“20. Yüzyılın 20 Modern Türk Sanatçısı” ve Türk entelektüel tarihinde “Paris Ekolü”

-
Aa
+
a
a
a

Esin Hamamcı ve Abdullah Ezik, Ben Buradan Okuyorum'un yeni bölümünde Alişan Çapan ile birlikte geçtiğimiz günlerde Alan Kadıköy’de sanatseverlerle buluşan “20. Yüzyılın 20 Modern Türk Sanatçısı” başlıklı grup sergisi, Türk entelektüel tarihinde Paris ekolü ve bunun edebiyata yansıması üzerine konuştu. 

Burhan Doğançay, Sarı Patlama, 2008, Alüminyum, 125x125 cm
“20. Yüzyılın 20 Modern Türk Sanatçısı” sergisi
 

“20. Yüzyılın 20 Modern Türk Sanatçısı” sergisi

podcast servisi: iTunes / RSS

Abdullah Ezik: “20. Yüzyılın 20 Modern Türk Sanatçısı” sergisinin ilki Ferit Edgü küratörlüğünde, 2011’de Santral İstanbul’da gerçekleşmişti. 10 yıl sonra bu serginin ikinci ayağı, Öner Kocabeyoğlu koleksiyonundan bir seçki ile Alan Kadıköy’de sanatseverlerle buluşuyor. Öncelikle serginin oluşum sürecinden ve 2011 yılında Ferit Edgü küratörlüğünde gerçekleştirilen sergiden söz edebilir misiniz?

Alişan Çapan: Öner Kocabeyoğlu’nun koleksiyonu malum olduğu üzere Türkiye’nin en geniş koleksiyonlarından biri. 2011 yılında gerçekleşen sergi Bilgi Üniversitesi’nde çalışan bir akademisyen ve resimsever olarak benim de gördüğüm bir sergiydi. Bunun Alan’da 10 yıl sonra bu kez “20. Yüzyılın 20 Modern Türk Sanatçısı” başlığı ile yeniden tasarlanması ve hayata geçmesi bir dizi mutlu tesadüf sonucunda mümkün oldu. 

Sergiyi sanatseverlerle buluşturduğumuz Alan Kadıköy, aslında bir tiyatro mekânı olarak tasarlanmış, bize de çok önemli ve güncel olanaklar sunan bir mekân. Ben 2019 yılının aralık ayında bu mekânı ziyaret ederken alt katta çok geniş bir alan gördüm. Ekip olarak bu mekânın bir sergi alanı olarak kullanmak istedik. Sahne bize çok özel olanaklar sunduğu için ben bu oluşumu görür görmez Metin Deniz ile bağlantıya geçtim. Bu vesileyle Metin Deniz, bizim Alan Kadıköy’deki ilk danışmanımız oldu. Kendisi Muhsin Ertuğrul’dan bugüne Türkiye’nin en önemli sahne tasarımcılarından da birisi aynı zamanda. Metin Deniz aynı zamanda 2011’de küratörlüğünü Ferit Edgü’nün yaptığı serginin de prodüktörüydü. Dolayısıyla Deniz ile aşağıdaki sergi salonunu nasıl kullanabileceğimiz üzerine konuşurken acaba bu sergiyi 10 yıl aradan sonra farklı bir kapsamla, elimizdeki olanakları değerlendirerek yeniden açabilir miyiz, diye düşündük. Bu noktada da Öner Kocabeyoğlu ile iletişime geçtik.

Öner Bey de henüz inşaat sırasındayken gelip mekânı gördü. Alanı çok beğendi ve böylece belki de Türkiye’de ilk defa özel sektörle yerel yönetim bu kadar kapsamlı bir iş birliği gerçekleştirdi. Bunun bir parçası olmak heyecan verici. 

Mehmet Güleryüz, Boksör, 1987, Tuval üzerine yağlıboya, 86x106 cm

Mehmet Güleryüz, Boksör, 1987, Tuval üzerine yağlıboya, 86x106 cm

AE: Bu sergi çerçevesinde Öner Kocabeyoğlu koleksiyonunun öne çıkan noktaları ve ressam-yazarların bu koleksiyondaki yeri nedir?

AÇ: Koleksiyondan söz etmek gerekirse, ben bir resim uzmanı olmasam da bir resim-severim. Öner Kocabeyoğlu’nun koleksiyonu Türkiye’deki en önemli koleksiyonlardan bir tanesi. Bu sergiyi belli bir süre sanatseverlerle buluşturabilmek çok anlamlı bizim için. Bu sergiyi belirli bir süre için açılan bir müze gibi görebilmek mümkün. Buradan hareketle koleksiyonun resimle ve edebiyatla ilişkisine dair bir şeyler söylemek de mümkün, çünkü çok geniş bir skala söz konusu. Zengin bir dönem ve farklı farklı şahsiyetlerden söz ediyoruz.

Amacımız burada 7’den 77’ye, başta Anadolu yakasında yaşayanlar olmak üzere herkesi sanatla buluşturabilmek, bu konuda olumlu bir örnek sunabilmek. 

Abidin Dino'nun eseri

Abidin Dino, Yumruk, kağıt üzerine guaj, 30x21 cm

Ferit Edgü’nün çizgisine sâdık kalarak Fikret Mualla’dan Abidin Dino’ya uzanan çizgide 1-2 kuşağı temsil ettik. Bu sergideki işler için biraz da koleksiyonun yönlendirdiği bir seçki demek yanlış olmaz. Bu kez seçkide yer alan eserleri Metin Deniz seçti. 2011’deki sergide 450 eser yer alıyordu. Biz bu sayıyı 450’den 182’ye indirdik. İlk kuşaktan Fikret Mualla ve Abidin Dino ile başlayıp, ki buraya Avni Arbaş’ı eklemek de mümkün, daha sonra Mehmet Güleryüz, Komet, Ömer Uluç gibi figüratif, bir sonraki kuşağı temsil eden işlere yer verdik. Ardından da soyut resmin en büyük ustaları Selim Turan ve Mübin Orhan başta olmak üzere, ki bunlara Fahrelnisa Zeid ve Nejad Devrim’i katmak da mümkün, hemen arkasından Ferruh Başağa, derken Fransız ekolünden zamanla uzaklaşan, eserlerini Amerika’da olgunlaştırmış Burhan Doğançay ve hepsinden farklı bir yerde, belki de edebiyattan söz ederken en çok değinmemiz gereken isim olan Yüksel Arslan. Her ne kadar Yüksel Arslan Paris’te bulunsa da resimlerini bambaşka bir kafa ile yapmıştır. Sergi daha sonra Adnan Çoker’e doğru uzanıp genişler.

Avni Akbaş, Oturan Çocuk, 1957-58, Tuval üzerine yağlıboya, 89x116 cm

Avni Akbaş, Oturan Çocuk, 1957-58, Tuval üzerine yağlıboya, 89x116 cm

AE: Geçtiğimiz günlerde Alan Kadıköy’de açılan sergi ile 2011 yılında Ferit Edgü küratörlüğünde açılan sergi arasındaki temel farklar, ayrışmalar üzerine ne söylersiniz?

AÇ: Sergi çerçevesinde bir taraftan da üç heykeltıraşa yer verdik: İlhan Koman, Koray Ariş ve Seyhun Topuz. Belki 2011’de yapılan seçki ile bu yeni seçki arasında ne gibi farklar var diye düşünenler olabilir. Orada da şunu söylemek mümkün. Bu seçkiye Seyhun Topuz yeni bir isim olarak dâhil oldu. Bir taraftan da Ergin İnan ve Alaettin Aksoy’u kenarda tuttuk ilk seçkiden farklı olarak. Bu arada da serginin girişinde olan, gelenler hemen fark edebileceği bir Ara Güler seçkisi var, ki ondan da 21. sanatçı olarak söz etmek mümkün. Ara Güler’e burada bir parantez açabiliriz, çünkü bu program çerçevesinde edebiyat ile de yakından ilgileniyoruz. Edebiyat tarihinde olduğu gibi görsel sanatlarda da eğer bir arşiv varsa bunu tek bir isme, Ara Güler’e borçluyuz. Bu hem olumlu anlamda güzel bir şey, hem de bir yandan belirli konularda ne kadar kısır kalabileceğimizi bize gösteren bir durum. Ama bunlar müthiş fotoğraflar. Ara Güler yıllar içerisinde, hatta on yıllar içerisinde bu insanları Paris’te fotoğraflamış. Sergiye de böyle bir giriş yapıyoruz. Nihayetinde o da görsel sanatlarımızın önemli isimlerinden birisi. 

Bizim istediğimiz de tüm bunları harmanlayan bir sergiydi. Öyle ki İstanbul bugün artık çok büyük bir şehir. Avrupa ve Asya’yı birbirine bağlayan, sınırları çok genişlemiş bir mega-kent. Kadıköy de şehrin tüm bu canlılığı içerisinde bu sergi için özel bir yer oldu. Öbür taraftan Kadıköy yapıt üreten sanatçılar için de her zaman önemli bir yer oldu. Özellikle 19. ve 20. yüzyıldan bugüne yaşamış sanatçılar düşünüldüğünde. Dolayısıyla herkes için böyle bir sergiyi erişilebilir kılmak bizim için çok önemli. Sergiyi tasarlarken tüm bunları göz önünde bulundurduğumuzu da söyleyebiliriz.

Fahrelnissa Zeid, Soyut Komposizyon, 1950’ler, Kağıt üzerine karışık teknik, 104x74 cm

Fahrelnissa Zeid, Soyut Komposizyon, 1950’ler, Kağıt üzerine karışık teknik, 104x74 cm

Esin Hamamcı: Paris bir başşehir olarak tüm dünya için önemli. Ancak Türk entelektüel tarihi çerçevesinde çok daha ayrıcalıklı bir yerde olduğunu söyleyebiliriz. Zira Batılılaşma hareketleri çerçevesinde de Paris bir kutup olarak kabul edilir. Paris’in Türk entelektüel dünyasındaki önemi nedir? Neden bir kutup olarak kabul edilir? 

AÇ: Dediğiniz gibi bu sadece Türkiye’ye özgü bir şey değil. Modernizm dediğimiz zaman tabii ki Fransa ve Paris gündeme geliyor. Çünkü Fransız Devrimi ve onun arkasından arka arkaya yaşanan birçok gelişme var. Bunlar düşünsel, kültürel ve sanatsal olarak Fransa’yı ister istemez bütün dünyanın bir çekim merkezi hâline getirmiş durumda. Dolayısıyla şöyle bir şey de var tabii, Halil İnalcık’ın çalışmalarına bakarsak Osmanlı İmparatorluğu da aslında günümüze kadar süregelen “Avrupalı mıyız? Değil miyiz?” tartışmasının arkasında yapay bir tartışma olduğunu gösterir. Çünkü aslında Osmanlı İmparatorluğu Avrupa’ya çok yakın. Bunun çözülme sürecinde de o dönemin kültürel lokomotifi olan Paris’e bir ilgi olması kaçınılmaz. Dediğiniz gibi birazdan bahsedeceğimiz sergide yapıtlarını ağırlıklı olarak ele aldığımız sanatçılar belli dönemde Paris’ gidiyorlar ama sizin de çok yerinde işaret ettiğiniz gibi Tanzimat öncesinden başlayan sürekli bir Paris’e giden tırnak içerisinde “Türk aydını” var. Çok çeşitli disiplinlerde çalışıyor bunlar. Yine konuştuğumuz gibi edebiyat alanında ad çok önemli etkilenmeler söz konusu. Bu sergide yer alan sanatçılar, Abidin Dino’dan başlayarak daha sonra belki Selim Turan’lar Mübin Orhon’lar, Avni Arbaş’lar… Bu isimlere baktığımızda II. Dünya Savaşı sonrasında Paris’e gitmiş isimler. II. Dünya Savaşı Paris’i spesifik bir duruma işaret ediyor bir yandan. Nedir o? Şiir yazılabilir mi yazılamaz mı? önermesinin telaffuz edildiği dönemlerde bu insanlar Paris’ gidiyorlar. Fransız hükümetinin bursuyla Paris’e gidiyorlar. Bir taraftan Galatasaray’daki hocalar Türkçe biliyor mu bilmiyor mu ilişkiler gerildiği zaman ne kadar anlamsızlaşıyor, ilişkiler olumlu gittiği zaman bunun ne kadar güzel sonuçları olabildiğini gösteren bir şey. O sergideki insanlar çok müreffeh insanlar değiller. Hatta büyük bir çoğunluğu çok büyük zorluklar da çekmişler kendilerini Paris’te uluslararası bir sanatçı olarak kabul ettirmeye çalışırken. Ama dediğim gibi spesifik bir dönem ve soyut resmin yükselişte olduğu bir dönem. Picasso gibi büyük ustalar hâlâ hayatta. Ancak onlar zaten belli bir takım oyunun kurallarını kurmuşlar ve ulaşılamaz durumdalar. Yeni bir şey söylemek lazım. Hepsi bu yeni ortamın içine düşüyor. Bir de eşzamanlı olarak bunlara birer egzotik oryantalist arzu nesnesi olmanın ötesinde oranın kurallarıyla oynayıp orada kendilerini kabul ettirmiş bir kitleden bahsediyoruz. Özgün, hepsi birbirinden farklı işler üreten ressamlardan söz ediyoruz. Bu bağlamda onların kendi aralarında da bir ilişki var. Sadece Paris’te değil Türkiye’de de keza baktığınız zaman bugünden daha farklı bir manzarayla karşılaşıyorsunuz. Bunun tabii birçok açıklaması olabilir. Teknolojisinin gelişmesi, nüfusun çoğalması, göçler vs. ama o dönemlerde baktığınızda sanatçının müzisyeninden tiyatrocusuna, sinemacısından ressamına, mimarına bütün bir çevrenin birlikte hareket ettiğini görüyorsunuz. Bu Türkiye’de de böyle, yurtdışında da böyle. Bugüne geldiğimizde her sanat dalının kendi içerisinde uzmanlaştığını ve biraz birbirinden koptuğunu görüyoruz. Yazarlar kendi içlerinde bir camia, ressamlar kendi içlerinde bir camia…  Bu üretim sürecini çok etkileyen bir şey. Abidin Dino’nun sahne tasarımcısı olması, bir taraftan Rusya’da birtakım işler yapması, dönüp ondan sonra 1966 Dünya Kupası’nı alması. Bir taraftan sinema bir taraftan, bir taraftan yaptığının belgelemekten öteye bir sanat olduğunu söylemesi. Ya da örneğin Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Paris ziyareti sırasında Adalet Cimcöz’le sergileri değerlendirmesi, oradaki Türklerin varlığını nasıl bulduğunu değerlendirmesi ya da Abidin Dino’nun başlı başına çok önemli bir yazar olması…. Abidin Dino bana göre Türk edebiyatının en iyi 10 yazarından biridir. Burada sanatından da besleniyor aslında görsel bir hikâye de var. Anlattığı şeylerde görselliği dikkate aldığınızda. Ya da bambaşka bir cepheden, ilk soruda kısaca bahsetmiştim Yüksel Arslan diye birisi var, o da mesela başlı başına ayrı bir kategori ve mucize gibi görülebilecek bir ressamdan bahsediyorum. Herkes doğada, çevreden gördüklerinin kendisinde bıraktığı izlerden hareketle resim yaparken, Yüksel Arslan ağırlıklı olarak okuduklarından hareketle resim yapan birisi. Marks’ın Kapital serisi ön plandadır Yüksel Arslan’ın eserlerinde. Ama onun dışında da baktığınız zaman hemn hemen tüm edebiyat dünyasını resmetmiş birisi. Sergide yan yana resimlerini koyduğumuz Fikret Mualla ile Abidin Dino’nun üzerine Dino’nun yazdığı bir kitap var. Kendi yazdığı başlı başına “biyografi” diyebileceğimiz bir eseri var. Dolayısıyla sinema ve resim hep iç içe o dönemde. Sürekli gelip giden başka sanatçılar var. Bu sergide yer almamakla beraber yine Türk resminin çok büyük ustalarından Cihat Burak. O da mesela Paris’e yolu düşenlerden. Ya da Ahmet Hamdi’nin dışında yine bir sürü başka yazarların, Ferit Edgü’nün serginin ilk küratörü olduğundan bahsettik, bu isme Onat Kutlar’ı katabilirsiniz. Daha önceki ve sonraki kuşaktan herkesin mutlaka Paris’e yolu düşmüş. Belki bu artık yavaş yavaş değişiyor, Berlin gibi New York gibi, Londra gibi başka metropoller de biraz olsun belki Paris’in iktidarını sarsıyor ama buradaki etkileşim ve bunun bıraktığı iz çok önemli. Birinci Yeni’ye baktığımızda Garip hareketine, o tayfa Melih Cevdet, Orhan Veli, Oktay Rıfat’a… Hem Orhan Veli’nin yaptığı çeviriler var keza Oktay Bey’in de çevirileri var. Baudelaire, Rimbaud’lardan çok ciddi etkilenmeler var. Can Yücel’in çevirilerinde de buna rastlamak mümkün. 

Dolayısıyla Paris hep özenilen dünya merkezi olmaktan çok gerçekten samimiyetle Türk entelektüellerinin organik bir ilişki kurabilmiş sanatçılar. Ve Türk entelektüellerinin ve Türk sanatçılarının Paris’te kurduğu ilişki eğreti durmuyor. Hep Paris diyoruz bir Fransız etkisi şüphesiz ki var, çok baskın bir kültür. Ama Paris Fransız kültürü dediğimiz şeyin de üstüne çıkmış başka bir sinerji söz konusu. Doğu bloğundan gelenler ayrı… Gerçek anlamda evrensel bir merkez. Bence bu sergide Öner Kovabeyoğlu’nun Kadıköy’de sanatseverlerle buluştuğu sergisi de bu Türklerin dünyanın sanat merkeziyle kurduğu ilişkinin ne kadar sağlıklı ve verimli olduğunu çok güzel bir göstergesi. Mübin Orhon, İsimsiz, 1960, Tuval üzerine yağlıboya, 100x100

Mübin Orhon, İsimsiz, 1960, Tuval üzerine yağlıboya, 100x100

EH: O zaman ben sözü “Paris’e git ey efendi akl ü fikrin var ise / Âleme gelmiş sayılmaz gitmeyenler Paris’e” beytiyle sözü Abdullah arkadaşıma bırakıyorum.

AE: Paris bütün Batılılaşma hareketleri çerçevesinde önemli bir şehir. Sadece Türkiye veya Osmanlı İmparatorluğu için değil, Rusya için de Almanya için de Avrupa’nın özeti gibi. Hem kültürel anlamda hem edebî anlamda bir kutup noktası. Bugün Alişan Çapan ile birlikte Alan Kadıköy’de sanatseverle buluşan “XX. Yüzyılda 20 Modern Türk Sanatçısı” sergisi Paris ekolü ve bunun edebiyata yansımalarından bahsettik.