Mehmet Nuray Aydınoğlu'nun 50. Akademik yılı (2. Bölüm)

-
Aa
+
a
a
a

Prof. Dr. M. Nuray Aydınoğlu ile gerçekleştirdiğimiz dört programlık seride Aydınoğlu, meslekteki 50 yılını ve deprem mühendisliğinin nereden nereye geldiğini anlatıyor.

Altın Saatler Ekibi: Soldan sağa Elvan, Gürhan, M. Nuray Hoca, Argun.
Altın Saatler Ekibi: Soldan sağa Elvan, Gürhan, M. Nuray Hoca, Argun.
Mehmet Nuray Aydınoğlu'nun 50. Akademik Yılı-2
 

Mehmet Nuray Aydınoğlu'nun 50. Akademik Yılı-2

podcast servisi: iTunes / RSS

(6 Ekim 2021 tarihinde Açık Radyo’da Altın Saatler programında yayınlanmıştır.)

Gürhan Ertür: Açık Radyo’da Altın Saatler programını dinleyeceksiniz. Bugünkü programı Mehmet Nuray Aydınoğlu, Elvan Cantekin, Muzaffer Tunca ve ben Gürhan Ertür birlikte sunuyoruz. Halen evlerimizdeyiz ve programın kaydını Selahattin Çolak arkadaşımız gerçekleştiriyor. Açık Radyo’nun teknik ve idari ekibine bu zor dönemde sesimizi sizlere ulaştırdıkları için çok teşekkür ederiz. Bugün 6 Ekim Çarşamba ve saat şu anda 11:00, siz bu kaydımızı bugün saat 15:30’da dinleyeceksiniz. Telefon numaramız alan kodu 212 343 40 40, elektronik posta adresimiz [email protected]. Altın Saatler programının ses kayıtlarını Açık Radyo’nun internet adresinde podcast bölümünde dinleyebilirsiniz. Bugünkü programımızın destekçisi Zeynep Nuhoğlu’na teşekkürlerimizi iletiyoruz. Biliyorsunuz geçen hafta Açık Radyo’da Altın Saatler programında Mehmet Nuray Aydınoğlu hocamızın 50. akademik yılı vesilesiyle ‘50 yılda dünyada ve Türkiye’de deprem mühendisliği nereden nereye geldiği’ başlıklı bir program hazırlamıştık ve sunmuştuk. Bu hazırlık içinde Nuray hocamıza tekrar teşekkür ederiz. Bugün ikinci bölümünü yayınlayacağız. Arkadaşlar hoş geldiniz! Nuray hocam merhabalar!

Mehmet Nuray Aydınoğlu: Merhabalar!

Elvan Cantekin: Merhabalar!

Muzaffer Tunçağ: Hoş bulduk, merhabalar!

GE: Evet Argun aramızda yok çünkü Argun şu anda Ankara’dan İstanbul’a geliyor, yolda, o nedenle katılamadı. Evet, Nuray hocam geçen hafta kaldığımız yerden devam edelim. 

MNA: Evet, şimdi hatırladığım kadarıyla tabii geçen hafta belli bir kronolojik sıraya doğru sırayla gittik ama araya başka konular da girdi. Hatırladığım kadarıyla 1977’de bitirdiğim doktoradan sonraki dönemde kalmıştık, o dönemle ilgili gözlemlerimi aktarmaya çalışacağım. Yine kendimden çok fazla bahsetmemeye çalışacağım ama tabii ister istemez benim yaşadığım ortam benim deneyimimle de ilgili, benim gözlemlerimle de ilgili. İster istemez bazı konularda kişisel konulardan da bahsedeceğim. Evet, 1977’de doktorayı bitirdikten sonra İTÜ’de doktor asistan oldum, hoca olarak ilk dersleri vermeye başladım. O zaman aslında doktor asistanlara ders verdirmezlerdi, doçent olmadan ders verilmezdi, yani hoca olmak doçent olmaktı, yahut doçent olmak hoca olmaktı. Ders vermem için Fakülte Kurulu’ndan özel karar çıkmıştı.

Hemen doçentlik hazırlıklarına başladım. Bu arada ilk makalelerimi yazdım, ilk makalem 1977’de Yeni Delhi’de toplanan Dünya Deprem Mühendisliği Konferansı’ndaydı. Benim için çok özel bir yeri olan makaledir. Bu noktada Deprem Mühendisliği Türk Milli Komitesi (DMTMK)’nden bahsetmek istiyorum. DMTMK geçen hafta bahsettiğimiz değerli hocamız Rıfat Yarar tarafından kurulmuştur. Rıfat Yarar’ı biz bu nedenle Türkiye’de deprem mühendisliğinin kurucusu olarak anarız daima. 1975’te kuruldu, ben doktora öğrencisi idim ama ilk kurucular listesinde benim de ismim vardı. Rahmetli hoca gençlere çok değer verir ve çok fırsat verirdi. O bakımdan ona çok müteşekkirim. Bu milli komiteler bir müddet sonra kapatıldı, daha sonra hocamız Türkiye Deprem Vakfı’nı 1993’te kurdu. Ben de onun kurucu mütevelli üyesiyim. Hoca 2004’te vefat etti, 2004’e kadar da çok faal olarak, çok yaşlı olmasına rağmen devam etti çalışmaya hocamız, 91 yaşında vefat etti. Vakfın ondan sonraki başkanı maalesef onu da kaybettiğimiz Hasan Boduroğlu arkadaşımızdı. Hasan’la ben Maçka’da yıllarca beraber çalıştım, çok değerli bir arkadaşımızdır, onu ani olarak 2015’te kaybettik. Şimdi vakfın başkanlığını Mustafa Erdik arkadaşımız yapıyor, gayet de başarılı olarak vakfı yürütüyor. 

Aydınoğlu'nun uzun eğitim serüveni

O zamanlar doktoradan sonra genellikle yurt dışında bir doktora sonrası dönem geçirilirdi ve Amerika Birleşik Devletleri en çok tercih edilen ülkeydi. Ben de 1979’da Lehigh Üniversitesi’ne gittim, Lehigh Üniversitesi Pennsylvania’da bir üniversite. Orada bilimsel bir projede araştırıcı olarak çalıştım. 1 yıllığına gittim ama sonra 1 yıl daha uzatıldı, ailece gittik. İlginç bir deneyim oldu benim için, çocuğum orada okula gitti, İngilizce öğrendi, vs. Tabii Amerika’da bilimsel kazancın yanında özellikle araştırma ve üniversite hayatına uyum bakımından, bilimsel ufkumun açılması bakımından çok yararlı bir dönem geçirdim. Fakat tabii şöyle bir durum oldu, enteresandır ondan da bahsetmek istiyorum, biraz da Türkiye’nin yakın tarihiyle ilgili bir konu. O sıralar 70’lerin sonu, Türkiye’de muazzam karışıklıkların da olduğu bir dönem, biliyorsunuz her gün 15-20 kişi öldürülüyor, üniversiteler karmakarışık. Zaten ben Amerika’ya gitmeden başlamıştı üniversitelerde boykotlar, dersten hocaları çıkarmalar, beni de 2 defa dersten çıkarmışlardı o zaman öğrenciler. Biz itiraz etmiyorduk o zaman, fakat daha sonra İTÜ’de de ölümlü olaylar olmaya başladı. Herkes bana dedi ki “gelme sen Türkiye’ye, hazır oraya gitmişsin, kal orada, imkân bulursan kal”. Hiç düşünmüyordum ben öyle bir şeyi, benim planım doçentlik tezimi hazırlamak – ki hazırladım, çünkü orada çok güçlü bir bilgisayar vardı, kütüphane olanakları falan mukayese edilmeyecek kadar iyiydi tabii – ve Türkiye’ye dönüp doçent olmaktı. Hiç aklımda değildi dönmemek, ama düşünmeye de başladım. Çünkü ailem bile, yani annem babam bile “istersen gelme” demeye başladılar. Çok üzücü bir durum tabii. Hatta geçen programda sözünü ettiğim değerli arkadaşım Mehmet Çelebi orada kalmamı, gitmemem gerektiğini söylüyordu ve hatta bana Kaliforniya’da önemli bir firmada iş buldu, “gel ben seni görüştüreyim” falan dedi. 

Fakat benim öyle bir niyetim olmadığı için, sonuçta 1981’in başında Türkiye’ye döndüm ve doçentlik tezini teslim ettim, sanıyorum Mart ayında. Daha sonra Kasım ayında doçentlik imtihanına girdim. Ben eski kanuna, YÖK öncesi kanuna göre doçent olunan en son dönemdenim. Çünkü çok ilginçtir, o zaman iki sınav vardı. Biri kollokyum denilen bilim sınavı, ikincisi de hemen ertesi gün veya birkaç gün sonra yapılan deneme dersi. Deneme dersi çok önemli idi, çünkü daha önce de söylediğim gibi doçent olmak hoca olmak demekti, onun için güzel ders anlatacaksınız. O zaman çok önem verilirdi deneme dersine, hatta bilimsel bakımdan çok iyi olan ama deneme dersinden maalesef başarısız olan birkaç arkadaşımızı da hatırlıyorum. 

O sınavı da geçtim, tarih 5 Kasım 1981, ertesi gün 6 Kasım 1981’de YÖK kanunu çıktı ve her şey altüst oldu. Bana güya doçentlik kadrosu vereceklerdi, dendi ki “hayır, artık bütün kadrolar donduruldu”. Biz o zaman Maçka’dayız, Mühendislik, Mimarlık Fakültesi’nde. “Maçka kapatılacak, tekrar Teknik Üniversite’nin ana bünyesine katılacak” dendi, nitekim öyle oldu. “Siz de Anadolu’ya gideceksiniz, Anadolu’daki üniversitelerde çalışacaksınız belli süre” vs. Ama bunun detayları da belli değil, tam bir kaos, boşluk dönemi. Çok kötü oldu tabii, ben “keşke Amerika’dan dönmeseydim” demeye başladım. Amerika’dan moralle geliyorsunuz, “Türkiye’de iyi şeyler yapacağım artık ben de” diye, ama böyle bir durum moralimizi çok bozdu. Bütün üniversitelerin morali berbat durumdaydı, o günleri hatırlıyorum, çok zor günlerimizdi. Biraz da o moral bozukluğunun etkisiyle, istikbale ilişkin belirsizlik içinde radikal bir kararla özel sektöre geçtim, üniversiteden istifa ettim.

GE: Hocam oraya geçmeden, bu Amerika’da geçirmiş olduğunuz 1979-91 yıllarının özellikle sizin deprem mühendisliği bilginiz üzerindeki etkisini kısaca özetlemek mümkün mü acaba?

MNA: Tabii. Orada direkt olarak deprem mühendisliğiyle ilgili bir projede çalıştım. Bir deneysel projeydi, çalıştığım üniversitede çok büyük bir laboratuvar vardı. Benim deneysel çalışma tecrübem yoktu daha önce, o bana yeni bir şeyler kattı tabii ama, genel olarak daha önce dediğim gibi oradaki araştırma ortamı, çalışma ortamı, artı muazzam kütüphane olanakları, çok güzel, çok iyi, çok güçlü bilgisayarlar vs beni çok etkiledi. Mesela Türkiye’de başladığım bir takım çalışmalar vardı doçentlik tezim dolayısıyla. Büyük problemlerdi, onları çözmekte çok zorlanıyordum, saatler süren bir program yazmıştım, bizim İstanbul’da bilgisayarda yanılmıyorsam 5-6 saat sürüyordu bunun çalışması.  Amerika’ya gittim, 5 dakikada çözdüm aynı problemi. Şaşırdım tabii. Dağlar kadar fark vardı arada.  Muazzam olanaklar oldu benim için, ama ben o dönemde deprem mühendisliği açısından öğrendiklerimden daha çok orada üniversite ortamında Amerikan üniversite sistemini tanımanın, Amerika’da araştırmaya, bilim insanlarına verilen değeri görmenin çok daha değerli olduğunu düşünüyorum. Artı ben biraz politikaya meraklı bir insanım, o sırada Jimmy Carter dönemi, çok önemli dünya olayları oluyor. İran’da yeni İslami rejim geldi, biliyorsunuz orada bir takım olaylar oldu, Amerikan elçiliği basıldı, aylarca işgal edildi, vs. Ruslar Afganistan’ı işgal ettiler. Şimdilerde günün konusu olan Afganistan probleminin başlangıcıdır o. İkinci petrol krizi çıktı, muazzam bir olaydı. Petrol krizi Amerika’yı altüst etti, petrol fiyatları yükseldi, vs. Sonunda da bir başkanlık seçimine şahit oldum, Ronald Reagan’ın seçilmesi, Jimmy Carter’ın seçimi kaybetmesi, vs. Bu da işin başka bir hatıra tarafı. 

Akademiye 10 yıllık bir ara 

Evet, devam edersek, ben 1982’de yani YÖK kanunu çıktıktan hemen bir 6-7 ay sonra o karışıklık ve belirsizlik içinde ayrıldım üniversiteden 1982 yazında, özel sektöre geçtim. O ayrı bir hikâye olduğu için konuyu dağıtmamak bakımından atlıyorum. Özel sektörde 10 yıl çalıştım, iyi bir firmada çalıştım, severek çalıştım, özel sektöre geçerken tabii aklımda şöyle bir şey vardı, ben aslında bir taraftan bilimsel çalışmalarıma devam ederim, yayınlar da yaparım, icabında part-time ders de veririm vb. gibi, öyle düşüncelerle geçtim ama maalesef mümkün olmadı. Özel sektörde yaptığım görev büyük sorumluluklar içeriyordu ve hemen hemen hiç vakit bulamadım. Bu tabii benim için kötü bir şey oldu, yani 10 yıl bilimden uzak kalmak, gerçi uygulamayla ilgili çok güzel şeyler yaptım, deprem mühendisliğiyle ilgili çok güzel uygulamalar da yaptım ama hani bilim yapmak, bilimsel makale yazmak, bunlar tabii biraz ayrı şeyler. Olabildiğince literatürü takip etmeye çalıştım ama, o zaman daha internet falan yok, yani çok zor şeyler bunlar. 

Neyse, öyle veya böyle 10 yıl sonra 1992’de özel sektör maceramı bitirip tekrar üniversiteye dönmeye karar verdim. Biraz rastlantı ile oldu, tabii güzel bir rastlantı. Değerli arkadaşım Mustafa Erdik birkaç yıl önce Kandilli Deprem Araştırma Enstitüsü’ne geçmişti. Hatırlayanlar olabilir, Kandilli aslında Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı bir rasathaneydi. 1982’de YÖK idaresi onu Boğaziçi Üniversitesi’ne bağladı. Bunda geçen programda sözünü ettiğim Prof. Dr. Semih Tezcan’ın çok rolü vardır. O zaman üniversitenin rektörü idi. 1987’de Kandilli’de Deprem Araştırma Enstitüsü kuruldu. Ben Mustafa Erdik’le tanışıyordum, Ankara’daydı o zaman ODTÜ’de ve Mustafa İstanbul’a geldi, Boğaziçi Üniversitesi’nde önce inşaat mühendisliği bölümünde görev aldı, daha sonra da 1989’da Kandilli’de Deprem Mühendisliği bölümünü kurdu. Yani henüz 3 yıl olmuştu 1992 yılı itibariyle. Kadro oluşturmaya çalışıyordu ve benim de artık özel sektörden ayrılma düşüncemi bildiği için beni de davet etti. Böylece Mustafa’nın daveti üzerine Kandilli’ye katıldım 1992 ortalarında. Hayatımda aldığım en doğru kararlardan biridir diye düşünürüm. Hemen hemen bir 10 yıl aradan sonra tekrar akademik hayata döndüm. Çok ilginçtir, bu dönüşüm sırasında hemen bir takım bilimsel çalışmalar da yaptım, hatta çok güzel bir makale de yazdım, hevesim geldi. Tabii deprem mühendisliği bölümü o zaman daha yeni kuruluyordu, onun kuruluş çalışmalarına katkıda bulunmaya çalıştım. Yeni dersler açtık, ders programlarını yeni baştan düzenledik, vs. Kandilli sakin bir yerdir ve sadece yüksek lisans eğitimi verdiği için ders yükü insanı fazla boğmaz, öyle yüzlerce öğrenciye değil, en fazla 10-20 öğrenciye – hâlâ öyle – ders veriyoruz, dolayısıyla bilimsel çalışmaya çok daha müsait bir yerdir. O bakımdan ve Mustafa’nın da sağladığı olanaklarla Kandilli’de çok canlı bir bilimsel ortam buldum ve bunun gelişmesine de katkıda bulunmaya çalıştım. 

EC: Hocam bu noktada bir soru sorabilir miyim? 

MNA: Tabii.

EC: Şimdi bu Kandilli’deki Deprem Araştırma Enstitüsü’nün açılma konusu, daha sonraki işte o deprem çalıştayında olsun, deprem şurasında olsun, birçok toplantıda karşımıza çıkan bir tartışma var, deprem mühendisliğinin lisans eğitimi halinde de verilmesi gerektiği. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Yani deprem mühendisliği bir lisans eğitimi olabilir mi yoksa bir lisansüstü eğitim olarak mı kalmalı?

MNA: Bu çok tartışmalı bir konu. Aslında ben şöyle düşünüyorum, deprem mühendisliği biraz özel bir konu ama yapı mühendisliği daha genel. İnşaat mühendisliğinin içinde yapı mühendisliği. “Structural engineering” İngilizcesi. Amerika’da böyle teşebbüsler var, hatta birkaç üniversitede var. Ben bunu savunuyorum, hatta ben deprem mühendisliğiyle birleştirerek üniversitelerde “yapı-deprem mühendisliği” bölümlerinin kurulmasını öneriyorum, hatta bu konuda bir takım çalışmalar yaptım. Bu konuda değerli arkadaşım Faruk Karadoğan’ın İTÜ rektörlüğü sırasında İTÜ’de inşaat mühendisliği eğitimiyle ilgili bir toplantı yapıldı. Yurt dışından, Amerika’dan da katılımcılar vardı. Orada da benim sunduğum bir bildiri oldu bu konuda. Hâlâ aynı şeyi savunuyorum, yani yapı deprem mühendisliği gibi bir bölüm kurulduğunda deprem mühendisliği de otomatik olarak yapı mühendisliğiyle ilişkili olarak ele alınıyor. Bunun sebebi şu: Aslında deprem mühendisliği yahut da pratik hayatta şöyle söyleyelim, yapıların depreme göre tasarımı o kadar önem kazanmaya başladı ki bütün dünyada ve özellikle Türkiye’de, deprem analizi ve deprem tasarımı bina tasarımının veya yapı tasarımının ana unsurlarından biri haline geldi. Dolayısıyla öğrencilerin üniversitede bu konuyu çok iyi öğrenmeleri lazım, ayrıntılı öğrenmeleri lazım. Bugün itibariyle master yapmadan bu konulara girmek neredeyse mümkün değil. Çünkü şartnameler, yönetmelikler giderek komplike hale geliyor. Bunları iyi anlamak, iyi yorumlamak, iyi uygulamak için master neredeyse şart oldu, ama tabii Türkiye’de kaç tane üniversite var doğru dürüst master verecek? O da ayrı bir problem. Onun için ben lisans düzeyinde bu konunun biraz daha yaygınlaştırılması gerektiğini her zaman savunmuşumdur.

GE: Hocam Faruk Karadoğan hocanın rektörlük dönemi 2004-2008, yani o dönemde sizin öneriniz konuşulmuş. Şimdi kısa bir ara vereceğiz, bir müzik parçamız var, onu dinledikten sonra sohbetimize daha doğrusu Nuray hocayı dinlemeye devam edeceğiz. Açık Radyo’dayız, Altın Saatler programının ikinci bölümündeyiz, evet bugün Açık Radyo Altın Saatler programında Mehmet Nuray Aydınoğlu hocamızın 50. akademik yılı vesilesiyle 50 yılda dünyada ve Türkiye’de deprem mühendisliğinin nereden nereye geldiği üzerine ikinci programımızı gerçekleştiriyoruz. Evet Nuray hocam buyurun.

Prof. Dr. Mehmet Nuray Aydınoğlu’nun 1992 yılında Kandilli’de göreve başladığı Deprem Mühendisliği Anabilim Dalı Binası. 1934’te Sismograf Binası olarak yapılan bu tarihi bina, halen Bilim Tarihi Müzesi’dir

(Prof. Dr. Mehmet Nuray Aydınoğlu’nun 1992 yılında Kandilli’de göreve başladığı Deprem Mühendisliği Anabilim Dalı Binası. 1934’te Sismograf Binası olarak yapılan bu tarihi bina, halen Bilim Tarihi Müzesi’dir)

MNA: Kandilli’ye katıldıktan hemen sonra biraz önce sözünü ettiğim deprem mühendisliği Türkiye Milli Komitesi’ne daha fazla katkıda bulunabileceğimi düşünerek rahmetli Rıfat Hoca’yla görüştüm. Yapılan ilk kongrede komitenin genel sekreterliğine seçildim ve komitede daha aktif olarak çalışmaya başladım. Bu arada 1975 deprem yönetmeliğinin -geçen hafta üzerinde biraz konuştuk- yenilenmesi çalışmaları başlamıştı. Ankara’da, Bayındırlık Bakanlığı elemanları ve ODTÜ’den bazı arkadaşların katkısıyla hazırlanan bir taslak geldi önümüze 1993 yılında. Bu taslağa görüş istiyorlardı, vs. Ben bu taslağı inceleyince açıkçası beğenmedim. Taslak pek bir yenilik getirmiyordu, 75 yönetmeliğini bir miktar revize ediyordu ama o arada 1975’ten o zamana kadar geçen, o tarih itibariyle, 18 yıllık sürede aslında deprem mühendisliğinde çok büyük gelişmeler olmuştu. Onların yansıtılacağını bekliyorduk yeni yönetmelikte. Bu olmayınca ben Rıfat hocaya gittim, “Hocam, bu konuda ben çalışmaya talibim, bu konuda izin verirseniz İstanbul’da hocalarımın katkısıyla bir komisyon oluşturalım ve biz de bir takım çalışmalar yapalım, bu taslağa bir alternatif hazırlayalım. Hoca makûl gördü, ama hiç unutmuyorum, hocanın kanaati de o zamanki genel kanaat gibiydi: “Aman Nuray’cığım, çok da fazla değiştirmeyelim yine de, yani çok ağır olmasın, mühendisler anlayamıyor” vs. “Peki hocam, elimizden geleni yapacağız ama bu yönetmelik taslağı da tatminkâr değil, onu da söylemek zorundayım” dedim. Şunu da söyleyeyim tabii bu görüşte olan sadece ben değildim yani Teknik Üniversite’deki diğer arkadaşlarım ve hocalarımız da hemen hemen aynı düşüncedeydiler. Dolayısıyla hemen bir komisyon kurduk, ben de bu komisyonda koordinatör olarak çalışmaya başladım. Böylece meslek hayatımda ondan sonraki dönemde çeyrek yüzyıldan fazla sürecek olan yönetmelik hazırlama macerasına ilk adımımı atmış oldum. Yani benim hayatımın işte bir çeyrek yüzyılı bunlarla geçti o tarihten itibaren. 

Sonuçta 2-2,5 yıl çalıştıktan sonra bir taslak hazırladık, Ankara’da bakanlığa sunduk. O sırada ODTÜ’deki (Ortadoğu Teknik Üniversitesi) arkadaşlar “biz de katkıda bulunmak istiyoruz” dediler. “Peki” dedik Ankara’da bir ayrı komisyon kurduk. Ben Ankara’da bir süre kaldım, gittim, geldim, oradaki komisyona da katkıda bulundum, yani bir nevi yönettim onu da. İşte böylece oradaki komisyonun da katkılarıyla 1996’da bitirdik. Bir ön taslak yayınladık ama bir takım redaksiyon hataları filan vardı. Onları düzeltip 1997’de tekrar yayınladık. 1997 yönetmeliği diyoruz ama şöyle bir geçici madde konuldu, ondan sonraki bütün yönetmeliklerde de aynı usûl uygulandı, yayın tarihinden 1 yıl sonra yürürlüğe girdi. Çünkü bir geçiş dönemi koymak gerekiyordu araya, hem mühendisler, uygulayıcılar yeni yönetmeliği okusunlar, hazmetsinler, artı bu konuda eğitim çalışmaları yapılsın düşüncesiyle. Nitekim yoğun bir biçimde eğitim çalışmaları yaptık bütün Türkiye’de o 1 yıl içinde. Hatta çalışmalara 1996’da başlamıştık, yani ilk taslağın yayınlanmasından sonra başlamıştık o çalışmalara. O çalışmaları yoğunlaştırdık ve bu arada hatta hatırlıyorum o sırada kuruluş ve gelişme aşamasında olan Türkiye Hazır Beton Birliği’yle işbirliği yaptık. Onlar hazır betonun promosyonunu yaparken ben de Anadolu’da kaç yere gittiğimi hatırlamıyorum, çok yere gittik. Orada İnşaat Mühendisleri Odaları’nın şubelerinin de katkısıyla eğitim çalışmaları yaptık. 

"Depremler yapılarımızın durumunu ortaya çıkarıyor, dolayısıyla yönetmeliklerin yeterli olup olmadığı sorularının tartışılmasına yol açıyor"

MT: Beraber gitmiştik.

MNA: Evet evet Muzaffer hatırlıyorum. 

GE: Muzaffer senin bir sorun var herhalde? Elvan’ın da bir sorusu olacak. 

MT: Hocanın Türkiye’nin dört bir yanına gittiğinin çok iyi bir tanığıyım. Orada hakikaten çok büyük bir özveriyle arkadaşlara, Türkiye’nin çok çeşitli yerlerindeki arkadaşlara hoca bu kursları verdi, beraber de gittiğimiz oldu. Onun için çok büyük katkıları var; yani sadece yönetmelik açısından değil, bunun öğretilmesi, eğitimi açısından da, onu söylemek istedim. 

GE: Evet Muzaffer o dönemde sen de İnşaat Mühendisleri Odası genel başkanı mıydın, İzmir başkanı mıydın?

MT: Genel başkan yardımcısı ama bayağı aktif olarak çalışmalara katılıyordum. O dönemde İzmir Deprem Senaryosu projesinde de Hocayla birlikte çalıştık. 

Kandilli rasathanesi enstitüsü

GE: Elvan’ın sorusu var hocam.

EC: Hocam şimdi bu şeyi kronolojik olarak değerlendirirken dediniz ki “biz 93’te bir hazırlık başladı bu yeni yönetmelikle ilgili olarak 75 yönetmeliğinin değişmesi konusunda. Sonra siz katkıda bulunmaya başladınız, ondan sonra da 96’da tamamlandı, 97’de yayınlandı. Epey bir süreç bu, 75’ten başlayarak 97, hatta uygulanmaya başlaması 98. Bir deprem ülkesi olarak Türkiye’de bu kadar uzun süre bir yönetmeliğin ki o dönemde çok ciddi olarak anladığım kadarıyla dünyada bu alanda gelişmeler de söz konusu. Bu gecikmenin nedeni neydi? 

MNA: Bu soruya tam tatmin edici bir cevap veremeyeceğim herhalde. Aslında hakikaten eleştirilecek bir durum, yani bunu açıklıkla söylüyorum. Ben üniversiteden 10 yıl ayrı kaldım, tabii bu işten sorumlu tek kişi ben değilim ama ben kendimi de sorumlu hissediyorum. Ben özel sektörde çalışırken bu konulara maalesef zaman ayıracak vaktim yoktu, ama yani diğer arkadaşlarımın yani Türkiye’deki bilim camiasının, deprem mühendisliği camiasının bu konuda ihmali olduğunu söylemek zorundayım, yani bir şeyler yapılması gerekirdi. Hatta kendimi de suçlu sayıyorum bu açıdan, pek hak etmemekle birlikte. Bunun başka bir izahı yok ama birtakım bürokratik engeller oldu mu, olmadı mı bilemiyorum.

EC: Şöyle bir şey var, o dönemdeki uzun süreç içerisinde 75-98 arasındaki sismik hareketlere ve depremlere, zarar veren depremlere baktığımız zaman Türkiye açısından, hani Türkiye gibi bir ülkede oldukça sakin diyebileceğimiz bir dönem var. Toplam işte 5’in üzerinde 147 tane deprem olmuş baktım ben Kandilli’nin sitesine de, 6’nın üzerinde de 10 deprem var galiba. Bunların içerisinde Erzincan ve Çaldıran depremleri, 92’deki Erzincan depremi en fazla yıkımın olduğu deprem. Acaba bu sakinlik bir rehavete mi sevk etti, benim aklımda öyle bir soru var. Bu konuda düşünceniz nedir? 

MNA: Olabilir tabii, çünkü depremler yapılarımızın durumunu ortaya çıkarıyor. Dolayısıyla yönetmeliklerin yeterli olup olmadığı sorularının tartışılmasına yol açıyor. Nitekim 93’te çalışmaların başlamasının en önemli nedenlerinden biri de 92 Erzincan depremidir. Çünkü orada da oldukça önemli hasar oldu. Erzincan nüfus olarak küçük bir yer, ama gerçekten yapılarımızın yani 75 yönetmeliğine göre yapılan binaların performanslarının hiç iyi olmadığı ortaya çıktı. Tabii şunu söyleyeyim, yönetmelik iyi bina yapmak için her şey değil, yönetmelik nihayet size bir takım kurallar getiriyor. Daha önceki programlarımızda da konuştuk, Türkiye’de hâlâ problem olan depreme dayanıklı tasarım, müteahhit ve mühendislik sistemlerinde o zaman da çok muazzam problemlerimiz vardı. Bugün hâlâ bunları çözebilmiş değiliz. Tabii çok aşama kaydedildi ama şunu demek istiyorum, her şey yönetmelikle çözülmez. Ama tabii yönetmeliklerin çok önemli rolü var. 75 yönetmeliği, geçen hafta da söyledim kötü bir yönetmelik değildi, onun sıkıntısı iyi kaleme alınmamış olmasıydı. Maalesef o yönetmelikte içerilen konulara mühendislerin hakim olamamasıydı. Onun için 96-97 yönetmeliğinde biraz önce Muzaffer’in de belirttiği gibi mühendisleri eğitmeye çok önem verdik, yani yönetmeliğin felsefesini anlatmaya çalıştık. Her yerde bunu yaptık, Muzaffer şahittir: İzmir’e kaç defa gittiğimi unuttum, yani o kadar sık gittim. Çünkü onlar da çok ilgi gösterdiler, hakikaten öğrenmeye aç bir mühendislik camiası vardı ve o bakımdan 97 yönetmeliği mühendislik camiasında bugün de arkadaşlar ifade ediyorlar, çok büyük bir hareketlilik ve bilinç yarattı. 

MT: Belki merkezî bir eşgüdüm olmamasının da etkisi oldu burada yani Ankara ile İstanbul arasında bir ayrım mı vardı? O da bu işi geciktirmiş olabilir. 

MNA: Olabilir… Dediğim gibi ben o dönemlerde çok aktif olmadığım için bütün bu ayrıntıların hepsine de hakim değilim. 

EC: Peki hocam şunu soracağım pardon sözünüzü kestim ama yani bu yönetmelik çalışmaları sırasında mesela şu gündeme geldi mi? Yapı denetimiyle de ilgili bir yönetmelik çıkarsak, bu yapı denetim konusunda bir şeyler yapılsa gibi bir çaba oldu mu o dönemlerde? Yoksa bu ta 99 depremi sonrasına mı sarktı?

"Mühendislik ve müteahhitlik sisteminin iyi çalışmaması Türkiye’nin hâlâ devam eden en önemli problemidir"

MNA: Tabii denetim her zaman problemdi ama bunlar ayrı konular. Yapı denetimi daha ziyade uygulama ve mühendislik, müteahhitlik sistemleriyle ilgili bir şey. Yönetmelik ise teknik bir konu. Deprem Yönetmeliği dediğimiz şey tamamen teknik bir şartnamedir, yani mühendislere hitap eder. Oradaki eksiklerimizi o zaman da biliyorduk tabii, her depremde, 92 depreminde de ortaya çıktı  denetim eksikliği. Biraz önce belirttiğim gibi yani mühendislik ve müteahhitlik sisteminin iyi çalışmaması Türkiye’nin hâlâ devam eden en önemli problemidir, ama o konuda pek bir şey yapmadık. Bizim o zaman derdimiz deprem yönetmeliğini geliştirmekti. Çünkü, dediğimiz gibi, 1975’le 1997 arasında yani 22 yıl gibi uzun bir sürede gelişme olmamıştı, deprem yönetmeliğinde. Oysa deprem mühendisliğinde büyük aşamalar kaydedilmişti ve onları biz hakikaten 97 yönetmeliğine yansıtmaya çalıştık, büyük ölçüde çalıştık. Yönetmeliği anlaşılır bir biçimde yazmak için çaba gösterdik, şekillerle, vs. . Eski yönetmelikten çok farklı bir yönetmelik oldu. Tabii şunu da söyleyeyim, ilginç bir hatıra buna Muzaffer de katılacaktır, her şeye rağmen 97 yönetmeliği bir önceki yönetmeliğe göre hem kapsam bakımından çok daha geniş, ama biraz daha yoğun, biraz daha karmaşık, yani daha kompleks bir yönetmelik. Daha fazla bilgiye ihtiyaç gösteriyor, yani temel bilgiye ihtiyaç gösteriyor. Eğitimle onu kapatmaya çalıştık ama tabii kolay değil. E tabii bir takım çevreler, ki bunların içinde bir takım bilimsel çevreler de vardı, eleştirmeye başladılar, hatta çok şiddetli eleştiriler de oldu, “çok zor, uygulaması zor bir yönetmelik yapıldı, bu uygulanamaz” vs. gibi. 97 yönetmeliği 98 başında yürürlüğe girdi ama o arada uygulaması hemen hemen hiç yapılmadı. Çünkü 98, 99’da Türkiye büyük bir mali bunalım içindeydi, ekonomik bunalım içindeydi, inşaat faaliyetleri hemen hemen tamamen durmuştu. Dolayısıyla pek bir uygulama olmadı. Ne zamana kadar? 99 depremlerine kadar, 17 Ağustos’a kadar. 17 Ağustos’ta o muazzam hasar görülünce bütün mühendislik camiası ve bütün bilim camiası 97 yönetmeliğinin ne kadar değerli olduğunu anladı. Yani 97 yönetmeliği birden kıymete bindi tabir caizse ve daha iyi değerlendirildi. Bu tabii çok olumlu bir şey oldu, mühendisler yönetmeliği daha iyi kullanmak için daha büyük çaba göstermeye başladılar. Yani 99 depremleri eksikliklerimizi çok açık seçik ortaya koydu, ki onların çözümünün büyük bir kısmı zaten yeni yönetmelikte vardı, bunu gördü mühendisler, bilim insanları da gördü. Öyle de bir tesadüf oldu, yani tabii tatsız bir tesadüf ama öyle bir yararı oldu diyeyim depremin bu konudaki gelişmelere. 

EC: Yapı denetimi de zaten ondan sonra. 

MNA: Yapı denetimi, hatta yetkin mühendislik, onlar ayrı konular. Daha önce çok konuştuk bu konuları aslında ama maalesef bütün bu gelişmeler daha sonra döndü dolaştı, yine eski hamam eski tasa döndü büyük ölçüde. Bugün hâlâ yetkin mühendislik yok, yapı denetim sisteminin iyi olmadığından şikayet ediyoruz, proje denetimi, tasarım denetimi hiç yok. Bir takım tedbirlerle gidermeye çalışıyoruz, tasarım gözetmenliği, vs. ile…

GE: Nuray hocam ben hemen bu 97 yönetmeliğine giden yoldaki birkaç depremden örnek vermek istiyorum. Siz de bahsettiniz 1992 yılında Erzincan’da 6.8 büyüklüğünde bir deprem oluyor. 653 can kaybı, 8057 hasarlı bina. 

MNA: Evet çok hasar vardı.

GE: Evet. 1995’de Dinar Afyon 6.1 büyüklüğünde 90 can kaybı var ama 14.156 tane bina hasar görüyor. Yani rakama bakar mısınız? İnanılmaz bir şey var!

MNA: Dinar’da biz çok çalıştık üniversite olarak, hatta binaların depremden sonra güçlendirilmesi çalışmasını da yaptık. Dinar’ı çok iyi biliyorum, Dinar’da çok ilginç hasarlar olmuştur. Dinar depremi en önemli depremlerden biri oldu. 

GE: Evet. 1996’da Mecitözü Amasya 5.6 büyüklüğünde bir deprem oluyor, 1 can kaybı var ama 2666 tane bina hasar görüyor. Hemen 1997’de Antakya’da 5.4 büyüklüğünde bir deprem var, 1 can kaybı var, 1841 tane bina hasar görüyor. 1998’de de Ceyhan Adana 6.2, 146 can kaybı ama 31.463 tane bina hasar görüyor. Yani bu…

MNA: Adana-Ceyhan depremi de çok önemli bir depremdi. Yönetmelik yayınlanmıştı o zaman. Ceyhan’da özellikle hem binalarda, hem de Ceyhan bir endüstri bölgesi, orada endüstri bölgelerindeki fabrikalarda çok hasar vardı. Hatta prefabrik sistemlerde de çok hasar oldu. 97 yönetmeliğinde en önemli şeylerden biri de prefabrik sistemlerle ilgili yeni kuralların ortaya koyulmuş olmasıydı. Tabii o çok etkili oldu, yani eski sistemlerin farkı ortaya çıktı. Evet, Ceyhan depremi çok önemlidir. 

GE: Evet, zamanımızı doldurmak üzereyiz, 2-3 dakikamız kaldı hocam. Bu anlamda bu mutlaka 3. programa ilerleyeceğiz, önümüzdeki hafta 3. programı bu konuda yapacağız. Bir kısa özet verebilir misiniz? Bundan sonra neleri aktaracaksınız bize?

MNA: 99 sonrasını, 99 depreminin etkilerini biraz anlatmaya çalışacağım. Neler oldu? Ulusal Deprem Konseyi kuruldu, Deprem Şurası yapıldı, AFAD kuruldu, vs. İlk 10 yıl, yani 2010’a kadar olan zaman çok aktif geçti Türkiye’de. Ben de hemen hemen bütün bu aktivitelerin içinde oldukça yoğun bir biçimde yer almaya çalıştım. Bu arada 2007 deprem yönetmeliği gündeme geldi, bunun sebebi de mevcut binaların değerlendirilmesi ve güçlendirilmesi konusuydu. O konuda çalıştık 2003’ten itibaren, yeni yönetmelik 2007’de yayınlandı. En son 2018 yönetmeliği için 2012’den itibaren çalışmalar yapıldı, çok uzun sürdü. Tabii o konuda herhalde gelecek programda duracağız. Hemen hemen en önemli gelişmeler bunlar, başka ufak tefek şeyler de var tabii.

GE: Evet hocam çok çok teşekkürler, yani özellikle ilk programımızı dinleyen dinleyicilerimizden aldığımız görüşler son derece önemli ve gerçekten amaçladığımız gibi Türkiye’deki deprem mühendisliğinin, deprem sorunlarının son 50 yılını sizin 50. akademik yılınız vesilesiyle gündeme getirmemiz çok desteklendi. O nedenle 3. programımıza ilerleyeceğiz. Çok çok teşekkürler tekrar, sağ olun, var olun hocam. 

MNA: Ben teşekkür ederim, sağ olun!

EC: Ağzınıza sağlık. 

MT: Sağ olun, böyle bütün geçmişi tarıyoruz sayenizde. Büyük ilgi görüyor arkadaşlarımız tarafından da.

GE: Evet efendim, Açık Radyo’da Altın Saatler programında bu hafta Nuray Aydınoğlu hocamızın 50. akademik yılı vesilesiyle 50 yılda dünyada ve Türkiye’de deprem mühendisliği nereden nereye geldi üzerine yaptığımız 2. programı dinlediniz. Gelecek hafta yeni bir Altın Saatler programında görüşmek dileğiyle hoşça kalın. 

MT: Hoşça kalın!

EC: İyi günler!

(Program deşifresini hazırlayan Dilek Hepgüler'e teşekkür ederiz.)