Nietzsche, Musil ve Atay’da öznenin çözünümü

-
Aa
+
a
a
a

İstanbul Bilgi Üniversitesi’nden Zeynep Talay Turner ile Nietzsche, Musil ve Atay’da öznenin çözünümünü konuştuk.

Nietzsche, Musil ve Atay
Nietzche, Musil ve Atay'da Öznenin Çözünümü
 

Nietzche, Musil ve Atay'da Öznenin Çözünümü

podcast servisi: iTunes / RSS

Burcu Şahin: Antik Yunan’dan itibaren kendilik üzerine düşünüldüğünü biliyoruz. O süreçteki kendini bil, kendini önemse bakışı bize ne söylüyor? Kendilik ve etik hakkında konuşmaya başlamak için yeterli midir, etik hakkında konuşmak “eylem-insan” arasındaki ilişki üzerine kafa yoruyor olmak bir nevi ancak Yunan toplumundaki algıdan modern döneme uzanıldığında dünyada olmaklığın anlamının değişmesiyle kendilik değerleri de değişiyor diyebilir miyiz ve nasıl bir değişimdir bu?

Zeynep Talay Turner: Antik Yunan’daki iki nosyondan bahsettiniz: Kendini bil (gnothi seauton) ve kendilik kaygısı (epimeleia heauto). İlki ‘Ben neyim/kimim?’ sorusuna cevap ararken, ikincisi, ‘Nasıl bir insan haline dönüşmeliyim?’ sorusuna cevap arar. Foucault’nun bize gösterdiği üzere, Antik Yunan’da ‘kendini bil’ ilkesi ile ‘kendilik kaygısı’ arasında içkin bir ilişki vardır: ‘Nasıl bir insan haline dönüşmeliyim?’ sorusuna cevap bulabilmek için, öncelikle kendimin nasıl biri olduğuna dair bir fikrimin olması gereklidir. Foucault’ya göre kendilik kaygısı Sokrates ile başlayan (MÖ 5. YY) ve MS 5. yüzyıla kadar uzanan bir süreçte (örn. Hıristiyan çileciliği) felsefenin önemli konularından biridir; ancak Hıristiyanlıkla birlikte kendilik kaygısı yöntemleri değişmiştir. Antik Yunan’da ‘kendilik kaygısı’, kişinin kendisine, diğer insanlara ve dünyaya karşı bir tutumunu içerir; kişinin kendisine dönerek, yaptığı eylemleri neden yaptığını anlamaya çalıştığı, bu eylemler için sorumluluk aldığı ve tam da bu sayede kendisini değiştirdiği, arındırdığı ve dönüştürdüğü eylemler dizisidir. Foucault bize modern felsefeyle birlikte ‘kendini bil’ ilkesinin, ‘kendilik kaygısı’nın önüne geçtiğini; ama ‘bilme’nin kendisinin de değişime uğradığını gösterir: Bilen özne, nesnelleştirdiği dünyanın öznesidir; ancak kendisi de bu dünyada olduğu için aynı zamanda nesnelleştirilendir de.

B.Ş.: Nietzsche bağlamında kendilik ve etik nasıl bir yerde? Söz verme, sorumluluk sahibi olma, hatırlama ve unutma, özellikle “aktif unutma” meseleleri üzerinden bir kendilik okuması yapıyorsunuz. Unutma ve hatırlama arasında dengenin plastik güçle sağlandığını, kendilik denilen şeyin de bu plastik güç yetisiyle eşdeğer sayılabileceğini söylüyorsunuz. Nietzsche’nin kendilik algısındaki bu kavramları açabilir misiniz?

Z.T.: Nietzsche’nin bütün yazılarında Batı metafiziğini ve bu metafizikle iç içe geçmiş Hıristiyan ahlakını eleştirdiğini görürüz. Nietzsche ahlaka karşı etiği savunur. Nietzsche’de etik, öncelikle kişinin kendi kendisiyle ilişkisinden başlayan bir yaşam felsefesidir ve bahsettiğimiz ‘kendilik kaygısı’ nosyonundan da beslenir. Ancak Nietzsche’ye göre kendisinin önerdiği etik anlayışı benimsememiz için öncelikle Batı metafiziğinin ve ahlak anlayışının ‘özne’ kavramsallaştırmasından özgürleşmemiz gerekir. Bu ne demektir? Nietzsche Ahlakın Soybilimi’nde ‘eylemlerin ardında özne, fail yoktur; sadece eylemler vardır’ der. Batı ahlakı ve metafiziği, faili ya da özneyi eylemin kendisinden ayırır. Bu, eylemeden önce kendi niyetlerini açık ve net bir biçimde bilen rasyonel özne anlayışıdır. Nietzsche’nin dışavurumcu kendilik anlayışında ise eylemler ve edimlerin kendisi kendiliğin ya da karakterin ifşasıdır; eylem kendiliğin kendisidir. Bu şundan önemlidir: Özneyi eylemden ayıran Batı metafiziği belli bir suçluluk ve vicdan ve buna bağlı olarak sorumluluk nosyonları geliştirerek, aslında bireye kendisinden kaçma alanı açar çünkü özneye kendi eylemini sahiplenmeme imkânı sunar: ‘Başka türlü davranabilirdim,’ ‘Şeytana uydum,’ ‘Pişmanım’ (günah çıkarma pratiklerini düşünün). Nietzsche için ise bunları demek ‘Başka biri olabilirdim’ demekle aynı anlama geliyor; onun yerine, yaptığın her şey sensin çünkü eylemlerin ve edimlerin kendiliğin ya da karakterin ifadesidir, dışavurumudur, diyor. Nietzsche kendiliğin, bütün arzuları, eğilimleri, güdüleri ve içgüdüleriyle bir çokluklar alanı olduğunu söyler ve sanıldığının aksine o kadar da rasyonel varlıklar olmadığımızı iddia eder. Nietzsche’ye göre eylemlerimizin ardındaki bütün niyet ve motivasyonlarımızın farkında olamayız ama yine de eylemlerimizi sahiplenmemiz bizim sorumluluğumuzdur. Kendilik eylemlerinde kendisini ifşa eden bir şeyse, o zaman Nietzsche’nin radikal sorumluluk anlayışı, geçmişle de tam bir yüzleşmeyi içerir; ancak böyle bir yüzleşme ve bu yüzleşmenin gerektirdiği sorumluluk alma ile o geçmiş eylem ya da edim, aktif bir biçimde unutulabilir. Nietzsche’nin ‘geriye yönelik istemek’ ifadesiyle kastettiği bireyin yaptığı her türlü eylem ve edimin, eşit derecede kendisine ait olduğunu açık ve net bir biçimde kabul etmesidir. Ya da, başka bir ifadeyle: hiçbir şey, benim gerçekte ne ya da kim olduğumu, benim geçmiş edimlerim ya da eylemlerim kadar iyi ifşa edemez. Plastik güç bir edimi ya da eylemi içe katma, onunla yüzleşme ve gerekirse tam bir sorumluluk alma demektir; böyle bir yüzleşme ve sorumluluk karakterin değişimi, dönüşümü demektir. Bu bağlamda Nietzsche’nin sorumluluk anlayışı Hristiyan ahlakının ahlaki bir kod olarak kurguladığı suçluluk duygusu ve vicdan azabı duygularının yokluğu demektir. Suçluluk duygusu ya da vicdan azabı kişi eylememeye sevk eder çünkü suçluluk duyan ve vicdan azabı çeken kişi, yaptığı şey karşısında zaten bir bedel ödüyormuş hissine kapılır.

Nietzsche ve okuyucuda güvensizlik, zemin yokluğu ya da sarsılmışlığı hissi

B.Ş.: Yazma telaşında yaşamı yazı yoluyla değiştirebilmeyi hedefleyen yazarları düşünürsek ve okurların da yazarların ikiz eşi olduğu varsayımından hareket edersek kendilik meselesi üzerine düşünen her yazarın, okurunu da bunu düşünmeye zorladığını iddia edebiliriz. Bir nevi kendilik üzerine düşünmek ve yazmak daimi bir değişimi imliyor. Düşünme, yazma ve okuma eylemleri kendilik inşası bağlamında edebiyatı ve felsefeyi birbirine yaklaştırıyor. Burada kurmaca ve felsefe ilişkisi üzerinden Musil ve Atay’a uzanırsak: Yazıda yaşamı yorumlamak, kendini oluşturmak, kendini onaylamak yahut bunların reddi ya da çeşitli öneriler söz konusu olabilir. Nietzsche kanalından Musil ve Atay’ın kurmaca dünyasına baktığımızda öznenin kurulma (varlık inşası anlamında) sürecinde türsel/teknik tercihler (deneme/metinlerarasılık/ironi vb.) ne derece önemli ve özneyi konuşacağımız zaman aslında problematize edilen şeyler nelerdir?

Z.T.: Nietzsche gibi Musil ve Atay da ilgilendikleri felsefi problemleri dile getirmekte felsefenin sistematik ve kavramsallaştırıcı dilinin yeterli olmadığını düşünmüşler ve sorunsalları söylemek yerine göstermeyi tercih etmişlerdir, diyebiliriz. Peki nedir problematize edilen? Hem Musil hem de Atay’ın kitaplarında bir ‘öz’ü olan özne anlayışının problematize edildiğini iddia edebiliriz. Nasıl bir öznedir bu? Bilişsel olarak bir bütünlüğü olan ve kendi-kendisine özdeş ve/veya bir özü olan bir varlık fikrine dayanan özne anlayışı. Buradaki özne rasyonel faildir çünkü onun “öz”ü rasyonelliğidir. Rasyonel özne, geleneksel olarak bedene atfedilen duygusal ve duygulanımsal yaşamı gerektiğinde kontrol altına alma kapasitesine sahiptir. Hem niteliksiz olma hali hem de tutunamayan olmak bir taraftan bu özne anlayışını sorunsallaştırırken; bir taraftan da her daim değişen, dönüşen, kendi kendisinden farklılaşabilen – kendisinin ötekisi haline gelebilen – kendiliğin neye benzeyebileceğini araştırır.

Yazma biçimine gelirsek: Nietzsche için hep söylenen bir şey vardır: Nietzsche’nin ilgilendiği meselelerin içeriğiyle yazma biçimi arasında bir uyum vardır. Başka bir deyişle, Nietzsche’nin düşünme biçimiyle yazma biçimi birbirinden ayrılamaz. Nietzsche aforizmalar, parodiler, şiirler, kısa-uzun denemelere başvurarak yazar, ki tam da bu yüzden okuyucuda bir güvensizlik, bir zemin yokluğu ya da en azından zeminin sarsılmışlığı hissi yaratabilir. Nietzsche, yazma pratiği aracılığıyla kendini aştığını, olduğundan farklı hale geldiğini iddia eder, ki bu da aslında Antik Yunan’daki kendilik kaygısı pratikleriyle uyumludur. Kendisini bu kadar yakından gözlemleyebilmesi ancak yazı yoluyla mümkün olabilir. Yazmak sadece iletişim kurmak değildir, aynı zamanda daha iyi düşünmek, kendini gözlemlemek anlamına da gelir. Yazmak, kendini okumak demektir. Dahası, Nietzsche yazma yoluyla – örn. parodi aracılığıyla – geleneksel düşünme ve yazma biçimlerini yapıbozuma uğratabilir ve okuma eylemi aracılığıyla düşünme eylemine katılabilenler tarafından okunabilir. Nietzsche deneyler gibi yaşanması gereken bir yaşam çağrısında bulunur; kendimizin hem deneyleri hem denekleri olalım der. Musil Nietzsche’nin ‘Deneyelim!’ çağrısına cevap verir ve bir romancı-denemeci olarak ‘deneme’ misali yaşamanın koşullarını ve olanaklarını sorgular. Peki nedir ‘deneme’ misali yaşamak? ‘Deneme’ aslında bir yazma biçimine gönderme yapar; ama Musil ‘aynı zamanda bu bir yaşama biçimi olabilir mi?’ sorusunu sorar. Bir konuyu, herhangi bir perspektifle kuşatılmışlıktan yoksun bir şekilde, farklı yaklaşım biçimleri serisiyle ele almak, böylelikle de kavramsallaştırmanın kemikleştirici özelliğinden kaçınmaktır denemecilik. Musil’in niteliksiz adamı Ulrich, bir deneme misali yaşamın olanaklarını soruşturur. Başka bir deyişle, tıpkı Nietzsche’de olduğu gibi Musil’de de Musil’in seçtiği yazma biçimiyle sorunsallaştırdığı özne anlayışı arayışında bir uyum vardır diyebiliriz. Benzer bir şeyi Atay için de söyleyebiliriz ama Atay’da, özellikle Tutunamayanlar’da, metinlerarasılık tekniğini görüyoruz.

'Tutunamayanlar'da öznenin çözünümü

 B.Ş.: Musil’de ve Atay’da niteliksiz olmak ve tutunamamak kendilik etiği üzerinden düşünüldüğünde yaratılmış/oluşturulmuş/inşa edilmiş/bir sorumluluk fikriyle değere/erdemli bir yaşama dönüştürülmüş olan mıdır? Musil’in ve Atay’ın öznelerindeki etik algıyı açabilir miyiz biraz? Mesela Turgut için “arşivsel kendilik” tanımı uygun olabilir mi? Nietzsche bunu tehlike olarak görüyordu, “Nietzsche’de Tarih Yazımı, Hafıza ve Aktif Unutma” yazınızdan öğrendiğimize göre. Bölünmeler, ikizleşmeler ayrılıklar gibi görünse de diğer yandan birikmeyle, üst üste eklemlenmeyle ilgili gibi ve hatta Turgut’u düşününce bir yığılmadan bahsetmek de mümkün. Nietzsche’nin nasıl bir yaşam sürmeliyiz sorusunu Turgut’un üzerinden cevapladığımızda onun mecburî kendiliğini keşif sürecini Nietzscheci bir bakış açısıyla nasıl yorumlarız?

Z.T.: Nietzsche’den farklı olarak, Musil ve Atay’ın yaptığı belli bir kendilik anlayışının ve etiğin önerilmesi değildir; keza edebiyatın böyle bir sorumluluğu da yoktur. Onun yerine bahsettiğimiz kendilik ve etik anlayışın imkanının soruşturulması, hatta sorunsallaştırılmasıdır. Tutunamayanlar’ın önce Selim’i sonra da Turgut’u okuyan, okuyarak dönüşen, kendilerinden başkalaşan karakterlerdir; ama Tutunamayanlar’ı okuduğumuzda şunu da sormadan edemiyoruz: Bu sonsuz başkalaşım hali bir zeminsizlik, yersizyurtsuzluk, hatta bir kekeleme halini de beraberinde mi getirir? Turgut’un, Selim’in okuduğu ve yazdığı her şeyi okuması, okuyarak Selimleşmesi kendi ‘özne’liğinden bir özgürleşme mi? Turgut Özben’den özgürleşme, sonsuz bir başkalaşım içinde olan Selim ile özdeşleşme ile mümkünse, burada bir özgürlükten bahsedebilir miyiz?  Öznenin çözünümü diyebileceğimiz bu deneyim aynı zamanda dilin de çözünümü müdür? Ya da, dediğiniz gibi, Turgut’unkisi, “arşivsel kendilik” diyebileceğimiz ve Nietzsche’nin eleştirdiği bütün bir geçmişi kendi içine katarak Selim’i putlaştırma mıdır? Tutunamayanlar, kesin ve kati cevaplar vermeden bütün bu soruları bize sordurtur.