Kurgu ve araştırmada kentin görünümleri

-
Aa
+
a
a
a

Paris III Sorbonne Nouvelle’den mezun olan Bihter Sabanoğlu ile Toplumsal Tarih dergisinde yayımlanan makalesi “Bilim Kurgusal İntikam Fantezilerinin Başrolünde İstanbul” bağlamıyla kent, sanat ve edebiyat üzerine konuştuk.

Kervansaray gravürü
Kurgu ve araştırmada kentin görünümleri
 

Kurgu ve araştırmada kentin görünümleri

podcast servisi: iTunes / RSS

Esin Hamamcı: Başlıkta “kent ve edebiyat” diyerek epey geniş bir alana yer verdik. Olabildiğince geniş anlamdan dar sokaklara kıvrılmaya çalışsam da yine aynı çerçeve içinde kalacağım. Çünkü konumuz kent. Bihter’in de çalışmalarında sıkça yer verdiği bir konu. Tabii Türk edebiyatında kent -edebiyat, şehir- edebiyat, daha da daraltacak olursak mekan-edebiyat denilince, Tanzimat döneminde Çamlıca’ya bakmamamız kaçınılmaz oluyor. Çamlıca’da Namık Kemal’in iki kahramanı Ali Bey ile Mahpeyker karşılaşıyor ve mekan bir anda idealize oluyor. Servet-i Fünun’da mutlaka Boğaziçi’ne bir selam göndeririz. Mehmet Rauf’un Eylül’ünde, Tevfik Fikret’in Sis’inde, Halit Ziya Uşaklıgil’in Aşk-ı Memnu’sundaki Boğaz’da o dönemin kapalılığı, sinikliği ve Servet-i Fünuncuların melankolik ruhunu buluruz. Milli edebiyat dönemi Anadolu’ya biraz daha kasabalara, taşraya yöneliriz. Yani edebiyatı, mekanla bağdaşlaştırdığımızda arka planında bir toplumsal olaylar zincirini de takip etmiş oluruz aslında. Öncelikli olarak şunu sormak istiyorum, bir noktadan sonra kent, bir söyleme dönüşmüyor mu? Sen ne düşünüyorsun?

Bihter Sabanoğlu: Elbette dönüşüyor. Tabii sen söylem olarak kent deyince aklıma hemen Yunan agorası geldi, söylem ve kentin birleştiği bir tarihi an olarak. Ben Sorbonne’da İngiliz romanında “gizli kulüpler” yani “secret societies” üzerine master tezimi yazarken de bir bölümü de "London as hub of Crime” yani Bir Suç Merkezi/Ağı olarak Londra başlığına ayırmıştım. Londra’nın nasıl suçla bütünleştiğini, bu ahtapot şehrin bir kötülük labirenti olarak, hatta kötülükle organik bağı olan bir varlık olarak nasıl tasvir edildiğini incelemiştim. Romanım Şüpheli Şeylerin Keşfi’ndeki İstanbul tasviri de elbette bahsettiğin türden toplumsal olaylar zincirinin daha doğrusu, tarihi kronolojinin ki bunun resmi kronoloji olması gerekmiyor, takip edilebildiği bir oyun alanı diyebilirim. Benim kentimin söyleminin ne olduğunu sorarsan muhtemelen bu “hafıza kaybı” olur: bugünün İstanbul’unda, benim şehri kavrayışıma, yaşayışıma göre, insanların hafızası kentin hafızasıyla el ele yok oluyor, bu birbirini tetikleyen, hızlandıran bir süreç. Romandaki kent de bu yoksunluk hissi üzerine inşa ediliyor. Daha da doğrusu yoksunluktan ziyade aksaklık. Kentin hafızası aksıyor, içinde kocaman boşluklar var. Ve bu kent peyderpey siliniyor. Bir hastalık, ya da kötüleme fikrinden bahsetmiyorum, edebiyatın çeşitli dönemlerinde bu tarz İstanbul söylemlerini de görürüz ama benim tahayyülümde kentin sönerek, muğlaklaşarak, flulaşarak yok olması fikri var. Hani kar yağmaya başlar ve yavaş yavaş hızını arttırarak bir binanın siluetini git gide gökyüzünden silmeye başlar, kentin kendi hafızasının bu şekilde yok olması romanımda insanlara, özellikle baş kadın karakter Ayla’ya sirayet ediyor ve onun hayatının diğer alanlarına da dalga dalga yayılıyor. Karakter aynı kent gibi tarihinden bazı segmentleri hatırlamıyor, bazı yaşanmışlıkları yaşanmamış sayıyor ve bu çekilip alınmış, hatta bir iş makinesi benzetmesi yaparak kepçeyle sökülüp alınmış anlar yüzünden içindeki boşluk sürekli büyüyor. İstanbul’un da bundan mustarip olduğunu söyleyebilirim. 

E.H.: Makalen “Bilim Kurgusal İntikam Fantezilerinin Başrolünde İstanbul”da, Molla Davudzade’nin 1913 tarihli Rüyada Terakki kitabını ele alıyorsun. Burada Balkan Savaşı etkisinde bir yazım söz konusu. Savaşların ve baskı dönemlerinin ütopyalara kapı açması çok anlaşılır bir durum. Makalede şöyle bir cümlen var: Geleceğin İstanbul’u bu travmayı bir daha yaşamamak, Osmanlı’nın yaptığı hataları tekrarlamamak üzerine kurgulanmıştır.” Bu roman bize nasıl bir İstanbul sunuyor, neleri unutturuyor? Neleri hatırlatıyor? Ve bu “yok-ediş” ve “var-ediş”lerin anlamı nedir?

B.S.: Bu benim çok hoşlandığım, müthiş eğlenceli bulduğum kitap aslını sorarsan oldukça didaktik. Tarihin öğretici, içinden geleceğe dair türlü dersler çıkarılacak bir şey olduğu düsturundan hareketle okuyucuya öğütler veriyor. Yazara göre İstanbul ve sakinleri özlerinden, -tabi bu Türk ve İslami kökenler demek- uzaklaştıklarında dünyada hak ettiği yeri kaybediyorlar. Yazar geleceğin İstanbul’unda da bir daha bunun gerçekleşmemesi adına birtakım düzenlemeler yapıldığını hayal ediyor. Burada kitle gözetimi var, ırk hijyeni de var, Çin sosyal kredi sistemine benzer uygulamalar içeren toplumsal regülasyonlar da var, kent planlaması da var. Bu ütopyada her nokta incelikle düşünülüp planlanmış. İstanbul bu ütopyada zalim ve adaletsiz Avrupa’nın boyunduruğundan, kültürel etkisinden çıkmış ve Müslümanlar ülkelere, halklara yanaşmış bir ülkenin baş şehri. Kent sıkı sıkıya denetleniyor, herkeste birer TC Kimlik numarası var, sokaklara Mobese benzeri kameralar yerleştirilmiş, GBT sistemi uygulanıyor, polis kontrolünde adres, bu TC Kimlik vs numarası hepsi birbirine bağlanmış. Bu totaliter sistem tabii tek tip insan yetiştirmek istiyor; Foucault biyopolitika kuramları ışığında incelersek romandaki ideal yönetim biçiminin insan bedeni ve davranışlarını da kapsadığını görüyouz zaten. İtibar puanı sistemi, doğan bir çocuğun aileden hemen alınarak “Tevlit ve Terbiyehane” kurumunda ilk günden eğitime alınması ve ülkesine yararlı bir birey olarak yetiştirilmesi vs. Tabii pek çok şaşırtıcı teknolojiyi de hayal ediyor yazar, Marmaray, Boğaz Köprüsü, Facebook gibi sosyal ağlar sayılabilir belki de bunların içinde en trajikomiği kadınları unutmadığı o an. Haremlik selamlıktan vazgeçmek istemiyor çünkü o da idealize ettiği ulusal kimliğinin bir bileşeni. Dolayısıyla şöyle bir çözüm öngörüyor: erkekler gün ortasında 2,5 saat evlere kapanıyor, kadınlar sokağa salınıyor, şehir bir anda bir kadınlar cenneti oluyor onlar işlerini çabucak bitiriyor ve yuvalarına geri dönüyorlar. Yazar tüm bu yaratıcı çareler sayesinde güçlenen İstanbul’un Avrupa’nın yıkılmasından sonra oluşan vakumu doldurduğunu iddia ediyor. Buna bir nevi ütopik bir şehri kullanma kılavuzu diyebiliriz o halde.

Rüyada Terakki kitabının kapağı

E.H.: Makalende aslında iki kitabı birden karşılaştırıyorsun. Samuel Madden’in "Memories of the Twentieth Century" eserinden de bahsediyorsun. İkisi de mekan odaklı eserler. Bu dönem eserlerinde özellikle rüya, bellek, gelecek, gelecek ve geçmiş arasında sıkışma… gibi durumların dönemsel karşılığı nedir sence? Bir şehrin buhranının eserleridir diyebilir miyiz bu eserler için?

B.S.: Evet, ya da esasında şehirler üzerinden yansıyan rövanşist bir anlayışın buhranıdır demek belki daha doğru olabilir. Bu gelecek rüyaları, tahayyülleri büyük travmalar, kaygılar, korkulardan kaynaklanıyor. Türkçe’de pek bilinmeyen Samuel Madden’in bahsettiğin eseri buna bir örnek. 1733’te yazılıyor eser ve o da Rüyada Terakki’nin tersinden gidiyor yani bu kurguda da İngiltere’nin tüm rakipleri perişan oluyor, bunların arasında Osmanlı İmparatorluğu bulunduğu gibi Fransa, İtalya da var. Buradaki İstanbul’da Molla Davudzade’nin Rüyada Terakki eserinde uykularını kaçırdığını anladığımız kaygıların gerçeğe dönüştüğünü görebiliriz. Topraklar kaybedilmiş, misyonlerlere inanan halk Müslümanlıktan çıkmış. Hatta enteresan bir gönderme de var Osmanlı elçisi 28 Mehmet Çelebi ve İbrahim Müteferrika’ya. Madden İbrahim adında dönme bir vezir ve Avrupa’ya gidip şarap ve sanatla tanışan bir büyükelçinin de bu durumda büyük katkısı olduğunu kurgulamış o kısım çok enteresandı. Yazarın buhranına dönersek o da aynı Molla Davudzade gibi anksiyetelerini kente yansıtıyor ve Avrupa’dan baktığı için de kurgu yoluyla İstanbul’dan intikamını alıyor. Madden’in 1997 yılında hayal ettiği İstanbul ilkel bir Orta çağ kenti, halkı cahil, tek verilen eğitim güreş, ata binme vs. Yoksulluk hüküm sürüyor kentte. Fakat iyi yapılan nadir şeylerden biri karantina. Pandemide gördüğümüz uygulamaları başarıyla gerçekleştirdiğini söylüyor yazar İstanbulluların, örneğin zengin hastalar evlerinde kalarak kendine karantina uyguluyor, memurlar kapılarının önüne erzak koyuyor. Parası olmayanlara devlet bakıyor. Şaşırtıcı bir konu daha var, Molla Davudzade’de ızgara planını baz alan kent düzenlemesi Madden’da daha da monotonlaşıyor ve Baş Mimar adını taşıyan biraz mistik isimli bu insanın planladığı tüm evler birbirinin tıpatıp aynı. Ama yazar bunu pozitif bir durum olarak dile getiriyor Londra’yla karşılaştırdığında. 

Samuel Madden’in Memories of the Twentieth Century kitabının kapağı

E.H.: Bir zamanlar Doğu Roma İmparatorluğu’nun kalbi olan İstanbul’u ile Osmanlı İstanbul’u arasında bağlantılar kurmayı seviyorsun ve çalışmalarının çoğu da zaten bu tarz ikiliklerden de besleniyor. Yine aynı makalede bu iki eser için şöyle diyorsun; “Davudzade’nin ütopyasında İstanbul, İslami süper gücün başkenti, Madden’in kurgusunda ise mutlak monarşiyle yönetilen ilkel bir Orta Çağ kenti olarak tasvir edilir.” Günümüz edebiyatında İstanbul hala bu tarz ikiliklere yer verebiliyor mu? Çokkimlikli ve çokdinli bir İstanbul mu yoksa tek tip bir İstanbul mu görmekteyiz?

B.S.: Günümüz edebiyatın ziyade aklıma hep klasik örnekler geliyor  Biraz klasikçiyim sanırım.  Bu bahsettiğin tarz ikiliklere, yani aslında çokça nüans, incelik içeren fakat genelde bir dualite olarak yorumlanan bu duruma ben özellikle yurtdışından bakmayı seviyorum. Bunlar Fransız İngiliz yazarların İstanbul üzerinden kurguladığı romanlar olabilir. Seyyah yazıları olabilir. Daha da ilginci, İstanbul’da yaşayan yabancıların yazdığı romanlar olabilir. Claude Farrere gibi figürler olabilir Katil Kim? Kitabi örneğin. Avrupalıların Pera bölgesini Avrupa özentisi olarak görüp nasıl aşağıladıkları, esas İstanbul olarak gördükleri sur içini de nasıl saplantılı biçimde yücelttikleri konusu ilginç bana kalırsa. Oryantalist romanlar bu ikilemleri çok güzel yansıtır. Leila Hanoum adıyla yazan birikadın var örneğin, gerçek adı Adrienne Delcambre. Birkaç sene İstanbul’da yaşamış, Edmondo de Amicis’in İstanbul kitabını İtalyanca’dan Fransızca’ya tercüme etmiş. Onun İstanbul tasvirlerinde “orientalisme de bazar” denilen bit pazarı oryantalizmi vardır mesela, biraz harem, biraz hamam, biraz hadımlar, biraz cinayet, biraz aşk. Konstantinopolis’te Bir Dram eseri oldukça bilinir. Bu tür yazarların ele aldığı ikilikler ışığında İstanbul’a bakmayı ben çok seviyorum ve çok aydınlatıcı olduğunu düşünüyorum.

E.H.: Senin çalışmalarına multidisipliner bir yapı hakim. Tek yönden değil birçok yönden beslenen etkilerle konuları inceliyorsun. Ve bu ilgini sonunda bir romana döktün. Bu güzel haberin de müjdesini vermiş olalım. İlgi demek aslında biraz hafif olabilir, senin için büyük heyecan verici araştırmalar. Edisyon Kitap’tan çıkacak romanının başrollerinden biri İstanbul’un diyebiliriz sanırım şimdilik. İstanbul, bir edebiyatçı kimliğinle bakınca nasıl gözüküyor? Bizans’tan günümüze geçirdiği maceralar sana ne anlatıyor?

B.S.: Teşekkür ediyorum heyecanımı paylaştığın için  Evet kesinlikle romanın başrolünde İstanbul ve katmanları var diyebiliriz. Yukarıda biraz bahsetmiştim, kentin hafızasının yavaş yavaş silinmesinin romanın karakterlerinin hafızasının aksamasına yol açtığından. Bunun dışında romanda şehre bir sanat eseri olarak yaklaşma, hatta bazen ona çok disiplinli yaklaşma temasının olduğunu da söyleyebilirim. Elbette kuru, bilimsel bir yaklaşımdan bahsetmiyorum. Bir örnekle daha iyi açıklayabilirim belki; karakterlerden Ayla’nın Balat ile Ayvansaray arasındaki Kanlı Kilise’nin önünde bir adamı beklediği bir sahne var, Saint Mary of the Mongols Kilisesi.  Burada Ayla, Stendhal’in Santa Croce Bazilikası’nda Giotto’nun freskoları karşısında girdiği ve sonrasında Stendhal sendromu olarak anılan transa benzeyen hisler yaşıyor. Babasının çocukken ona anlattığı fetih hikayelerini, mücadeleler esnasında uzuvların parçalanan insanları, bu kilisede toplanarak Tanrıya yakaran Bizans kadınlarını, çocukları yoğun bir şekilde deneyimliyor. Bunu hayal etmekle kalmıyor bu sahneyi tüm duyularıyla yaşıyor, görüntüler, sesler ve kokular eşliğinde. Bu kiliseyi sadece pembe/kırmızı yuvarlak kubbeleri, içindeki değerli ikonalar ya da mimari estetiğiyle değerlendirmesi mümkün. Fakat karakterin bu yapının tarihini az çok bilmesi, babasından duyduğu hikayeler, üzerine eklenen kendi hayal gücü elbette Ayla karakterinin o yapıyla olan ilişkisini bambaşka bir boyuta sokuyor. O yapıya olan hisleri bu bağlamda içgüdüsel olarak nitelenemez artık. Bu hisler tüm bu bilgilerin birleşiminden oluşuyor yani çok disiplinli sözüyle kastım o. Yazarın işi de hislere sadece isim koymak değil onları bileşenlerine ayırmaksa eğer, ki ben öyle olduğunu düşünüyorum, romanda ben de karakterlerimin kentle ilişkisini bileşenlerine ayırmaya çabalıyorum. Benim kentle ilişkim de bundan çok farklı değil. Ben bilginin şiirselliği, sihri ortadan kaldırdığına inanmıyorum aksine bilgi deneyimi güçlendirip derinleştirir. Dolayısıyla araştırmalar sonucu edindiğim kent bilgisi de benim onunla olan ilişkimi derinleştirmeye, güçlendirmeye hatta hassaslaştırmaya yarıyor. Onu daha çok seviyor, ona daha çok bağlanıyorum. Ona olan hislerimin bileşenleri de çok disiplinli hale geliyor; içinde İstanbul’un geçirdiği kentsel dönüşümler dolasıyla şehir planlama var, İstanbul’un Roma, Bizans, Osmanlı mirası dolayısıyla tarih var, onu yöneten hükümetler, dolayısıyla siyaset bilimi var, onun doğal şekli şemali yani coğrafya var, içinde yaşayan insanların davranış biçimleri yani psikoloji sosyoloji vs. var. Örneğin Bizans kroniklerinden burada yaşayan insanların bir zaman sonra kendilerinden birkaç yüzyıl önce Romalıların yaptığı ve şehri süsleyen pagan heykellerinden korkar hale geldiğini bilmek, içlerinden bir tanesini bir adam öldürdü diye gidip Balat’ta uzak bir yerde toprağın altına gömecek kadar batıl inançlı olduklarını okumak ve kentlerine bu batıl inançla yaklaştıklarını tahayyül etmek bile benim kente daha çok bağlanmamı sağlıyor. O insanların Osmanlılar geldiğinde ne hissetmiş olabileceklerini, bu kuşatmayı hangi kişisel günahlarına, hangi saygısızlıklarına bağlamış olabileceklerini hayal ediyorum, sonrasında yüzyıllar boyunca yine burada yaşamış Osmanlıların dönem dönem ayrı hikayeleri var. İstanbul’da yaşamış özellikle sevdiğim devlet ricalinden figürler var Osmanlı’da, bazen de bir mahkeme kaydında bir kadının, bir günlükte bir saray çalışanının sesini duyabiliyorsunuz, Çırağan tarafında İstanbuliniyle dolaşan bir akağayı anlatıyor vs. Bunların hepsi aslında benim şehirle bir bütün olmamı sağlıyor. Şehirle bütünleşme ancak bu şekilde gerçekleşebiliyor benim için.