"Huzursuzluğu hatırlatan yazar": Zaven Biberyan

-
Aa
+
a
a
a

Ben Burdan Okuyorum’da Alara Çakmakçı ile Zaven Biberyan’ı konuştuk.

Biberyan
Zaven Biberyan üzerine
 

Zaven Biberyan üzerine

podcast servisi: iTunes / RSS

(28 Mart 2022 tarihinde Açık Radyo’da Ben Buradan Okuyorum programında yayınlanmıştır.)

Aslan Erdem: Alara, “Canına Okuyan Hatıralar, Öfke Zincirine Dönüşen Hayatlar” başlıklı yazında Biberyan’ın “huzursuzluğu hatırlatan yazar” olduğunu söylüyorsun; bu huzursuzluğun kaynağının yalnızca hayat gailesi ya da gelecek kaygısı olmadığı Biberyan okurlarına ayân aslında. Nedir Biberyan’ı huzursuzluğu hatırlatan yazar kılan sence? 

Alara Çakmakçı: Hem huzursuzluğu hatırlatan, hem de yazıda da yazdığım gibi, Georgelin’in deyimiyle “karıncalar gibi huzur kaçıran” da bir yazar Biberyan. Romanlarının dramatik çatısını da oluşturan ve okura musallat olan bu huzursuzluğun aslında Biberyan’ın hem edebi hem de politik projesinin mihenk taşı olduğunu, Mahkumların Şafağı ismiyle basılan otobiyografisinde görmek mümkün. Yalnızca yaşadığı ülkenin efendileri olan Türklere değil, kendilerini toplumun bir parçası olduğu yanılsaması içinde kendini kandırmaya devam eden Ermeni cemaatini de huzursuz etmek ister sürekli. Şöyle yazar otobiyografisinde: “Tebessüm değildi istediğim. Her ne pahasına olursa olsun, o koyu kırmızı yüzlerin ekşimesini, kaşların çatılmasını, dişlerin sıkılmasını istiyordum.” Bu çünkü ona, insan olmanın haysiyetini hissettirecektir. Dolayısıyla bana kalırsa Biberyan’daki huzursuzluk asıl olarak bir görülme diyalektiğinden doğmaktadır. yani hem görünmek isterler, hem de göze batmamak isterler karakterler. Yalnızca tek bir felaketin, 1915’in travmasını değil, türlü türlü politikalar ve toplumsal uygulamalarla gitgide büyüyen, “onca yıllık itilme, biriktirilmiş, sıkışmış o hınç, tatmin edilemeyen isyanlara dönüşen o aşağılamalar”ın derin travmalarını yaşarlar. Bu noktada şu ayrımın gerekli ve faydalı olduğuna inanıyorum: Biberyan huzursuzluğun yazarı değil, huzursuzluğu hatırlatan yazardır. Bir felaketin tanıklığı yapmak değildir niyeti, o felaketin sürekliliğinin Ermenilerin hem en mahrem alanlarına hem de toplumsal yaşamlarına nasıl sirayet ettiğini, muazzam ustaişi imgeler, betimlemeler ve karakterler arasındaki diyalog dahi denemeyece bir takım konuşmalarla yapar. Krikor’un içinde yaşadığı, ya da daha doğrusu kenarına ilişmeye çalıştığı toplumdan nasıl korktuğunu örneğin, gözden kaçması muhtemel bir sahnedeki bir hırka imgesiyle sezdirir. Dışarı çıkması gerekiyordur Krikor’un, sokağa çıkmaz üzere bahçeye adımını atar, birden gömlekle olduğunu hisseder ve korkuyla duraksar. Yukarı çıkıp hırkasını alası gelir, ama der içinden: “bu boğucu yaz gününde, el alem çıplak gezerken”… yani el alem çıplak gezerken sokaklarda, o hırkasız çıkamaz sokağa. İşte Krikor’un giymeye utandığı ama giymemeye de hakkının olmadığı o hırka imgesiyle huzuru kaçırır Biberyan. Ya da Meteliksiz Aşıklar’da Sur’un çocuksu, içi boş iyimserliği karşısında sevgilisi Norma’nın Pire’de geçen çocukluğundan aklında kalan Nazilere dair anılar, Norma’nın zafiyet geçiren bedeni, ya da romanın sonundaki dalgın ve korkak bakışları birden huzursuzluğu hatırlatır. 

Yani tıpkı Karıncaların Günbatımı’nın sonundaki o meşhur pasajda Baret’i birdenbire dalıp gittiği yerlerden çağıran, kelimenin tüm anlamlarıyla onu “uyandıran” büyük harfli Felaket sözcüğü gibi “küllenmiş anıları” yeniden canlandıran genel bir psikoz halini betimler Biberyan. Ermenilere Ermeni olmamanın imkansızlığını, ve bu imkansızlığın huzursuzluğunu hatırlatırken, Türklereyse fail olmanın huzursuzluğunu hatırlatır daima…

Biberyan sigara içiyor

AE: “Felaket beklentisi”, Biberyan yazınının üzerine inşa edildiği öz gibi geliyor bana. 'Yalnızlar’da Gülgün için anlatıcı şöyle diyordu: “(...) herhangi bir felaketi daima beklediğini, kendini asla öz evinde hissetmediğini fark ediyordu.” Benzer bir beklenti 'Karıncaların Günbatımı’nın sonlarına doğru da su yüzüne çıkar, herkes endişe ve sabırsızlıkla bir sonraki felaketi bekler. Üç romanda da bu izlediğin çok belirgin bir biçimde tekrar ettiğini görüyoruz. Bu durum, anlatı kişilerinin kenti yaşama biçimini da bozuyor: korku bir yaşantı hâlini alıyor âdeta. 

: Kesinlikle öyle. Biberyan’ın otobiyografisinde dediği üzere, Türkiye’deki Ermenilerin hayatı, roman karakterlerinde de göreceğimiz gibi “iki felaket arasında, bir sonrakini bekleyerek” geçer. Hal böyleyken bu bekleyiş, tüm karakterlerin kent deneyimini, kenti yaşama deneyimlerini telafisi olmayacak şekilde zedeler, bozar, yıkıma uğratır. Sara Ahmed, Duyguların Kültürel Politikası’nda korkunun, bedensel ve sosyal alanı birbirine hizalayacak şekilde işlediğini söyler: bazı bedenlerin çeşitli alanlardaki hareketliliği sınırlanırken öteki bedenlerin kamusal alanda kolaylıkla hareket etmeleri ve onu mesken edinmeleri sağlanır Ahmed’in bahsettiği bu hareket sınırı romanlarda türlü türlü şekillerde tezahür eder. 

Biberyan’ın belki de en dışarlak romanı sayabileceğimiz Meteliksiz Aşıklar’da bu hareket kısıtlılığı röntgencilerin varlığıyla cisimlenir. Zaten hatırlayalım, roman, “Sur birdenbire huzursuz oldu” cümlesiyle başlar. Roman boyu röntgenciler her yerdedir, ki bu röntgenciler yalnızca adada sevgilileri gizli gizli dikizleyen adamlar değil, çarşıdaki esnaf, iskeledeki görevli, karakoldaki polistir de. Sur ne yapsa ne etse bunlardan kaçamaz, kaçamadığı gibi hakim olan karşısındaki pozisyonunu da sürekli sürekli kabul etmeye zorlanır. Bu daimi korku hali en nihayetinde karakterleri eve hapseder. Karıncaların Günbatımı’nın serseri amcası Dırtad onca deneyimden, renkli geçen bir gençlikten sonra kendini keşişler gibi Ada’daki yıkılmakta olan eve kapatmıştır, Baret’in annesi Arus romanın sonunda akli dengesini iyice yitirmiş, bir felaketi bekler halde korku içinde eve hapsolmuştur. Krikor, evden hiç çıkmaz, çıktığında da içinden söküp atamadığı, çok da haklı bir tedirginlikle yürür sokakta. Zaten istenen, amaçlanan da budur, kamusal alanda rahatlıkla hareket edebilenler Türklerdir, Yalnızlar düşünürsek Erol ve çetesidir. O sebeple de bu korkuyu hissetmeyen ya da buna teslim olmayan Aret’in, kolunda Türk bir kızla gönlüne estiği gibi dolaşması kabul edilemez, cezalandırılması gereken bir eylemdir. Cezası da “Çanakkale Zaferi”nin yaşandığı 18 mart sokağında kesilir. Baret’iyse şehir, Rober Koptaş’ın çok güzel ifade ettiği gibi Gökyüzü Yolu Mühürdar’dan almış ve en nihayetinde Haliç’in orada, kanalizasyonundan dışarı atmıştır. 

Tüm bu örnekler düşünüldüğünde, bahsettiğin bu bir yaşantı halini alan korku, hiçbir karaktere şehri deneyimleme fırsatı vermez, flanör olma hakkı tanımaz, zira tüm şehir, onları adeta dışarı atmaya programlanmış bir sistem gibi örgütlenmiştir. 

AE: Ev’lerle devam edelim... Nurdan Gürbilek’in son kitabındaki temel sorulardan biri şuydu: “Evi dağılanın yurdu genişler mi?” Biberyan romanlarında bunun cevabı nedir acaba? 

AÇ:  Ev meselesi Biberyan’da gerçekten de çetrefil bir mesele. Tüm romanları bir tür ev’i arama romanlarıdır bir açıdan. “Ev neresidir, evden ayrılmak ya da eve dönmek mümkün müdür, dahası, ev diye bir yer mevcut mudur” sorularının etrafında örgütlenir hikayeler. Romandaki hikayelerin 'şimdi'sinden çok daha önce dağılan, dağıtılan evler söz konusu tabii. Kendilerini kusan şehir ile ev’in pek bir farkı yoktur Biberyan’da, ikisi de tekinsizliğin, yani hem tanıdık hem yabancı olanın mekanlarıdır. Bu tekinsizlik ve aidiyetsizlik Yalnızlar’da da çok belirgindir: Sokak, yani toplumsal olan, tüm şiddetiyle, mütevacizliğiyle, devleti polisi evet ama, esnafı ve komşusuyla da evin içine sızmış durumdadır. Kendi bahçesinde rahatça oturamaz Krikor, Ermenice konuşamaz, kısaca hırkasını çıkaramaz üzerinden. Evin içi de azap yeridir, az önce bahsettiğimiz kent deneyimini bozan korku, ev içinde de anne-oğul ilişkisinin temelindedir: Krikor, annesini, paçavraya çevirene kadar, mecazi anlamda, döver. Eski bir korkuyu duyar annesine baktıkça ve de Biberyan’ın dediği gibi “her korkanın, kendisini korkutan şeye vurduğu gibi” vurur annesine, “körü körüne”. 

Biberyan pipo içiyor

Karıncalar da baştan sona bir tekinsizlik anlatısıdır. Kendi deyimiyle nereye gitse “kendi mekanına dönme arzusu” duyar Baret fakat kendi mekanının neresi olduğu belirsizdir. Fikri bir yersiz yurtsuzluk gibi başlayan anlatı, romanın sonunda fiili hale gelir. Eve dönmeye, eve girmeye çalışmıştır Baret ama en nihayetinde evin tamiri mümkün olmayacak şekilde harap edildiğini görecektir. Hem cismani hem sembolik anlamda yıkılmış bir evle karşı karşıyayızdır, Biberyan bu iki hattı hep yan yana götürür. Yani sembolik olanla, diyelim, gerçek olanı. Sözgelimi ilk evvela, romanın başında evin çöküşünü anlatır romanda, evdeki korkuluk, düşmek üzere olan bir diş gibi sallanıyordur, öte yandan, diğer sembolik hatta, Baret yıkımı anbean daha şiddetli yaşar, “kendisini havada asılı bir balon gibi hissediyordur, birden patlayacak ve bir paçavra gibi yere düşecek”tir. Ve sonra elbette romanın sonundaki Baret’in ölmüş amcasının evine, namı diğer Adadaki eve gittiği sahneyi hatırlayalım: ev harabeye dönmüştür, başka insanlar gelmiş, evi yağmalayıp bahçesine başka bir ev, gecekondu yapmışlardır. Ev burada kişilik kazanır, özneleşir, her şeyi yutan bir canavara dönüşür. Bu harap ev, tanıklığa çağrıdır, Baret der ki dünyanın sonuna kadar kalacaktır. İnsanlar bin sene de geçse gelip göreceklerdir evin kalıntılarını, ve burada bir ev varmış, birileri yaşamış diyeceklerdir. Ki zaten bu ev de ister istemez bizlere 1915 sonrasını, el konulan, yağmalanan taşınmazları, mülkleri, evleri hatırlatır. Baret amcasının ölümünden sonra buraya geldiğinde, Biberyan şöyle yazar, “dağa taşa, gökyüzüne yeryüzüne her yere hakim olan kokuşmuş ceset kokusu” vardır, eve gelen işgalcilerle arasında geçen diyalog oldukça manidardır, “Bu evin sahibi yok, öldü” deyip kestirip atarlar yağmalarcasına eve konarlar.

Dolayısıyla Biberyan’da evi Felaket’ten, ayrı düşünmek mümkün değildir, dağılan evlerse yurdu genişletmek şöyle dursun, özneleri neredeyse felç ettirecek kadar hareketsiz bir alana hapseder. Sonu gelmeyecek bir sürgündelerdir karakterler. İkide bir de o yüzden kaçmaktan, evi bırakmaktan bahsederler ama sürgünlerinin biteceği bir yer de yoktur işte. Çok cılız bir ihtimal olarak bir Ermenistan penceresi açılır Karıncalar’da, çok ilginçtir, Biberyan’ın Sovyet Ermenistanı'ndan bahsettiği tek andır bu romanlarında. Kendilerinin olmayan fakat onları kabul edebilecek bir ülke ihtimalinin lafı geçer romanın sonlarında Baret, Haybeden ve Çamur arasında. Fakat nihayetinde ev olmaya çok uzak bir ihtimaldir orası da. 

Çok dallanıp budaklanmaya, farklı kanallar oluşturmaya müsait bir konu bu, dolayısıyla şimdilik şöyle bitirmekte fayda var diye düşünüyorum, bana kalırsa Biberyan’da eve en yakın yer dildir, Nafıa’da emek emek inatla geliştirdiği Ermenicesi ve Ermenicesinin yanında bir de romanlarında da kendi hayatında da müthiş bir yere sahip olan ve çocukluğundan beri vazgeçemediğini söylediği denizdir. Böyle düşünüldüğünde, yurdunun akıl almayacak boyutlarda genişlediğini söylemek de mümkündür elbette. 

AE: 'Meteliksiz Âşıklar’ın Sur’u; 'Karıncaların Günbatımı’nın Baret’i ve 'Yalnızlar’ın Krikor’u tek bir kişinin üç farklı dönemi gibi geliyor bana... Ergen bir âşık olan Sur, nafia askerliğinden dönen Baret ve azap duygusunu sırtına bir gömlek gibi geçirip bütün hayatı bu duygunun etrafında sündüren Krikor... Sen de yazında bu üç romanın yapısal anlamda bir üçleme gibi değerlendirilebileceğini söylüyorsun. Elbette bu sadece anlatı kişilerinin fiziksel yönleriyle kurulan bir süreklilik değil; atmosfer de kent de zaman da süreklilik göstererek bu metinleri üçleme gibi okumamızı sağlıyor sanırım. Bu üç romanı bir seri gibi okumamızı sağlayan başka neler var? 

Dediğin benzerlikler bilhassa da romanları otobiyografiyle paralel okuduğumuzda fark ediliyor. Örneğin Biberyan’ın çocukluk ve ilkgençliğindeki hırçın öfkesi Sur’da cisimlenir. Otobiyografinin ilk bölümü, yani uzun Nafıa epizoduna kadar olan bölümde Sur’dan çok şey buluruz. Karıncalarise Baret’in 3.5 yıllık Nafıa askerliğinden dönüşüyle başlar. Kendisi üzerinde derin travma bırakan bu çok önemli dönemin romanda neredeyse hiç lafı geçmez. Fakat otobiyografininse en hacimli bölümü, bu yılları anlattığı bölümdür. Yani Sur’un o iyimser, ümitli ve aktif öfkesinin nasıl Baret’e gelindiğinde özneyi yiyip bitiren bir hınca dönüştüğünün izlerini burada buluruz. Bu hat takip edildiğinde, Sur’un o halinden sonra geçirebileceği muhtemel başka bir evrim de, başka bir yol sonu da Krikor’un halidir: öfkesinin ve hiddetinin yalnızca ev içine yönelebildiği hastalıklı bir hal... 

Hepsi aynı bir büyük felaketin izlerini taşırlar, romanlar da aynı felaketlerin çevresinde döner: elbette 1915, her ne kadar adı zikredilmese de anlatı içinde bazı örtülerin arkasına gizlenen bir 1915, iki kuşağın da travması Amele Taburları, Varlık Vergisi, ırkçı politikalar, pogrom… her bir romanda tüm bu toplumsal travmaların nasıl bireysel boyutta, kişiler üzerinde ayrı ayrı yaralar bıraktığını mercek altına alır Biberyan. Bir panorama sunar en nihayetinde tüm eserlerinde. 

Zaven Biberyan ve eşi Seta.

Zaven Biberyan ve eşi Seta.

Sadece ana karakterler değil, hikayelerde gerilimi oluşturan yan karakterler de birbirilerine benzerler, örneğin krizi fırsata çevirmesini bilip savaş zamanı zengin olan kaptıkaçtı Suren ve Varlık zamanı başkasının gözyaşını kendi sevincine dönüştürüp dükkanını açan Sur’un babası Kevork. 

Yine her romanda tekrarlanan başka bir unsur, Biberyan’ın eleştirilerinin hedefi olan, hayatta kalmak için bir inkar halinin içinde yaşamaya razı olmuş Ermeni cemaati mensuplarıdır. 

Sonra, dediğin gibi değişen, değişmekte olan kent. Kentle bu karakterlerin kurduğu, ucundan ilişik yaşama halleri. 

Karakterlerin kadınlarla kurdukları marazi ilişkiler. 

Ve elbette, romanların tümüne hakim, tüm bu bahsettiklerimizi de parantez içine alan bir tekinsizlik ve huzursuzluk hali… zannediyorum ki bunların hepsi, Biberyan’ın külliyatını bir büyük projenin parçaları/ bölümleri olarak okumamızı mümkün kılan unsurlar… 

AE: Az önce bahsettiğin, yazında da söz ettiğin Talin Suciyan’ın “soykırım sonrası inkâr habitusu” kavramından bahsedelim. Biberyan için de çok ayırıcı bir kavram bu: Bu kavram nasıl işliyor acaba? 

: Aslında bu noktaya kadar ister istemez epeyce bahsetmiş olduk bu soykırım sonrası inkar habitusundan çünkü dediğin gibi Biberyan için çok temel bir mesele. Benim de temel aldığım bu kapsamlı çalışmasında Suciyan, eğitim sistemi, mülk ve toprak edinimi, nüfus mühendisliği, Genel müfettişlik vesaire gibi idari birimler, vatandaş Türkçe konuş ve benzeri toplumsal kampanyaların, son birkaç on yıl içinde bir araya gelip yerleşik bir ırkçılık ve inkar tarihi de dahil olmak üzere normalleştirilmiş bir sosyal habitus oluşturduğunu gösteriyor. Sürekli olarak bu baskı ve aşağılanmanın ağırlığı altında yaşamaya mecbur bırakılan Ermenilerin yalnızca uğratıldıkları soykırım değil, dilleri ve varlıkları da inkar edilmiştir, edilmektedir. Vatandaş Türkçe konuş’un her bir roman karakterinin ayrı ayrı nasıl etkilediğini, sözgelimi Krikor’un kendi evinde Ermenice konuşamamasından, Norma’nın sokakta mutlaka Türkçe konuşmasından, Sur’un babası Kevork’un sokakta zinhar Ermenice konuşmamasında görürürüz. Bir reflekse dönmüştür Türkçe konuşmak, hayatta kalmak için. 

Öte yandan Türklüğe hakaret yasasının nasıl kişisel husumetlerde bir intikam aracına dönüştürüldüğü, bu amaçla kullanıldığını da yine her romanda görünür kılar Biberyan. Bilhassa Yalnızlar’da Aret’e düzenlenen saldırıda açık edilir bu: öldüresiye döverler Aret’i, bir soran olursa da yapılacak olan bellidir, Biberyan üç kez tekrarlattırır bunu Erol’a: inkar etmek, inkar etmek, inkar etmek. Polis filan, bir soran olursa, “Türklüğe hakaret etti” diyeceklerdir. Meteliksiz’lerde Sur kendilerini taşlayan röntgencilerden şikayetçi olmaya polise gidemez, zira Ermeni olduğu, adının Sur olduğu öğrenilirse, Türklüğe hakaret etti derler, onun başı belaya girer. 

Ya da yine Yalnızlar’da kasap Ali’nin krikor’un arkasından söylediklerini düşünelim. Ali yakın zamanda Anadolu’dan İstanbul’a gelmiştir, gelene kadar Gavur’lara dair hiçbir bilgisi yoktur ama geldikten sonra bol bol gazete okumuş, bu gavurların ne olduğunu iyi anlamıştır. Bu ayrıntıyla birlikte Biberyan, dönemin gazetelerindeki ırkçı ve nefret dolu söylemlerin, inkar habitusunu nasıl yerleştirdiğini ve toplumsal alanda bu nefreti nasıl yaydığının altını çizer. Ermenilere duyulan bu öfke ve nefrette, devlet mekanizmaları ve basın aygıtları birlikte çalışmaktadır. 

Son olarak şunun altını çizmekte de fayda var, bir şekilde bu inkar habitusunun altında yaşamaya, mecburen de olsa rıza gösteren Ermeni cemaatini de topa tutar Biberyan. Şöyle yazar otobiyografisinde: “Ermeni basını yıllardır Ermenilerin masum olduğunu iddia etmekle yetinmiş, Türk devletine, Türklüğe sadık olduğunu anlatmıştı. Türk basınının Ermenilere karşı yüz kızartıcı bir ithamda bulunduğu, Ermenileri tehdit ettiği her durumda, bizim gazetelerimiz ancak bitmez tükenmez yakınmalarla karşılık veriyor, temcit pilavı gibi “ortak-vatana-benzersiz-hizmetler-vermiş-Ermeni” hikayesini tekrar ediyordu. “Türkler” bizi hor görüp itelerken, onlar bıkıp usanmadan bizim de Türk olduğumuzu, Türk’ten başka bir şey olmadığımızı ilan ediyorlardı.” Biberyan hem gazete yazılarında, hem romanlarında hem de politik angajmanında asıl amacı, niyeti bu habitusu önce ifşa etmek sonra da kökünü kazımaktır. Bunu yapmanın yoluysa dönüştürücü bir öfkeden, eşit yurttaşlık talebinden geçer. 

AE: 50’li yıllar Türkiye tarihi açısından baktığımızda hayli ilginç bir dönem, bir yandan çok partili hayat, tarımda makinenin kullanımına bağlı olarak ortaya çıkmaya başlayan iç göç ve buna bağlı olarak İstanbul gibi kentlerde oluşmaya başlayan gecekondu mahalleleri ve tüm bunların yanı sıra renklenmeye başlayan bir İstanbul hayatı... Biberyan Modalı bir yazar, malum romanları da buralarda, Kadıköy ve civarında geçiyor. Üç romandaki kent deneyimini konuşalım istiyorum 1950’ler İstanbul’u az önce adını andığımız Sur, Baret ve Krikor için nasıl bir yer? 

: Evet, dediğin gibi 50’ler türlü dinamiği ve ihtimali içinde barındıran yıllar Türkiye için. Uzun yıllar süren kanlı savaşlar bitmiş, tek parti dönemi geride kalmıştır. Dönem artık, İkinci Dünya Savaşı’ndan beri, Yalnızlar’daki Yeranik’in dediği gibi “vurgunun yolunu bulanlar”ın dönemidir. Bilhassa iki üç senede her şey büsbütün değişmiştir. Romanın ilk sahnelerinde Madam Verjin Yeranik’le konuşurken şöyle söyler: “para her taraftan akıyor. Her şey unutuldu. Varsa yoksa yiyip içmek, oynayıp zıplamak. Demokratlar geldiğinden beri” Yeranik hemen sözünü keser: “Allah başımızdan eksik etmesin, neme lazım. Soluk aldık azıcık, kimsenin bize iliştiği yok”. Allah başımızdan eksik etmesin dediği hükümet, kapıdaki başka bir felaketin, 6-7 Eylül İstanbul pogromunun sorumlusu olacaktır. 

Zaven Biberyan ve eşi Seta. Adalar-Yalova vapuru, 1955.

Zaven Biberyan ve eşi Seta. Adalar-Yalova vapuru, 1955. (Kaynak: Aras Yayıncılık)

Fakat kaydı birazcık geri saralım ve bu 50’li yıllara gelene kadarki konjonktürü düşünelim isterim. Bu dönemin Türkiyeli Ermeniler açısından nasıl geliştiğini de Suciyan kitabında çok iyi özetler. 1930’lu yıllarda gayrimüslim cemaat kurumlarına çok ciddi devlet müdahaleleri başlar. Devlet, okullardan vakıflara kadar her türlü gayrimüslim kurum üzerinde söz sahibiydi. Dünya Savaşı’nın ekonomi üzerindeki malum kötü etkileri, büyük şehirlerde karaborsanın ortaya çıkmasına ve sermayenin belirli ellerde toplanmasına neden oluyor. Biberyan’daki Suren, Kevork gibi, Osman Bey gibi karakterler bunun örnekleri. 1950 ardından, çok partili sistemde DP iktidarında Türkiye hızla ekonomik olarak liberalleşme yoluna giriyor. Bu dönem ABD ile kurulan yakın ilişkiler ve Marshall planıyla oradan gelen para ciddi bir ekonomik rahatlama getirmişti. Son olarak Truman Doktrini ile birlikte siyasi atmosfer de Ermeni toplumu için daha iyimser görünmekteydi. Marmara gibi bazı Ermeni gazeteleri, “hükümetin gayrimüslimlerin sorunlarını çözmeye istekli ve hazır olduğuna inanıyordu”. Gelgelelim durum böyle değildir. Suciyan’a göre Ermeni toplumu, Türk makamları ve basın mensupları önünde haklarını savunabilecek ve talep edebilecek delegelerden yoksundur. İşte Biberyan’ın da bir parçası olduğu Nor or gazetesi yazarları, başka bir adla Nor or jenerasyonu bu hak talebinin sözcülüğünü yaparlar. 

Biberyan’ın romanlarını tam bu umudun ve umudun peşi sıra gelen müthiş hayalkırıklığının ortasında yazdığını hiç unutmamamamız lazım diye düşünüyorum. 

Öte yandan dediğin gibi her şeyin çılgınca bir hızda değiştiği de bir dönem bu. Şehir de nüfus da bütün bütün değişmektedir. Taşradan, kırsaldan kente göceden kesim de Yalnızlar’daki Kasap Ali, Karıncalar’da Baret’in bir süre yanında çalıştığı Keçeli gibi karakterlerle temsil bulurlar. Sınıfsal karşılaşmalar daha göz önüne çıkar, sokaktaki işçiler, esnaf, evlerdeki besleme hizmetçiler artık taşralıdır. Diğer bir taraftan, 50lerde yaşanan refah artışı, tüketimin artışı, zenginleşme arzusunun pompalatılması da romanlarda arkaplanda hep işlemeye devam eder. Karıncalar Kadıköy anlatısı gibi başlayıp dediğimiz gibi Adalar’ın berrak sularından Tophane’nin çamurlu sularına varana dek bütün istanbul’u baştan başa kateder, buralarda da tüm sınıfsal katmanları gösterir. Özellikle Yalnızlar ve Karıncalarda bu değişimi çok net görürüz: Bir yanda sinemalar, gazinolar, plajlar, konaklar; öte yanda arka sokaklar, genelevler, gecekondular, atölyeler, koltuk meyhaneleri… ve bu iki karşıt mekanlar arasındaki geçişin, her iki yönde de, çok hızlı ve olağan oluşu. İşte aşağı yukarı böyle bir İstanbul’un, çehresi ve duygusu hızla değişen bir İstanbul’un içindedirler Biberyan’ın karakterleri.