İskender Savaşır'ın Ardından: Ruhsal Tarih, Dalgın Sular ve Adapazarı

Açık Radyo'dan
-
Aa
+
a
a
a

Programcımız İskender Savaşır'ı kaybettik. Kendisini öncelikle psikoterapist, sonra hoca olarak tanımladığı 2017 tarihli bir söyleşiyi yayınlayarak onu ve yaptıklarını kendi cümleleriyle anmak istedik.

13 Kasım 2017

Verda Deren

İskender Savaşır kendisini öncelikle psikoterapist, sonra hoca olarak tanımlıyor. Asıl beslendiği alan ise kendi deyişiyle ‘eğitimler ve tartışmalı seminerlerler’ düzenlemek. Bir ayağı Adapazarı’nda olan İskender Savaşır ile konuştuk.
 

Adapazarı’nda belli bir kesim sizi ve çalışmalarınızı yakından takip ediyor. Sizi tanımayanlar için sormak istersek kısaca İskender Savaşır kimdir?

    
Aslen bir psikoterapistim. Bundan yıllar önce ortak bir psikoterapi eğitimi çatısı kurmaya çalışırken benim bir ısrarım vardı. Bir psikoterapist hiçbir zaman maddi ve manevi geçiminin tamamını psikoterapiden sağlamamalıdır. Mutlaka bunu besleyen yan dallar olmalıdır. Benim çok farklı ilgi alanlarım var ancak asıl beslendiğim alan eğitimler ve tartışmalı seminerler düzenlemek. Öncelikle psikoterapistim, ikincil olarak hocayım.
  

İstanbul’da yaşıyorsunuz, çalışmalarınızın önemli ayağını İstanbul’dan yürütüyor bir yandan da Ankara, İzmir, Adapazarı gibi farklı şehirlerde devam eden seminer ve projeleriniz var. Peki, neden Adapazarı? Adapazarı’nın sizin için özel bir anlamı ya da alanınızla ilgili bir gerekçesi var mı?

Sanırım buna önce taşra kavramından başlamak lazım. Taşranın ve taşra-modernlik ilişkisinin benim için özel önemi var. Taşranın benim için taşıdığı önemi aslında ilk kez mezuniyet sonrası eğitim için gittiğim Amerika’da idrak ettim. Adapazarı’nın benim için nasıl önemi varsa Kansas da benim için aynı anlamı ifade ediyor. Bunun üzerine çok düşünme fırsatım oldu. Bu kadar hayatımın büyük bir bölümünü, duygusal tatmin yaşadığım kısmını modernliğin uzağında değil kıyısında olan taşralarda geçirmenin anlamını düşündüğümde merkez diye anılan büyük şehirlerin –İstanbul gibi- tarih ve zaman karşısında belli bir taşralığı olduğunu fark ettim. Kendilerini moda olan şeye çok fazla kaptırıyorlar. Burada Entelektüel modalardan da bahsetmek gerekiyor. En son teorinin geliştirdiği kavramların büyüsüne kapılıp bir terminoloji batağında boğulma eğilimi özellikle akademide ve beni yakından ilgilendiren sosyal bilimlerde en yeni geliştirilen kavramın, hakikatin tamamını kuşatacağı gibi yanılsamalar kapılmak çok mümkün. Özellikle Amerika’da Kansas, burada da Adapazarı’nda kendimi daha insanlığın kalıcı sorunlarıyla daha irtibatlı olduğumu, modadan ya da gelgeç heveslerden bağımsız olarak tarif edilen bu hayatta ne yapacağım, çocuklarımı nasıl yetiştireceğim gibi daha güncel sorunlara cevap olabileceğimi, ayaklarımın yere bastığını hissettim sanırım. Sapla samanı ayırmak biraz daha kolay oluyor. 


Adapazarı ve Moira’nın elbette benim için özel bir anlamı var. Neden Adapazarı sorusunun cevabı benim için son derece kişisel. Aslına bakacak olursanız Moira’daki arkadaşlar beni keşfetti. Onlarla kurduğumuz özel ilişki, onların benden seminer ve süpervizyon alması sırasında aramızda oluşan kimya diyeceksiniz ama o da esrarengizleştiriyor. Açıkçası asıl sebebi, eğitim ilişkisine yaptıkları yüksek yatırım, birlikte iş yapmanın verdiği heyecan, yeni projeler için beni kışkırtmaları, beni yeni alan keşfetmeye zorlamaları, Moira’yı kurarken ve birlikte düşünme süreçlerinde ortaya çıkan heyecan beni etkiledi. Seminerlere katılan diğer arkadaşlarla da aynı heyecanı yakaladığımızı gördüm. Neredeyse bütün ilgilerimi paylaştığım bir çevre oluştu. Oluşan çevrenin gelişmesi de çok dengeli oldu. Burada çalışıyor olmaktan çok memnunum.

Moira dediniz, ortak kurduğunuz arkadaşlardan bahsettiniz. Peki, Adapazarı ve Moira’da neler yapıyorsunuz?


Moira bir psikoterapi merkezi. Bunun yanı sıra kişiler için kültürel merkez vasfı edinmeleri için bir eğitim merkezi özelliğine de sahip. Daha önce kuruluşuna katıldığım ya da bünyesine katıldığım diğer merkezlerde de buna önem verdim. Kişilerin ve kurumun beslenmesi adına bu özellik önem kazanıyor. Temelde psikoterapi faaliyetleri yürütülüyor. Bunun yanında eğitim faaliyetleri ve seminerler devam ediyor. Bu eğitimlerin önemli bir bölümü mesleki eğitim. Ancak ben mesleki eğitimi, ilgisini kanıtlamış, ilgi düzeyinin sahiciliğini kanıtlamış meslek dışı kişilere de açık tutma eğilimindeyim ve burada da bunu yürütüyoruz.

Bunun yanı sıra; benim beş yıl önce bir sorumluluk projesi olarak başlattığım, Dalgın Sular diye bir projemiz var. Deneysel sanat terapisi formu olarak yeniden icat etmeye çalışıyoruz. Çok heyecan verici bir proje ve danışanlar da deneysel bir terapi olduğunun farkında olarak çalışmaya katılıyor. El yordamı ile bir şeyleri yaratmaya, kurallarını koymaya, gelişim seyri hakkında fikir üretmeye, üzerine teori geliştirmeye çalışıyoruz.

Ayrıca diğer arkadaşlar kurum içi eğitimin yanında, çevre kurumlara, fabrikalara, işletmelere verdikleri eğitimler var. Önümüzdeki süreçlerde kurum dışı eğitimlerin artacağı görülüyor.

Hâlâ devam etmekte olan son semineriniz “İnsanlığın Ruhsal Tarihi” çok konuşuluyor. Bu seminerden sizin ve katılımcıların muradı nedir? Bu seminerin çerçevesini kısaca paylaşır mısınız?

Açıkçası bunu kısaca anlatmak biraz zor olacak. Çünkü seminerin tanıtım oturumu bir saati aşkın bir zaman aldı. Ama ben özetlemeye çalışacağım. Bir yanı ile yakın geçmişimizdeki bir eleştiri dalgası ile çok yakından ilişkili bir faaliyet sürdürüyoruz. Bir kuşak fenomenini işaret eden bir konu. 1950’lerin sonuna kadar insanlık tarihi denilen şey aslında çok tanımlı bir alandı. Ama özellikle bizim kuşak, yani 68 kuşağı olarak bilinen kuşak; akademik ve entelektüel dünyada son derece yıkıcı bir faaliyetle düşünce dünyasına damgasını vurdu. Post modernizim, post yapısalcılık, post kolonializm terimleri ile adlandırılan bir süreç. Bugüne kadar batı düşüncesinde geliştirilmiş olan insanlık kavramının da, insanlık tarihi diye adlandırılan yekpâre bir sürecin de, aslında bir politik iradeyi gizleyen, gözde terimle batılı beyaz erkeğin tahakküm iradesinin hikayesi olduğunu gösterdiler. Bu tarihin içerisinde madun halkların, tâbi halkların, kadınların, eşcinsellerin ve birçok kesimin tamamen görünmez kılındığı bir tarih olduğunu gösterdiler. Keza bir bütünsel tarih kavrayışında bu eleştiri o kadar derinleşti ki, bu bir şekilde insanlık kavramının kendisini çok problemli bir hale getirdi. Sonunda bu anlayış, her deneyim ancak kendi terimleri içinde anlaşılır diye özetleyebilecek mutlak bir öğretivizme doğru savruldu. Özellikle 80’lerin ortasında başlayıp 90’ların sonuna kadar bir özgürleşme süreci olarak yaşandığı hatta alkışlandığı bir dönem de oldu. Ancak bugünlere gelindiğinde “bu eleştirinin dozu kaçmadı mı”gibi bir hissiyat yaygın olarak hissedildi. Bugün, eleştirileri de hesaba katarak, bir şekilde tahakküm projesinden bağımsızlaştırarak ve kendi deneyim alanımızı zenginleştirerek insanlıkkavramını yeniden tanımlayabilir miyiz gibi bir soru ortaya çıktı. Bu sadece bize özgü bir soru değil, batı dünyasında da tartışılan bir konu. Dolayısı ile global tarih yazımı yeniden gözde hale geldi. Bunda dünya sistemi analizlerinin büyük bir payı var. Bunların başında Fernand Braudel ve Türkiye’de de büyük ilgi uyandıran “Tüfek, mikrop ve çelik” kitabının yazarı Jared Diamond bu tür tarih yazımının önemli örneklerindendir. Bir başka önemli girdi de; biyoloji, genetik ve sinir bilimde yaşanan gelişmelerdir.

Bizim yani 68 ve ondan önceki kuşağın özellikle ırkçılık tehlikesinden kaçınmak endişesi ile biyoloji ve tarih arasına aşılmaz bir duvar örme eğilimi vardı. Ama biyoloji ve genetikteki baş döndürücü gelişmeler, insan genomu şifresinin çözülmesi ile yeni ufuklar açıldı. Türkiye’de de yankı bulan Harari’nin ( Homo Sapiens) kitabı da, biyolojiyi tarih ile birlikte düşünerek dünya tarihi yazma projesinin ilk ifadelerinden biridir. Aslında Harari ve Diamond’un spesifik düzeydeki iddialarına katıldığım anlamına gelmese de, aynı projeden bahsettiğimiz anlamına geliyor. İnsanlığın Ruhsal Tarihi seminerinde, paralel metin olarak Harari’nin kitabına da bakıyoruz. Benim kurgulamaya çalıştığım tarih anlayışının başka bir gözden nasıl görülebiliri gözlemlemek için.

Diğer yandan bahsettiğimiz Dalgın Sular projesi ise bir şekilde geçmişin ihyâsı alt başlığını taşıyor. Herkesin kişisel geçmişinde bastırılmış olanın ve göz ardı edilmiş olanın yeniden başka bir gözle okunmasının, özgürleştirici bir deneyim olduğu iddiası var. Tabi kişisel geçmiş ile kültürün geçmişi birbirinden kolay ayrılmaması gereken şeyler. Biz Dalgın Sular’la; Fantezi, kurgulama ve anımsama arasındaki çizgiyi kasten bulandırma riskini göze alarak teşvik ediyoruz. Bunu yaparken de “gerçeklik ve düz tarih algısı neydi, gerçekliğin kendisi nasıldı?” sorusuna cevap arıyoruz.  

Sonuç olarak belirtmem gerekirse; bahsettiğimiz şey benim emeklilik projem diyebiliriz. Amatör tarihçilik çocukluktan itibaren benim hayalim oldu. Yaptığım en keyifli okumalar tarih yazımına ait okumalardır. Bu çalışmalar, bir bakıma yıllar boyu biriktirdiklerimi ortaya dökme zamanı gelmiştir belki, düşüncesinin ürünleri. Açıkçası gördüğüm ilgiden de memnunum. İstanbul’da iki ayrı yerde ve Adapazarı’nda veriyorum bu seminerleri.

Sohbetimizi bitirmeden önce, önümüzdeki süreçlerde Adapazarı’nda planladığınız başka proje ve seminerleriniz var mı?

Seminerlerimiz ve Dalgın Sular yeni gruplarla devam edecek. Dalgın Sular zaten esnek bir çerçeve. Yeni bir çerçeve icat etmemize gerek olduğunu sanmıyorum. Mesela genç bir arkadaşımız var Atina’dan yeni döndü. Video terapi üzerine çalışmaları var. Doğrudan sanatsal faaliyetlerle sürdürülebilecek atölye çalışmalarına da zemin oluşturacağını umuyorum. Onun çalışmalarımıza katılacak olması ve ortaya çıkacak ürünler beni heyecanlandırıyor. Ayrıca akranım olan, ya da belli dönemlerde beraber çalıştığımız, alanında iyi işler yapmış meslekten bazı arkadaşlar zaman zaman Adapazarı’na gelip mesleki eğitimlere destek veriyor ve vermeye devam edecekler. Mesela geçen eğitimlerin birinde Artin Göncü gelmişti, önümüzdeki aylarda tekrar gelecek. Elbette havai fişekler patlamayacak ama Adapazarı’nda güzel işler ortaya çıkaracağımızı umuyorum.

***

 İskender Savaşır Kimdir?

Kasım 1955’te Ankara’da doğan İskender Savaşır Hacettepe ve California Üniversitesi Berkeley’de psikoloji, Kansas Üniversitesi'nde dilbilim eğitimi gördü. İlk şiirleri 1978 yılında Oluşum ve Türkiye Yazıları dergilerinde yayımlandı. Daha sonra yayın yönetiminde de yer aldığı Toplum ve Bilim, Zemin, Defter ve McWorld dergilerinde yazı ve şiirleri yayımlandı. Bilgisayar Ansiklopedisi ve Ero Cinsel Yaşam Ansiklopedisi'nin yayın yönetmenliğini, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi'nin yayın koordinatörlüğünü yaptı. İmago ve İçgörü psikoterapi merkezlerinde psikoterapist ve eğitimci olarak çalıştı; Daha sonra kuruluşuna katıldığı Tünel Kültür Merkezi, Karşı Sanat’la bütünleşerek faaliyetlerini sürdürdü. 2005-2013 yılları arasında çalışmalarını kuruluşuna katkıda bulunduğu Aralık Derneği’nde sürdürdükten sonra, halen sürmekte olan geniş bir sosyal sorumluluk, yayın ve araştırma projesi olan Dalgın Sular projesini başlattı.

İskender Savaşır Bilgi Üniversitesi Rönesans seminerleri ile Psikoloji Psikolojiye Giriş  dersleri verdi.
İskender Savaşır' ın öykülerini bir araya getirdiği Masaldan Sonra (Cumartesi, 1992) ve Tutku 2000 adlı bir romanı bulunuyor. Dil üzerine yazılarını Kelimelerin Anayurdu ve Tarihi (Metis, 2000), modernleşme sorunları üzerine olanları Modernliğin Vicdanı (Kanat 2007) başlığı altında topladı.