Türkçe romanda sofra, yeme-içme kültürü

-
Aa
+
a
a
a

Türk-Alman Üniversitesi öğretim görevlisi Nihan Abir ile Kitabevi Yayınlarından çıkan “Siniden Masaya Türk Romanında Sofra” kitabından hareketle Türkçe romanda yeme-içme kültürü üzerine konuştuk. 

FRANS VERBEECK'in A peasant wedding tablosu
Türkçe romanda sofra, yeme-içme kültürü
 

Türkçe romanda sofra, yeme-içme kültürü

podcast servisi: iTunes / RSS

Burcu Şahin: Yeme-içmenin ve sofranın gündelik hayatta, bireysel ya da toplumsal olarak birçok anlama denk düştüğünü biliyoruz. İçinde bulunduğumuz pandemi sürecinin başlangıcını da hatırlarsak diğer ihtimalleri şimdilik unutalım tabii,  virüsün bir çorba aracılığıyla bulaştığı dahi söylenmişti. Daha da eskiye gidecek olursak cennetten kovulma hikâyesini ve bir elmanın nelere mâl olduğunu hatırlayabiliriz. Yine günümüz koşullarında digital platformları, sosyal medyayı düşününce senin de tabirinle neredeyse herkesin “lezzet avcısına” dönüştüğü günlerdeyiz. Yine pandemiyle birlikte düşünürsek evde herkesin birer aşçı gibi çalıştığı zamanları da düşünebiliriz. Sadece gündelik yaşamın konusu değil elbette yeme-içme. Yeme içmenin temsiliyet alanının genişlediğini görüyoruz. Edebiyat da yine bu anlamda bakabileceğimiz alanlardan biri. Edebiyat bu anlamda müthiş bir imkân sahası,  dolayısıyla yeme-içme sadece bir beslenme problemi olmaktan çok daha ötesini işaret eder bir halde.  Ve sen de çalışmanda bunu kültürel gösterge alanından yorumluyorsun ve malzemeni de Tanzimat’tan 2010’lara kadar taşıdığın romanlar üzerinden işletiyorsun. Yeme-içme üzerine yapılmış çalışmalara bakıldığında daha çok sosyolojinin alanında kalındığını, bununla bağlantılı olabilecek şekilde de halk edebiyatının konusu olduğunu görüyoruz. Tanzimat’tan başlattığımız yeni edebiyat alanında ise senin kitabının, tarihi seyri de ortaya çıkaran ilk çalışma olduğunu söyleyebiliriz. Bu anlamda öncelikle Türkçe romanda sofraların, yeme-içmenin takibini yaparken hareket noktan neydi ve diğer çalışmalardan farklı olarak sen bu konuyu nereden okudun bunu merak ediyorum. 

Nihan Abir: Evet, öncelikle söylediğin doğru, pandemi döneminde hepimiz birer aşçıya dönüştük ve yemek her zaman insanlığın var olduğu andan itibaren hep gündemde. Yedi ölümcül günahtan bir tanesini, cennetten kovulmamıza yol açan elma, buğday vb. çeşitli varyasyonları var. Bu konu da benim aklıma bir sofrada geldi ve bu konu aklıma geldiğinde ben kesin çalışılmıştır diye düşünmüştüm. Literatür taraması yaptığımda yeme içme üzerine yapılan çalışmaların senin de belirttiğin gibi daha çok sosyoloji, tarih, gastronomi gibi alanlarda yoğunlaştığını fark ettim. Edebiyat sahasında da çalışmalar vardı ama onlar daha çok divan edebiyatı ve halk edebiyatında yoğunlaşıyordu. Yeni Türk edebiyatı alanında yemek ve sofra konusunda yapılan şimdiye kadarki en kapsamlı çalışma diyebiliriz o yüzden. Ben bu konuyu nereden okudum sorusuna gelince. Aslında okunabilecek birçok farklı noktası var. Ama amaçladığım şey şuydu: Nasıl Hatırlıyoruz? adında bir kitap vardır bellek çalışmaları ile ilgili, orada Beatrice Hendrich’in Hatırlama Yemekleri üzerine yazdığı çok güzel bir yazı vardı. Hendrich orada yemeklerle ilgili birçok yazı yazılmasına rağmen yemeğin edebiyattaki işlevini kuramsallaştıran bir çalışma yapılmadığına dikkat çekiyordu. Senin de belirttiğin gibi hepimiz lezzet avcısına dönüştük ya da hepimizin yemek konusunda söyleyecek ya da yazacak birkaç cümlesi var, yazılarda da böyle. Hepimiz yemek üzerine bir şeyler yazabiliyoruz. Ama amacım ortaya derli toplu bir çalışma koymaktı.  Ben ortaya bir kuram koyduğum iddiasında değilim ama bu çalışmayla en azından sofranın romanlardaki işleviyle ilgili kapsamlı bir tasnif ortaya koyduğumu düşünüyorum. 

“Ahmet Mithat Efendi romanlarında Batılı sofra düzeninin lehinde olduğunu görüyoruz"

B.Ş.: Edebiyat tarihçileri olarak tasniflerle konuşmak istisnaları da vurgulamak adına işi kolaylaştırıyor bir bakıma. Kitapta romanları bireysel, toplumsal ve kültürel göstergeler olarak üç ana başlık altında birçok açıdan inceliyorsun. Türkçe romanda sofradaki değişimi kısaca nasıl özetlersin, siniden masaya geçişte neler yaşanıyor ve hangi sahnelerle karşılaşıyoruz? 

N.A.: Evet birçok farklı sahneyle karşılaşıyoruz aslında.Bu tasnif aslında sofra ve yemek meselesinin çok farklı açılardan ele alınabilmesinden kaynaklanıyor. Bireysel, toplumsal ve kültürel bir noktaya işaret ediyor. Çünkü hepimizin istisnasız, yaşamak için yapmak zorunda olduğumuz bir eylemden söz ediyoruz. Roman türü de bizde uzun yıllar toplumu yönlendirmeye yarıyor. Türk romanı diyoruz, işin içine modernleşme giriyor. Değişen toplumla beraber değişen sofra kültürü giriyor. Bu da aslında çalışmanın adına götürüyor bizi, siniden masaya. Bu geçişte yaşanan bir medeniyet değişimi, menüsünden sofra düzenine yeni bir yemek anlayışıyla karşılaşıyoruz. Romanlarda da bu yeni formun tanıtımı, bazı komik durumların mizahi yolla eleştirisine dönüşüyor ya da topluma benimsetilmesi noktasında önemli sahnelerle okuyucuya ulaşıyor.Ahmet Mithat Efendi romanlarında Batılı sofra düzeninin lehinde olduğunu görüyoruz.Sadece bir romanında alaturka sofra düzenine sıcak bakıyor alaturka lezzetlere karşı değil çok seviyor ama sofra düzeni konusunda Batılı. Dolayısıyla Batılı sofra düzeninin benimsetilmesinde etkili olduğunu düşünebiliriz. Kadınların görgülü davranmaları konusunda da, yemek yerken sofra örtüsüne yemek damlatmamaları vs. gibi noktaların romanlarda vurgulandığını söyleyebiliriz.

“Romanlarda kronotop olarak değerlendirilebilecek nokta yemek kadar, hatta ondan da çok sofra gibi görünüyor bana”

B.Ş.: Hatta bunun modernleşme eşiğinde bir imtihana dönüştüğünü de söyleyebiliriz belki. Bunun yanı sırakitapta çok ilginç anekdotları da okuyoruz. Refik Hâlid’le ilgili olan anı çok çarpıcıydı belki hatırlatırsın bize. Ama romanlara bakarken her okur gibi benim de aklıma ilk gelen Mai ve Siyah’ın ilk sayfası oldu. Sen de buna ayrıca başlık açıyorsun ve sembolik anlam taşıdığını söylüyorsun. Mai ve Siyah’a birazdan gene döneriz ama sormak istediğim şu: Bakhtin’in kronotop kavramıyla değerlendirildiğinde Türkçe romanda sofranın yabancı dünyaları bir araya getiren, ya da tamamen koparan diyelim, diyalog sağlayan, entrikanın örülmesini hızlandıran, fikirlerin sağlamlaştırıldığı bir eşik olarak görülebilir mi? Sofra Türkçe romanda bir kırılma anına denk geliyor mu? 

N.A.: Evet, elbette denk geliyor. Bunun en tipik örneklerinden biri de Mai ve Siyah aslında. Roman bir sofrayla başlıyor ve ana karakter Ahmet Cemil romanın başında çok umutlu. Burada romanın isim sembolizasyonu var tabii. Başta mai olan umutlar sonradan siyaha dönüyor. Ve bu geçiş romanda iki önemli sofra üzerinden gerçekleşiyor. Dolayısıyla bu iki geçiş romanda iki önemli sofra üzerinden gerçekleşiyor. Bu noktada Esra Topuz’un Bir kronotop olarak yemek adlı yüksek lisans tezinden bahsetmekte yarar var. Kendisi 2012 yılında karşılaştırmalı edebiyat bağlamında yemeği Bahtin’in kronotop kavramıyla incelemiş. Benim ona yaptığım ek, Bahtin ve kronotop bağlamında şu oldu: Yemek bir kronotop olarak değerlendirilebilir. Ama bizim yemekten daha da önemli, dikkat çeken bir noktamız var romanlarda: Sofra. Bahtin, misafir odaları ve salonlar uzamında burada birçok kişinin kaderinin değiştiğini yazar. Bizdeyse misafir odası denen şey çok uzak değil bundan 10-15 yıl öncesine kadar misafir geldiğinde açılan ve yemek yenen yer. Dolayısıyla romanlarda kronotop olarak değerlendirilebilecek nokta yemek kadar, hatta ondan da çok sofra gibi görünüyor bana. En azından Tür romanı için bunun böyle olduğunu söyleyebiliriz. 

“Masadaki dağınıklık ülkenin aydınının zihin dağınıklığı gibi geliyor bana hep”

B.Ş.: Neredeyse kutsal bir yermiş gibi davranıyoruz yemek salonlarına. Mai ve Siyah’tan çok da uzaklaşmadan sözü devam ettirelim. Dil ve edebiyat meselelerinin tartışıldığı sofralardan biri bu romanda kuruluyor. Masadaki dağınıklığın temsil ettiği nedir? Sofranın dağınıklığı ile okura anlatılmak istenen arasında nasıl bir bağlantı var? 

N.A.: Mai ve Siyah dil ve edebiyat tartışmalarının yapıldığı en belirgin sofralara sahip. Burada aslında Halit ziya’nın Servet-i Fünûn’un dil ve edebiyat anlayışını anlattığını görüyoruz, olumlu ya da okuyucuya sempatik gelecek karaktere mensubu olduğu Serveti Fünûn topluluğunun görüşlerini söylettiğini görüyoruz. Masadaki dağınıklık ülkenin aydınının zihin dağınıklığı gibi geliyor bana hep. Çok önemli bir cümle vardır orada “herkes söylüyor, hiç kimse dinlemiyor.” diyor anlatıcı. Çünkü masadaki kişiler bir arada görünüyorlar ama aslında çözülmüş durumdalar.

B.Ş.: İlk bölümde sofranın, yeme-içmenin edebiyat tarihindeki seyrine baktık. Şimdi Levi-Strauss’a atıfla söyleyelim çiğ olanın pişirilmesine yani yemeğin kültürel göstergeye dönüşmesine bakalım. Bu anlamda da yeme-içme’nin, sofranın bellekle olan ilişkisinden bahsetmek istiyorum. Ne yiyip ne içildiği hem bireysel hafıza hem de kolektif hafıza için önemli bilgiler taşıyor. Tıpkı bellek ve koku arasındaki ilişkide olduğu gibi burada da sofrayı, yemeği bir fotoğraf olarak hatırlayarak ya da tatla birlikte düşünürsek geçmişin çağırılmasıyla bağlantılı ele alabiliriz. Bellek araçları olarak sayabileceğimiz koku, tat, görüntüler, sesler aslında hatırlayarak anlam oluşturmaya yarıyor. Duyusal ve duygusal bellek kavramlarını kullanarak yemeğin edebiyattaki belleksel işlevi hakkında konuşalım istiyorum. Sofrayla geçmişi bugününe çağıran ya da geçmişine dönen roman kahramanları kimlerdi? Bu aslında bir anlamda iç hesaplaşması olan, dertleşen roman kahramanlarına da götürüyor bizi. Belleğinin izini sürebileceğimiz ve bu esnada sofrada olanlar kimlerdi acaba? 

N.A.: Hatırlama yemekleri ya da yemeğin hafızayla ilişkisi benim en sevdiğim başlıklardan biri. Anılar, hatırlama ve sinestezi meselesi gündelik hayatta da zihnimi çok meşgul ediyor benim. Kitapta bu başlığa Refik Halit Karay ve Selim İleri’den örnek verdim. Refik Halit’in üç ciltlik Nilgün romanında anlatıcının sofradaki hatırlamaları hem bireysel hem kolektif hafızaya vurgu yapar. Yine Selim İleri’nin Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın romanında verdiği yemek tarifinin anılarında birebir yeri vardır. Benzer şekilde Mel’un adlı romanında da peynir çeşitlerini hatırlar mesela anlatıcı, geçmişe özlem ve öfke vardır bu hatırlayışta. Yine Mario Levi’nin benim üstüne ayrıca bir yazı kaleme aldığım Size Pandispanya Yaptım kitabındaki sahneler hatırlama yemeklerinden aklıma ilk gelenler bunlar oldu şu an.

“Turgut’un Selim’in intiharının yarattığı ruhsal bunalımı her şeyin aşırısını isteyerek ve yaparak kapatmaya çalışması olarak yorumlamıştım"

B.Ş.: Dertleşmekten bahsetmişken sözü Tutunamayanlar’a getirmek istiyorum. İçki eğlence sofraları alt başlığında Tutunamayanlar’dan bahsediyorsun ve ben bu sahneye kayıtsız kalamıyorum.  Turgut’un bütün mezeleri istemesi ve mezelerin sofraya yığılması, neredeyse mezenin altında yok olması, üzüntülerimizi nasıl unuturuz başka türlü demesi ve sonra kimse kimseyi dinlemiyor diyerek Selim’i hatırlaması… Bu sahne roman hakkında da birçok şey söylüyor olabilir bize. Sen de kitabında sahneyi Yıldız Ecevit’in yorumuyla derinleştiriyorsun. Bunu hatırlatmak ve sonra sen nasıl okudun bu sahneyi açıklayabilirsin belki? 

N.A.: Yıldız Ecevit’in muazzam bir açıklaması vardı o sahneyle ilgili. İlk okuduğumda çok etkilenmiştim. Tutunamayanlar’ın o sahnesinde uzayıp giden bir meze sayma sahnesi vardır. Bir sürü şey gelir masaya ve istedikçe ister, Oğuz Atay’ın bunu yapmasındaki kurgusal nedenin romanın maddesel zevkleri odağa alması ve o bölümü başlatması olduğunu söyler Yıldız Ecevit. Çünkü o meyhaneden çıktıktan sonra pavyona giderler sonrasında yine bedensel hazların çok üst düzeyde yaşandığı zaman dilimi başlar. Ben bununla beraber Turgut’un Selim’in intiharının yarattığı ruhsal bunalımı her şeyin aşırısını isteyerek ve yaparak kapatmaya çalışması olarak yorumlamıştım çünkü ruhun aynı zamanda bedensel hazlarla tatmin olmadığı sahne olarak görünüyor bana. Tutunamayanlar’daki sahne çok ikonik. Bir kayıp var, içte bir boşluk, cevap aranan sorular, zihinde bir uğultu… Her şey ne kadar karmaşıksa, aklı ve içi ne kadar bulanıksa Turgut’un içki sofrası o kadar zengin. Zengin de değil aslında yığılı. Duygusal yemenin ya da boşluğun en üst noktası benim gözümde o sahne.

B.Ş.: Bellek çalışmalarının bireysel olanla toplumsal olanın kesiştiği yere baktığını biliyoruz. Burada da belleğin izini sürerken toplumsal gösterge olarak sofraya bakıyorsun ve senin konu başlıklarından da olan toplumsal eleştirinin yapıldığı sofralar, sosyal statüyü işaret eden ya da aile bağlarının sorgulandığı sofralarla karşılaşıyor muyuz, bunlar hangi romanlardı?

N.A.: Tabii karşılaşıyoruz. Toplumsal eleştirinin yapıldığı mesela Yaban, Zaniyeler, Karartma Geceleri vardır. Sosyal statüyü yansıtan Yaprak Dökümü’nü ele almıştım. Bu romanların içinden toplumsal eleştirinin yapıldığı Zaniyeler romanı I.D.S. dönemindeki dejenerasyonu anlatır. Karartma Geceleri’nde İkinci Dünya Savaşı sırasındaki yokluk kıtlık anlatılır ve düşününce nedir toplumsal eleştiri, Karartma Geceleri’ndeki şu sahne geliyor aklıma: Köfte yemek karı koca arasındaki bir şifreli konuşmadır. Kaçak olan romanın ana karakteri eşini aradığında ona köfte yiyeceğini söyler ama kişinin parası yoktur ve ters giden bir şeyler olduğu anlaşılır. Ya da o kadar yokluk vardır ki İkinci Dünya Savaşı yıllarında bir kahve türü çıkar ortaya, nohut kahvesi çıkar. Kahve ihtiyaçları nohut öğütülerek giderilir. Toplumsal eleştiri yanı sıra ekonomik durum hakkında da bilgi verir bu sahneler. Sosyal statüyü nasıl işaret eder. Yaprak Dökümü’nde mesela ailede her şey olumsuz giderken parti verilmeye devam edilir ve kanepelerin yapılması partideki yiyeceklerin hazırlanması ironik bir şekilde yapılır. Aslında evde bir şey yoktur ama hazırlanması gerekir. Dolayısıyla birçok noktaya işaret eder sofra.

“Ailenin bağlarının sıkılığı kadar gevşekliği, birbirinden nefret eden aile karakterleri ya da aile içi çatışmalar sofralarda gerçekleştiriliyor"

B.Ş.: Sadece edebiyatta değil aklıma bir yandan sinema da geliyor. Ailenin çatırdaması, itirafların yapıldığı sahnelerin sofralarda olması, değişimin başladığı yerlerin sofralar olması, sınır ihlallerinin yapılması vs. Aile bağlarının sorgulandığı sofralar içinde Sessiz Ev ve Masumiyet Müzesi romanlarını merkeze alıyorsun. Sessiz evde sofranın birleştiriyormuş gibi görünen ama aslında iletişimsizliğin gösterildiği sahne oluşu ve Masumiyet Müzesi’nde Kemal’in sekiz yıl boyunca Füsun’lara akşam yemeğine gittiği sahneler... Sence Sofralar Orhan Pamuk edebiyatı için ne ifade ediyor, bir genelleme yapmak mümkün mü? 

N.A.: Öncelikle kesin olarak söyleyebileceğim şey Orhan Pamuk edebiyatında sofranın rastgele kullanılan bir şey olmadığı. Yazar, sofrayı her romanında son derece bilinçli ve işlevsel kullanıyor. Senin sözünü ettiğin yani benim kitaba aldığım Sessiz Ev ve Masumiyet Müzesinde’yse aile içi ilişkilerin masaya yatırıldığı, karakterlerin birbirleriyle ilişkilerinin, hatta mesela Cevdet Bey ve Oğulları’nda aile tarihinin ve değişimin en önemli sahneleri sofrada sergileniyor. Ailenin bağlarının sıkılığı kadar gevşekliği, birbirinden nefret eden aile karakterleri ya da aile içi çatışmalar sofralarda gerçekleştiriliyor. Sofra bu anlamda iyi bir birleştirici ama aynı zamanda ayrıştırıcı bir özelliğe de sahip.

B.Ş.: Son bir soru iliştirmek istiyorum. Toplumsal cinsiyet rolleri bağlamında baktığında sofra ve yeme-içme alanında bu rollerin altının çizildiği, vurgulandığı romanlar var mıydı? 

N.A.: Bu da apayrı şahane bir konu. Aklıma ilk gelen Mutfak Çıkmazı. Tahsin Yücel. Doğulu köklü bir ailenin savcı olması için İstanbul’a gönderilen çocuğu, kendini yemek yapmaya adıyor çeşitli maceralar sonunda. Mutfağın kadına mı erkeğe mi ait olduğu konusu çok tartışmalı. Evde kesinlikle kadına ait görülüyor ama profesyonel bir iş olarak yapılacaksa erkeğin. Bunun da farklı dinamikleri ve bambaşka sebepleri var elbette. Ama romanlarda toplumsal cinsiyet rolü bağlamında en keskin dönüşlerden birini Mutfak Çıkmazı’nın ana karakteri İlyas Divitoğlu yaşıyor diyebilirim.