Tournefort Seyahatnamesi’nde Türkiye florası

Botanitopya
-
Aa
+
a
a
a

17. yüzyılın sonlarına, 18. yüzyıla doğru uzanıp, Fransız hekim ve botanikçi Joseph Piton de Tournefort’un seyahatnamesinde Türkiye florasına, botanik tarihine dair neler var, ona bakacağız.

17. yüzyılda Türkiye florası
 

17. yüzyılda Türkiye florası

podcast servisi: iTunes / RSS

Stefanos Yerasimos’un editörlüğünde çıkan Tournefort Seyahatnamesi temel kaynağım olacak. Kitap Yayınevi’nden çıkmış kitabın, elimdeki dördüncü baskısının çevirisi Teoman Tunçdoğan’a ait. Diğer kaynak da Asuman Baytop’un, Türkiye’de Botanik Araştırmaları kitabında yer alan makalesi. Tournefort’un seyahatnamesinin 1717 yılında Lyon’dan üç cilt halinde cep kitap olarak basılan nüshayı referans olarak almış bu yazısında.

Fransız kraliyet bahçelerinin botanikçisi Tournefort, XIV. Louis ve Kont Pontchatrain’nın buyruğuyla yeni bitkiler bulma göreviyle yola düşmüş. Konta yazılmış 22 mektup şeklinde bir seyahatname bu. İlk 10 mektuptan oluşan birinci kitabı, Ege adalarının hemen hemen tamamını kapsıyor; otuz beş adayı yerinde derlediği bilgilerle anlatırken korsanların saldırısına uğrayan ada halklarını, salgın hastalıkları, batıl inançları, günlük yaşamları gözler önüne seriyor. Geriye kalan 12 mektubu kapsayan ikinci kitabı ise Türkiye ile Gürcistan ve Ermenistan’ın batı kısımlarını kapsıyor.

Kimdir peki Tournefort? 1656 yılında Güney Fransa’da, Aix-en-Provence’da doğmuş; genç yaşından beri bitki toplamaya meraklı biridir; Alplerden örnekler toplayarak bir bitki koleksiyonu oluşturmaya başlamış. (Bu doğa bilimcinin ta o günlerden başlayarak oluşturduğu herbaryumu bugün Paris’te, Ulusal Doğa Tarihi Müzesi’nde korunuyor.) 1679 yılında, yirmi üç yaşındayken tıp öğrenmek için Montpellier’ye gider ve orada üniversite çevreleriyle içli dışlı olur, ama üniversiteye kaydolmaz. Yine de botanik alanında uzmanlaşır ve bitki örneği toplamak amacıyla Cévennes ve Pireneler’i aşarak Barcelona’ya kadar gider. 1683 yılında Paris’teki Kraliyet Botanik Bahçesi’ne, Kraliçe’nin başhekimi Fagon tarafından botanikçi olarak atanır; ölünceye kadar da bu görevini sürdürür.

Doğu seyahatine çıktığı tarihin, yani 1699 yılının sonu Türkiye bağlamında pek rastlantısal değildir. 26 Ocak 1699’da Osmanlı İmparatorluğunun parçalanma dönemini başlatan Karlofça antlaşması imzalanmıştır. İki yüzyıldan uzun sürecek bu dönemde Fransa, savaş halinde olduğu Almanya’ya ikinci bir cephe açılması için Türklerin Almanya’yla barış yapmasını engellemeye çalışmaktadır. Yerasimos, bu seyahatnameyi değerlendiren giriş yazısında, savaştan çıkan Osmanlı İmparatorluğu’nun durumunu öğrenmek isteyen bir Fransa varken, Tournefort’un yolculuğunun düşündürücü olduğunu söylüyor. Öte yandan onun kimliğini gizlemek amacıyla küçük çiçekler toplayan bir casus olduğunu söyleyen belgeler de yoktur ortada. Kont Pontchatrain Türkiye’ye ilgi duymaya başladığı; başhekim Fagon’un da himayesindeki Tournefort’u bu işe yerleştirmek için bu ilgiden yararlanmış olabileceği varsayımını öne sürüyor sonra.

Tournefort’a eşlik edenler arasında ise Anspach’lı bir Alman hekim olan Gundelscheimer ve Chalon’dan ressam Claude Aubriet vardır. Seyahatnamede metni süsleyen 152 resim Aubriet’ye ait. Bunlardan 50’si bitki resmi, diğerleri ise harita, manzara, giysi, kale, manastır ve üç de hayvan resminden oluşuyor.

Şöyle bir güzergâh izlemişler: 9 Mart 1700’de Paris’ten ayrılıyorlar, önce Marsilya’ya gelip yaklaşık bir ay kaldıktan sonra yelkenli gemiyle Girit adasına ulaşıyorlar; sonra 10 ay kadar -bugün Yunanistan sınırları içinde kalan- tüm Ege adalarını dolaşıyorlar. Mart 1701’de Midilli adasından ayrılıp Marmara Denizi üzerinden yelkenliyle İstanbul’a geliyorlar. Geliş tarihleri kayıtlı değil. Sonra buradan bir paşanın sekiz kayıktan oluşan alayıyla Trabzon’a ve oradan Erzurum’a gitmeye karar vermişler. Bu kayıkta kendisi, iki arkadaşı, bir tercüman ile birlikte dört kürekçi, bir dümenci ve tabii ki erzak, malzeme, çadır vesaire vardır.

Gezgin grubu, Nisan 1701’de Ortaköy’den hareket etmiş, Karadeniz’e açılmış ve sahili takip ederek, kâh kürek çekerek kâh yelken açarak akşamları da karaya çıkıp yatarak, Amasra, Sinop, İnebolu, Gerze gibi birçok yere uğrayarak 40 gün sonra Trabzon’a varmış… Sonra da aynı paşanın kervanı eşliğinde 3 Haziran’da Trabzon’dan hareket ederek, Soğanlı dağlarını aşıp 10-12 gün içinde Erzurum’a varmış. Sonra doğuya doğru yönelip rehber eşliğinde köylerde, çoban kulübelerinde konaklaya konaklaya Tiflis, Erivan, Ağrı ve Kars’a gidip tekrar Erzurum’a dönüyor. Ve 13 Eylül’de bu kez batıya yönelerek Tokat, Ankara, Bursa ve son olarak yedi ay sonra da İzmir’e varıyor. 13 Nisan’da kalkan bir yelkenliyle İzmir’den ayrılarak Livorno’da birkaç gün karantinada kaldıktan sonra 3 Haziran 1702 yılında, yaklaşık iki yıl önce ayrıldığı Marsilya limanına tekrar dönmüş oluyor.

Yerasimos, neden yolculuklarına Girit’ten başladığını, o çağın tüm botanikçileri gibi Tournefort’un da Girit florasından çokça söz eden Plinius ve Galenos gibi Antik Çağ yazarlarından ilham almış olmasıyla açıklıyor. Güzergahı izleyerek, bitki örtüsüyle, doğasıyla ilgili neler yazmış ona bakalım isterseniz. İlk durağı olan Girit’in ikinci büyük kenti, Hanya. İlk mektubunda söz ediyor. Adanın coğrafik yapısı, insanların gündelik yaşamları, adadaki Türklerin yıkanma alışkanlığı nedeniyle çeşmelere çok önem verdiği, evlerin mimarisiyle ilgili çokça bilginin ötesine bitki örtüsüyle ilgili şöyle notları var: “Bay Gundelscheimer ile benim bu ilk gezintide yaşadığımız şaşkınlığı anlatmadan geçemeyeceğim. Hanya’da karaya çıkıp konsolosu ziyaret eder etmez, Marsilya’dan beri sabırsızlıkla ulaşmayı beklediğimiz bu Kandiye toprağının hangi bitkileri yetiştirdiğini bir an önce görebilmek için ulusumuzun elçisiyle birlikte hemen kent kapısına koştuk. Hanya sokaklarında büyük çiçekli ve parlak yapraklı bir tür frenk menekşesi yetişir.”  

Daphnedes’i anlatırken “küçük dutlukların ve incirliklerin arasından görülen bağlar ve zeytinlikler çok hoş bir manzara oluşturduğunu” söylüyor. (Evliya Çelebi’nin Tamas dediği köy bugün hala aynı adla varlığını sürdürüyor, Resmo’yu Kandiye’ye bağlayan yol da bu köyden geçiyor.) Resmo’ya 12 mil uzaklıkta konakladıkları Arkadi manastırının bulunduğu vadiyi de şöyle anlatmış: “Düzlüğe bağlar, meyve bahçeleri ve ekili topraklara bölünmüş çok hoş bir vadiden geçilerek ulaşılıyor. Ekili olmayan yerleri de yeşil meşeler, kermes meşeleri, akçaağaçlar, akça kesmeler, mersinler, sakızağaçları, antepfıstıkları, defneler, serviler, günlüklerle kaplı bu vadinin her yerinden sular akıyor. Strabon’un betimlediği antik Girit’i orada bulmak mümkün.” Dördüncü mektubunda Milos adasında nadir yetişen bitkilerden bahsederken, “Bize en büyük keyfi aptesbozanotu yaşattı” diyor, “Burada harika bir kullanım alanı bulan bu bitki, deyim yerindeyse fundalıkları çayıra dönüştürerek adanın otlaklarını çoğaltıyor.” Dağları dik ve yalçın Serifos adasında, kayaların arasındaki nemli toprak parçalarında yetiştirilen soğanların tatlılığından, Serifosluların böylesine iyi soğanlara sahip oldukları için gurur duyduklarından bahsediyor.

Beşinci mektubunda şöyle ilginç bir ayrıntı da var. Antiparos adasındaki bir gözlemine dayanarak taşların da bitelge (bitkileri yetiştirme gücü) sayesinde bitkiler gibi büyüdüklerini savunuyor; “doğa bilimindeki büyük hakikatlerden biri” diye anlatıyor bu durumu. Mağaralardaki kireç çökeltilerinde gözlemlediği artış, ona göre bu olayın çürütülemez bir kanıtıydı. Naksos adasının baştan başa portakal, zeytin, limon, sedir, turunç, nar, incir ve dut ağaçlarıyla dolu olduğunu; Kos adasını yaya olarak boydan boya dolaşarak bitki örnekleri topladıklarını, döndüklerinde kayıklarını demirledikleri limanda tayfalarıyla buluşamadıkları için başlarına gelen işleri; adalıların tek ticaret kaynağının buğday olduğunu anlatıyor. (Gerçi bir başka Fransız Doğu gezgini, Jean de Thévenot tam tersine çok gür meşe ormanları ve başka ağaççıklar olduğunu, bunları kesip odununu çeşitli yerlere ve özellikle Santorini’de yaşayanlara sattığını yazmış.  Arada geçen zamanda Venedikliler ormanları yakmış da olabilir elbette diye bir not da eklemiş Yerasimos.)

Tinos’un incir ağaçlarının bodur ve gür olduğunu; zeytin ağaçlarının iyi tuttuğunu, dağlık ve sarp bir ada olan Kios’un (Sakız Adası) portakal, limon, zeytin, dut, mersin, nar ağaçlarından geçilmediğini, kozalaklıları ve sakızağacıgilleriyle dolu olduğunu ve yöredeki tek eksiğin tahıl olduğunu yazmış. Samos adasında Panyia tu Vronta manastırının yakınlarındaki düğünçiçeklerinden de bahsetmiş: “Boralar manastırın çevresinde birkaç mavi çiçekli, güzel düğünçiçeği türünü gözlemlememizi engelleyemedi; 23 Şubat’ta, dağların üzerinde az kar vardı, ama bezelye iriliğinde dolu yağdı. Bu dağlar iki tür çamla kaplıdır ve güzel bir çam türüne köknar adını vermiş yöre sakinleri ne derse desin hiç köknar yoktur. Samos adasındaki bu tür çamlar çok uzun ve gemi direği yapmaya elverişlidir.” (Piri Reis de öyle söylemiş: ‘Ol kadar iri ağaçları olur ki değme barçalara bitevi direk olur’) Santorini adasında ise incir dışında meyvenin az bulunduğunu adada sakız ve kermes meşesi (çalılık türü) başka bir şey bulunmadığını anlatmış.

Türkiye, Gürcistan ve Ermenistan topraklarını anlattığı ikinci kitabında, ilk mektubunda İstanbul’un evlerini, sokaklarını, günlük kıyafetleri, bedestenlerini, esir pazarlarını uzun uzun anlatıyor elbette ama bitkilerle ilgili şöyle ayrıntılar var: “İstanbul’da birçok (başka) güzel salep cinsi vardı; ne var ki bunları bahçede yetiştirme olanağı bulunamamıştı, çünkü bu bitkiler yalnızca kır havasını severler. Meraklılarının ellerinde çoğalan ve güzelleşen düğünçiçekleri için aynı şey geçerli değildir. Bir süredir Türkler bu tür çiçekleri büyük bir titizlikle yetiştirmeye başlamışlardır; böylece ülkelerine büyük ün kazandırmaktadırlar. Söylendiğine göre müthiş ordusuyla Viyana önünde başarısızlığa uğrayan Kara Mustafa Paşa düğünçiçeklerini moda haline getirmiş ve bu konuda yapılan bütün araştırmalara olanak sağlamış. Bu veziriazam, avlanmayı sakinliği ve yalnızlığı çok seven efendisi IV. Mehmed’i eğlendirmek için ona çiçek zevkini aşıladı; padişahın en çok hoşuna giden çiçeklerin düğünçiçekleri olduğunu anlayınca da imparatorluktaki bütün paşalara bölgelerinde bulunan en güzel türlerin köklerini kendisine göndermelerini yazdı. Girit, Kıbrıs, Rodos, Halep ve Şam paşaları saraya karşı görevlerini diğerlerinden daha iyi yaptılar. İstanbul’un ve Paris’in güzel bahçelerinde gördüğümüz bu hayranlık verici düğünçiçeği türleri işte buralardan gelmiştir.”

M. Bachelier adlı Parisli bir meraklının, 1615’te İstanbul’dan ilk atkestanesini ve manisalalesini getiren kişi olduğunu; yumrulular ve birçok güzel sümbül, nergis ve zambak türünün de buradan gelip Fransız bahçelerinde kültüre alındığını, Toulouse ikliminin İstanbul’dan gelen fulyalar ve manisalaleleri için çok elverişli olduğunu da yazmış. (Bu arada bir parantez açayım: Spil dağında manisa lalesi yabani olarak yetişiyor, koparması yasak ve büyük cezalar var neyse ki.) İstanbul’da üç yeni bitkiyi resimli olarak tanıtmış; çiçek pazarında sarı meyveli duvar sarmaşığı (Hedera helix) dallarını, büyükelçinin sofrasında salepgillerden bir Orchis’in çiçekli halini kayda düşmüş.

İstanbul’dan sonra Ortaköy’den yola çıkarak deniz yoluyla, yelkenlilerle Karadeniz’e doğru yola çıktığını söylemiştim. Kıyı kıyı birçok yere uğradıktan sonra 17. mektubunda Trabzon’dan bahsediyor. Bir liman kenti olan Trabzon’un sarp kayalıklar arasına kurulu bir kent olduğundan, surlarından bahsettikten sonra gördüğü bitkileri de anlatıyor. Şöyle ifadeler var: “Her ne kadar Trabzon’un kırsal kesimi güzel bitkiler açısından zengindiyse de bu tür araştırmalar açısından kentin güneybatısında 25 mil uzaklıktaki büyük Sümela manastırının bulunduğu güzel dağlarla karşılaştırılamaz. Alplerde bile bu kadar güzel ormanlar yoktur. Manastırın çevresindeki dağlarda kayınlar, meşeler, gürgenler, gayaklar, dişbudaklar ve dev boylu köknarlar yetişir.” Manastırı, bulunduğu yeri hayranlıkla anlatıyor ve “yaşamımın geri kalanını burada geçirmek isterdim” diyor…

Trabzon’dan sonra gittiği Doğu’nun önemli ticaret merkezi olan Erzurum’da çok miktarda kök boya, horasani ve ravent geldiğini gözlemlemiş; papaver (haşhaş) başlarının henüz yeşilken yendiğinden bahsetmiş. Tiflis’te hintyağ bitkisi ve keten yetiştirildiğinden bahsetmiş.  Bursa’da iki aktar tanıdığını anlatıyor; onlardan aldığı düğünçiçeğigillerden Helleborus kökünden bir ekstre hazırlayıp müshil olarak üç Ermeni’ye verdiğini, onlarda şiddetli kusma, karın sancısı, mide ve boğaz yanması olduğunu görünce ekstreyi Fransa’da olduğu gibi bir gece sütün içinde bırakılıp süzüldükten sonra kullanılması gerektiğini yazmış. (Helleborus orientalis zehirli bir bitki olduğu için bizde halk arasında pek sevimli isimleri yok: Bohça otu, Kara çöpleme, Siyah harbak, Boynuz otu, Danabağırtan, Danakıran diye anılıyor…)

Kuzey tarafından çıktığı Ağrı Dağı’nın kıraç ve kayalıklı olduğundan, iki yüz adım kadar yaklaşan bir kaplanın ona zarar vermediğinden söz ediyor. (Nuh’un gemisini burada kayalıklara oturduğunu da düşünüyor, ona bol referanslar var.) Uludağ’a gittiğinde dağın tepesi karlarla kaplı olduğu için ancak göllere kadar çıkabildiğini; göknarların Fransa’dakinden farklı olmadığını birçok bitkinin Avrupa dağları bitkileriyle aynı olduğunu kayın, gürgen, titrek kavak ve fındığın bol yetiştiğini kaydetmiş.

Manisa dağı çıkışı da ona verimli olmamış, burada zakkum ve sandal ağacı kümeleri arasında Girit’te rastladığı bazı nadir bitkileri, örneğin papatyagillerden, peygamberçiçeği cinsinin çayır serçebaşı (Jacea/Centaurea) türünü gördüğünü yazmış. İzmir’de kaydettiği pek az tür var: Ilgın (Tamarix), Hayıt (Vitex agnus-castus), Aslanpençesi (Leontiec leontopelatum), Anemon (Düğünçiçeğigillerden Anemone pavonina), üzüm ve zeytin gibi…  İzmir’den Fransa’ya drog olarak mazı, mum, mahmude (Bingözotu, Türk sarmaşığı), ravent (ışgın), afyon, sarısabır (Aloe vera), tutya (çuha çiçeği /Primula Auriculata), galbanum (zamk yapmakta kullanılan sakız çiçeği ve günlük gittiğini yazmış.

Gezi sırasında her fırsatta bitkileri gözlemiş, örnekler toplamış, meyve, tohum, kök alarak Paris’e götürmüş, onları kraliyet bahçesine ekmiş, başka bahçelere dağıtmış, hatta Hollanda gibi dış ülkelere de göndermiş. Seyahatinden sonra Paris’e döndüğünde getirdiği topladığı bitki örneklerinin tasnifi ve kitabın hazırlanışı tamamlayamadan, evinden botanik bahçesine giderken bir araba kazasında ölmüş maalesef. Relation d'un voyage du Levant adlı seyahat kitabı iki cilt halinde 1717'de basılmış; bunu aynı yıl üç ciltlik Lyon baskısı izlemiş.