiz?

ÜA: Tabii. 

ÖÖ: Ben de buna bir şey ekleyebilir miyim? Sen yazılarında aynı zamanda, aslında yapısal sorun olduğundan bahsediyorsun, belki biraz sonra buna değineceksin. Şu anki bu düşük enflasyon politikalarının hani KOBİ’lerin çıkarına belki bir noktada olduğunu söylemiştik ama geçen gün Koç Üniversitesi’nden Prof. Dr. Selva Demiralp şöyle bir şey söyledi: “Merkez Bankası enflasyon düşmeden politika faizini indirdiği için politika faizinden kredi faizine sirayet eden kanal tıkandı. Yani kredi faizleri fazla düşmüyor. Yani MB düşürse bile KOBİ’lere verilen -MB’den almıyor tabii KOBİ’ler- diğer bankalar bu faizleri yansıtarak veriyor” ve hatta bir başka yorumcu da bu bankaları mı kastediyor bilmiyorum ama artık sözleşmelerin de kurdaki istikrarsızlık yüzünden Dolar üzerinden yapılmaya başlandığı bahsediliyordu. Böyle iki eleştiri de var yani bu politikanın, düşük faizin bu sefer tutmayabileceğine dair.

ÜA: Evet, ikisini şöyle yanıtlamaya çalışayım; yani bu az önce anlatmaya çalıştığım hikaye, geçtiğimiz eylül ayına kadar anlattığım şekilde geldi ancak eylülde daha köklü bir kulvar değişikliği yaşandı. Çok daha agresif bir faiz indirimi sürecine başladı Merkez Bankası ve yüksek enflasyon... Bunu daha önce yapmamıştı. Yani bunun bir sonucu var: Bir yanda ihracat rekorları diğer yanda yüksek enflasyon. Bu, yani şu anda önümüzdeki kritik soru mevcut iktidar bloğunun bu 2013 sonrasındaki zikzaklardan da oluşan çizgiyi takip ederek yeni bir U dönüşüne doğru mu ilerlediği? Yani biz aynı 2018’de yapılan 6,5% faiz artışı ya da işte Ağbal döneminde yapılan gibi yüksek oranla 7-8%’lik faiz artışına doğru mu yaklaşıyoruz? Yoksa artık bu zikzaklı dönemi de geçtik ve tamamen bunların aşıldığı yeni bir döneme mi giriyoruz? Yani burada TL’nin değersizleşmesinin teknik bir sınırı yok, yoksullaşmanın o anlamda sınırı yok. Şimdi yani önümüzdeki dönemde soru bu. Bu da işte önceki günkü, az önce size okuduğum cumhurbaşkanının ifadesinden anlaşılan herhangi bir şekilde buradan sapılmayacağı. Yani “şimdi böyle olunca ne olur?” kısmına baktığımızda -ilk başta söylediğimle belki tamamlamaya çalışayım- dün 13%’lük değer kaybı oldu, sadece dün. Eylülden bu yana 30%’un üzerinde oldu. Bugün de, şimdi baktığım zaman değer kayıpları sürüyor. İşte bunun en önemli sonucu fiyatlama davranışının ortadan kalkması. Şu anda, dünden beri pek çok sektörden şey haberleri geliyor, yani mevcut malı hangi fiyattan satacağını belirleyemediği için satışlarının durdurulduğu haberleri geliyor. Örneğin perakende sektöründe yaşananlar kadar gübre fiyatlarını tespit edememekten kaynaklanan sorunlara kadar pek çok sektörde bu dağınıklık görülüyor ya da işte konut satışları, otomotiv satışlarının da durduğu benzer şekilde söyleniyor. Şimdi bir kilitlenme anı var şu anda. Bu mevcut değersizleşme bu şekilde sürerse bu kilitlenmenin aşılması mümkün değil ve bu çok büyük bir daralmayı beraberinde getirebilir ve müthiş bir fiyat artışı furyasını beraberinde getirebilir. İşte ekmekten benzine ya da aklınıza gelebilecek her türlü şeyin inanılmaz bir şekilde hızlı fiyat artışlarını getirebilir. Şimdi o andan sonra da “bu siyaseten ne kadar sürdürülebilir?” konusu geliyor, çünkü artık ekonomik bir tartışmadan ziyade bu politikanın uygulanması nasıl geçilir? Hani “geniş kesimleri yoksullaştıran bu politika nasıl değişir?” konusu geliyor. Orada da siyasi tartışmalar, muhalefetin rolü ortaya çıkacak. Burada o yüzden ekonomik bir eşik, “şuraya gelirse şöyle olur” demek oldukça güç. Kabaca böyle gözüküyor, herkese kolay gelsin demek istiyorum.

ÖM: Evet, çok teşekkür ederiz. Yani son derece aydınlatıcı ve açıklayıcı oldu, çok teşekkürler bu şey için, belki ilerideki gelişmelere tekrar kapınızı çalarız bize konuk olursanız.

ÜA: Memnuniyetle.

ÖM: Takibini de yapmaya çalışırız. Benim gibi eskilerin daha önceden alışık olduğu, bildiği kritik iktisadi kriz dönemlerinden genç nesillerin ne kadar farkında olduklarından pek emin değilim. Bayağı ciddi bir sarsıntılı dönemin içinde görülüyoruz. Yani şu anda baktığımda  Dolar 13 civarında görünüyor, 12,96 gibi.

ÖÖ: 13 TL.

ÖM: TL evet. 12,96 TL görünüyor en son. Yani 13’ü de aşmasının an meselesi olduğu hissiyatı var. Çok kritik bir yol ayrımındayız, herkese kolay gelsin, Ümit Akçay’ın söylediği gibi. Evet, iktisatçı, yazar Ümit Akçay’la konuştuk, çok teşekkür ederiz. 

ÜA: İyi yayınlar diliyorum, sağ olun!

ÖÖ: Görüşmek üzere.