Hüseyin Rahmi Gürpınar Evi 80 senedir müze olmayı bekliyor

-
Aa
+
a
a
a

Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın romanlarını yayına hazırlayan Can Yayınları editörü, yazar Mustafa Çevikdoğan ile neredeyse 80 seneyi aşan bir süredir müze olmayı bekleyen Hüseyin Rahmi Gürpınar Evi’ni konuştuk.

Hüseyin Rahmi Gürpınar evi
Şebnem Coşkun/AA
Hüseyin Rahmi Gürpınar Evi
 

Hüseyin Rahmi Gürpınar Evi

podcast servisi: iTunes / RSS

(22 Mart 2022 tarihinde Açık Radyo’da Dünya Mirası Adalar programında yayınlanmıştır.)

(Bu metin hızlıca hazırlanmış bir ses kaydı deşifresidir, nihai biçiminde olmayabilir.)

Derya Tolgay: Bir zamanlar İstanbul mahallelerinde hayat nasıl şekilleniyordu diye sorsak aklımıza ilk olarak edebiyat hayatı boyunca ardında 41 roman, dokuz öykü, dört oyun ve yüzlerce gazete yazısıyla bizlere büyük bir miras bırakan Hüseyin Rahmi Gürpınar gelir.

 8 Mart Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın ölüm günüydü. 

Bugün Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın romanlarını yayına hazırlayan Can Yayınları editörü, yazar  Mustafa Çevikdoğan’ı konuk olarak ağırlıyoruz. Merhaba Mustafa bey. Hoş geldiniz, nasılsınız?

Mustafa Çevikdoğan: Merhaba, hoş buldum, teşekkür ederim. 

DT: Bana program öncesi bilgilerinizi yolladığınızda, şöyle bir göz attım ve dedim ki, “Vay, bu kadar genç yaşta başlamışsınız yayıncılığa!” Keza erken bir yaşta da editör olmuşsunuz, kutlarım. 

Şimdi hakkınızdakileri dinleyicilerle paylaşayım:  

Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nden mezun oldunuz. 2005’te yayıncılık sektörüne girdiniz. 2013’te editör olarak çalışmaya başladınız. Can Yayınları’nda 2018’den beri yönetici editör olarak görev yapmaktasınız.  İki de öykü kitabınız var: “Temiz Kâğıdı” ve „Geçecek Zaman”. Sevdalı bir yayıncısınız. 

Mustafa bey bizimle görseller de paylaştı. Ben de onları sosyal medya hesaplarımızda paylaştım, oradan ulaşabilirsiniz. Bunlar hem konularımızla birlikte ilerleyecek hem de belki şimdiye kadar aralarında görmedikleriniz de olabilir. Bu nedenle tekrar teşekkür ederiz size Mustafa bey. 

İzninizle, basında çokça yer alan  Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın 110 yaşındaki tarihî köşkünün müze olması ile ilgili haberlere istinaden bir girizgah yapmak istiyorum. 

O nedenle köşkün bugünkü durumunu, bugüne kadar gelen süreci kronolojik olarak vermek istiyorum. Belki dinleyicilerimiz de biliyordur, neredeyse 80 seneyi aşan bir süredir müze olmayı bekleyen Hüseyin Rahmi Gürpınar Evi bir bar. Ve başına gelenler “Godot'yu Beklerken” tiyatro oyunu kadar absürt! 

Şimdi şöyle;

  • Hüseyin Rahmi Gürpınar 1911’de yayımlanan “Şıpsevdi” romanından kazandığı parayla Heybeliada’nın en tepesinde bir arsayı alıyor, buraya üç katlı ahşap bir ev yaptırmaya başlıyor. 
  • Ölümüne kadar, 30 sene bu evi kullanıyor. Ölümünden sonra, 1944’ten sonra ev mirasçılarına kalıyor. 
  • Mirasçıları tarafından daha sonra vakıflara satılıyor. 
  • 1964 yılında İl Özel İdaresi’ne veriliyor. 
  • 1983 yılında kütüphane ve müze amaçlı kullanılmak üzere Kültür ve Turizm Bakanlığı’na devrediliyor. 
  • 1987 yılında kültür evi olarak kullanılması koşuluyla Adalar Belediyesi’ne tahsis ediliyor. 
  • 1996 yılına gelindiğinde, Topkapı Sarayı Müzesi Müdürlüğü’nün, Gürpınar'ın evinin müze olarak düzenlenmediği ve herhangi bir çalışmanın başlatılmadığı yönündeki raporundan sonra, Kültür Bakanlığı, Adalar Belediyesi’nden tahsisi alıyor, bu sırada kaymakamlık işe el koyuyor. 
  • 1996’da adaya kaymakam olarak atanan Mustafa Farsakoğlu, belediye ve bakanlıkla işbirliği yaparak evin 2000’de restore edilip müzeye dönüşmesi sağlıyor. Lakin bütün bu süreç boyunca yazarın piyanosu, bisikleti, kemanı, yağlıboya tabloları, avizeleri, antikalara,  kıymetli birçok eşyası kayboluyor. 
  • Yapı, 2013’te bu kez İl Özel İdaresi’nden İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne geçiyor. 
  • Belediye 2017’de restorasyon ihalesi açıyor. 
  • 2017’de tekrar Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne geçiyor. 
  • 2019’da ise tapu devri yapılarak Vakıflar 2. Bölge Müdürlüğü’ne geçiyor. 
  • O gün bugündür Vakıflar 2. Bölge Müdürlüğü'nden evin restorasyonu konusunda ses seda çıkmıyor. Vakıflar bu ana kadar sorulara da bir dönüş yapmıyor. 
  • Köşk senelerdir ziyarete kapalı durmakta.

Hayli ilginç. Sözü daha fazla uzatmadan size ve Hüseyin Rahmi’ye bırakayım. 

"Günümüz yazarlarından halen çok daha fazla okunan bir yazar"

MÇ: Teşekkür ederim. Evin başına gelen aslında Türkiye’de bir çok farklı olayda karşımıza çıkan mesele. Dünya tarihindeki en büyük miraslardan biri maalesef en mirasyedi toplumlardan bir tanesine denk geldi. Bu işi pek beceremiyoruz. Her defasında benzer hikayeler duyuyoruz bütün yazarlarda, bütün tarihi eserlerde. Bir ilgisizlik var. İlgilenen insanlar hep var, yine var. Bu konuda da çok fazla var. Ama her defasında bir duvarla karşılaşıyoruz ve çözüme ulaşmak, sonuç almak gerçekten çok çok zor oluyor. Size de emekleriniz için çok teşekkür ederim. 

DT: Yerel halk esasından elinden gelen her şeyi yapmaya çalışıyor, çalışan çok insan var.

MÇ: Gerçekten garip bir durum. Yani bir ev var, bir çözüme ulaşması gerekiyor, yeri belli. Tartışmaya açık bir mesele değil, fakat birçok konuda olduğu gibi olmuyor da olmuyor. 

Ben bu evin neden önemli olduğunu, dolayısıyla Hüseyin Rahmi’nin önemini anlatmak istiyorum. Tabii ki benim anlatmama da ihtiyacı yok. Birçok dinleyici de Hüseyin Rahmi’yi muhtemelen çok iyi biliyor; Türk edebiyatımızda en çok okunan yazarlardandır. Ölümünün üzerinden bu kadar yıl geçti, 1944’ten beri uzun zaman geçmiş olmasına rağmen halen okunan, günümüz yazarlarından çok daha fazla okunan bir yazar. Hepimizin evinde, bir evde 50 tane kitap varsa aralarında Hüseyin Rahmi illaki arada vardır. Birçok kitapla, birçok başyapıtı ile uzun süre konuşulmuş bir yazar. 

Önce biraz hayatından bahsetmek istiyorum; 1864’te doğuyor. Adalı değil, Ayazpaşa’da doğuyor. Bir paşa çocuğu. Doğduğunda babası gerçi paşa değil ama öldüğünde paşa. Annesini çok küçük yaşta kaybediyor, üç-dört yaşında. Bunu da benim vakti zamanında hazırladığım bir romanı vardı, “Nimetşinas”, onun girişinde annesine uzun ve çok içli, çok hoş bir ithaf vardır. Orada anlatıyor, hayal meyal hatırladığını söylüyor. Belki de hatırlamıyor, kendi hayalinde kurdu bunu. Çünkü üç-dört yaşında kaybediyor annesini, anne 22 yaşındayken ölüyor. Daha sonra çok kısa bir süre Girit hikayesi var babasının memuriyeti dolayısıyla. Sonrasında İstanbul, Fatih’e dönüyor. Çocukluğunu orada, ananesinin yanında geçiriyor. Bu kısım çok önemli, çünkü bütün çocukluğu, ilk gençliği Fatih mahallelerinde geçiyor. Biz anneanesi ile kaldığı konağı onun anılarında, bütün romanlarında görüyoruz aslında. Hüseyin Rahmi’nin bütün romanlarında vardı; Taşkasap, Etyemez, Cerrahpaşa, Laleli… Taşkasap bugün bütün Vatan Caddesi ile beraber tarihe karıştı ama mahalleler vardı. Zaten hikayeleri bu tür Suriçi bölgelerinde çok fazla geçer, işte Gulyabani cadıdan hatırlayacağız çok peri hikayeleri, eskilerin “tandırname” dedikleri hikayeler bunlar, hiçbir gerçekliği olmayan. Bunları dinleyerek büyüyor. Yaşlı kadınlardan hikayeler dinliyor, sokağı dinliyor vesaire. Sonrasında bir eğitim hayatı başlıyor ama çok zayıf bir eğitim. Yaklaşık 15 yaşında okuldan alıyorlar. Daha da okula girmiyor. Zaten 18 yaşından küçüklerin alınmadığı bir mülkiyeye 14 yaşında giriyor. 15’inde de sağlık sorunları nedeniyle okuldan alıyorlar. Kendi çalışmaya başlıyor, Fransızca öğreniyor, yazılar yazıyor, çeviriler yapıyor, oyun yazıyor 14-15 yaşında. Ama bunların hepsi de maalesef büyük Fatih yangınlarında yok oluyor. Bu kaderi sanırım Hüseyin Rahmi’nin bıraktığı her şeyin yok olması. Sonrasında Ahmet Mithat’la tanışma hikayesi var. Öncesinde dönemin büyük entellektüelleri Muallim Naci ve Reşit Fuat, Hüseyin  Rahmi’nin yayınlanan birkaç yazısını görüp çok fazla övüyorlar. Eh tabii çok seviniyor. Sonrasında o dönemin en büyük yazarı Ahmet Mithat Efendi’ye, gazeteye ilk romanını, “Şık” romanını yolluyor. “Şık” zaten Hüseyin Rahmi Gürpanar’ın ilk yayınlanan romanı. Ahmet Mithat Efendi gazetede ilan ediyor ve diyor ki,  “böyle bir dosya geldi bize, bunun yazarı kimse çıksın gelsin, bir görüşelim.” Bugün böyle şeyler yok tabi. Hüseyin Rahmi de gidiyor, Ahmet Mithat’ı buluyor. Bakıyor, “Sen misin ‘Şık’ yazısını yazan?” diyor, “Evet” diyor. “Yalan söyleme çocuğum, senin ağzın süt kokuyor. Bu usta işi bir roman. Baban mı, hocan mı kim yazdıysa o gelsin” diyor. Hüseyin  Rahmi içleniyor, ağlıyor. Sonrasında teskin ediyor Ahmet Mithat Efendi. “Tamam tamam inandım.” diyor. Üzerinde biraz çalıştıktan sonra dosyayı tefrika ediyorlar, Tercüman-ı Hakikat gazetesinde. Daha sonra kitap olarak basılıyor. Kitabın sonunu da aslında Ahmet Mithat Efendi yazıyor, editörlük çalışması yapıyor. 

"Türk edebiyatının en çok kazanan yazarı"

Sonra gazetecilik hayatı başlıyor ve Fransızca’dan çevirilerle, çeşitli yazılarla gazeteleri beslemeye başlıyor. Fakat devrin idaresi istibdat, II Abdülhamit dönemi. Hüseyin Rahmi ile birlikte Ahmet Mithat Efendi gibi iki genç, aynı koldan, bu Ahmet Mithat Efendi damarından ilerliyor. Bu damarın sonradan kuruduğunu düşünüyorum ben. Bu iki genç saray tarafından yazısı istenmeyen iki genç oluyor ve gazeteden ayrılmak zorunda kalıyorlar. Memuriyet hayatı başlıyor Hüseyin  Rahmi’nin. Yine İstanbul’da, Suriçi’nde ya da Beyoğlu içinde yaşamaya devam ediyor. Sonrasında zoraki bir memuriyet, yine çeviri yapıyor bolca. Mutlakiyet’in bitiminin hemen ardından Meşrutiyet’ten sonra istifa ediyor ve yine yazmaya başlıyor. Fakat bu arada “Şıpsevdi” romanının yayınlanması hikayesi var gazetede. Bu da yine öncesinde alafranga ismi ile yayınlanıyor. Tabii o zaman sansür çok fazla ve hiç aklınıza gelmeyecek kelimeler sansüre takılabiliyor. Aynı dertten bütün yazarlar muzdarip. Halit Ziya da bunlardan bir tanesi. “Kırık Hayatlar” romanı da aynı şekilde yarım kalıyor. Şıpsevdi’de “Haşerat” kelimesi geçtiği için bundan sarayı kast ediyor diyerek romanı engelliyorlar. Ondan sonra yazmayı bırakıyor Hüseyin  Rahmi, uzun süre bir şey yazmıyor. Meşrûtiyet ilan edilir edilmez de romanı devam ediyor. Bugün de böyle büyük transfer ücretleri veriliyor ya yazarlara, belki bugünkünden bile kat kat fazla, 700 altın lira karşılığında Şıpsevdi’yi tefrika ediyor. Bu çok büyük bir para gerçekten. Heybeliada’daki köşkü bununla alıyor. 

Zaten Hüseyin Rahmi için hep Türk edebiyatının en çok kazanan yazarı derler. Bilemiyorum fakat yaptığı her işte iyi paralar aldığını okuyorum; her tefrikada 300’er, 400’er lira. Bu gazetede yayınlanma parası. Daha sonra kitap olarak basıldığında da yine ayrıca kazanıyor. Ama bu Heybeliada’daki köşke -1911-1912 olması lazım- taşınıyor. 

DT: Bu arada Hüseyin  Rahmi’nin mezarı da Heybeliada’da, Ahmet Rasim’in mezarına çok yakın. Notlarıma bakınca, 37 sayılık mizah bir dergisi çıkarmışlar birlikte: “Boşboğaz ve Güllâbi. Herhalde birlikte epey  eğleniyorlardır diye düşündüm. 

MÇ: Sonrasında Heybeliada’daki hayatı başlıyor. Bu arada Hüseyin  Rahmi’nin Heybeliada’ya taşınması da doktor tavsiyesi. Zayıf bünyesinden dolayı adanın havasının iyi gelecegini söylüyorlar. O da adaya taşınıyor. Fakat çok karıştırılan bir konu var, münzevi bir hayat yaşadığı düşüncesi. İstanbul’dan hiçbir zaman kopmuyor ve edebiyat tartışmalarında da her zaman en çok konuşulan isim oluyor. Sürekli polemiklerde, yazdıklarından dolayı hakkında açılan davalar, resmî davalar, adli dava  olmasa da gazetelerde çok fazla eleştirilerin çıkması… Zaten rahmetli de çok fazla eleştirileri kaldıran bir değilmiş, hepsine cevap yetiştirmeye çalışıyor. Bu da sürekli edebiyat ortamında onu biraz zinde tutuyor anlaşılan. Ama ömrünün sonuna kadar da dostu Hulusi Bey’le de birlikte adada yaşıyor. 1944’te de adada ölüyor. Arada bir de milletvekilliği dönemi var, o da biraz enteresan; 1930’larda olması lazım, Kütahya milletvekilliğine seçiliyor, ama İstanbul’dan hiç çıkmadığı için ikinci seferde seçilemiyor. Çünkü ne Kütahya’ya ne Ankara’ya gidiyor. Heybeliada’dan ayrılmıyor. İkinci seçimde onu değil, bir başkasını seçiyorlar. 

DT: Demin  çok güzel anlattınız; Fatih, Aksaray… arkasından sanki bugünkü araştırmacılar için İstanbul ansiklopedisi bırakmış. Yemekten tutun, temizliğin nasıl yapıldığına, komşuluğun nasıl olduğuna, hastalanınca tedavilere, işte mekanlara, mahallelere... Şimdi, Ahmet Rasim, Sait Faik Abasıyanık hepsi Adalı yazarlar. Romanlarından bir tanesinde de Adalar’ı anlatıyor. Sadece bir tanesinde Adalar var demiştiniz di mi? 

MÇ: Evet, ağırlıklı olarak dersek, benim aklıma sadece “Sevda Peşinde” romanı geliyor, Adalar’da geçen bir hikaye. Gerçekten çok iyi bir roman. Bugün için de çok iyi  bir roman. Bilinen romanlarının aksine kurgusu ve karakterlerinin işlenmesi de bana daha ustaca gelmiştir. Orada, adada yaşayan iki kişiyi, hatırlayabildiğim kadarı ile anlatacağım; iki genç, evli bir çiftin hikayesi, bir aldatma hikayesi, çünkü rızaları alınmadan evlendirilen çocuklar bunlar. Çocuk yaşta, özellikle kadın. Bir tanesi intihar ediyor ve bunun üzerine gelişen olayları anlatıyor. Sanırım esas olayların geçtiği yer Heybeliada. Fakat fırtına olduğu için cesedin sürüklenmesi hikayesi nedeniyle vesaire Burgaz ile sürekli bir iletişim kurmaları gerekiyor -ada isimlerinde yanılabilirim bu arada, çok uzun zaman oldu kitabı okuyalı- ama iletişim kuramıyorlar, çünkü arada telefon hattı yok. Önce İstanbul’a ulaşmaları gerekiyor. Bir adadan İstanbul’u arıyorlar, İstanbul’dan Burgazada aranıyor. Sonra Burgaz cevap veriyor İstanbul’a, İstanbul cevabı diğer adaya iletiyor. O zamanın şartlarında böyle bir durum var. Hava çok kötü olduğu için adalar arasında da geçemiyorlar. Hiçbir kayıkçı onları almıyor. Burası da hikayeyi biraz daha giriftleştiren durum. 

DT: Bir sorum daha olacak size. Gazeteci, yazar Refik Ahmet Sevengil’in bir notu var; “Hüseyin Rahmi Gürpınar: Hayatı, Hatıraları” adlı çalışmasında, yazarın bu evde ihtiyar ve dul yengesi Aliye Hanım, Aliye Hanım’ın kızı Saffer Hanım, yarım asırlık arkadaşı emekli Miralay Hulûsi Bey ki, evinin de en üst katında, çatıda onun odası vardır, orada bu müstesna el işleri, oyaları muazzam göz nuru ile işlenmiş duruyordu, bence gerçek bir miras bu işler, ben gören şanslılardan biriydim evi. İşte orada, pek çoğu kadınlardan oluşan bu evde yaşadığı için de nakış işlemeyi, dantel örmeyi, yemek yapmayı, müziğe ve estetiğe derin sevgi beslemeyi öğrenmiştir diyor. Eserlerinde de kadınların ruh hâllerini olumlu ve olumsuz yönlerini yansıtmada çok rahatlıkla yazabilmiştim diyor. Siz ne düşünüyordunuz?

"Farklı kadınları çok orijinal bir şekilde yansıtmayı başarmış bir yazar"

MÇ: Kesinlikle öyle. Bunun üzerine daha fazlasını koyabiliriz. Gerçek bir kadın hakları savunucusu Hüseyin Rahmi. Bugün de buna çok değiniliyor. Tabii iyi niyetle değiniyor insanlar, erkek yazarlar. Bazen zorlama olduğu, yapmacık olduğu metinlerden çıkıyor, çünkü sanki ezber bir söylem üzerinden kadın hakları savunuculuğunu üstleniyor erkek yazarlar. Bu, Hüseyin Rahmi’de o kadar doğal gelişiyor ki gerçekten bir şey ispatlamak zorunda değil. Daha güzeli, ilk dönem yazdıklarından en son yazdıklarına kadar hepsinde mutlaka bu konuyu işliyor, bu konuya bir şekilde temas ediyor. “Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaçta” o kadar açık kadın hakları savunması ki kadınların eve kapatılması üzerine.  O dönemin şartı neyse onun üzerinden her defasında sözünü esirgemeden, gerçekten hissederek, doğal bir şekilde bunu yazmıştır. Kadın karakterlerinin güçlülüğünü artık hiç söylemeye bile gerek yok. Konaktaki hanımlardan sokaktaki hanımlara, farklı farklı kadınları çok orijinal bir şekilde yansıtmayı başarmış bir yazar. 

DT: Bugün şöyle bir yanılgıya düşebiliyoruz; bugünkü kadın haklarıyla yan yana getirdiğimizde belki biraz hayal kırıklığı da yaşayabiliriz, ama bunu galiba bizim de o donemin, o zamanın akışına göre algılamamız gerekiyor, çok da yargılamadan. 

MÇ: Tabii, bunu da göze alarak söylüyorum; bazı hikayelerinde ve birkaç romanında, bugün bile kolay kolay söylenmeyecek şeyler söylüyor, bu yüzden bu kadar net konuştum. Bir çok yerde, mesela eski yazarlarda hep vardır, kadınların makyaj yapmasından hoşlanmazlar. Bunlara dair çok fazla şey var. İşte “boyanmış gelmiş” gibi ifadeler kullanırlar. Genel olarak eve hapsolan kadın, kafesten sokağı gözleyen kadın, zorla evlendirilen kadın… Bu konuda her zaman söylediğimiz belli. Hüseyin Rahmi de her zaman tavrını net bir şekilde koymuş. Bu yüzden çok özeldir. 

DT: Size çok teşekkür ediyorum. Heybeliada’da yaşayan Türkçe öğretmeni Nihan Aydar, change.org‘da “Heybeliada Hüseyin Rahmi Gürpınar Evi Müze Olarak Açılsın” başlıklı bir imza kampanyası başlatı. Yedi bin imzaya ulaşıldı şu anda. Burada dinleyicilerden destek ricamız olsun diyelim. Ayrıca 6 Mart’ta da Heybeliada Halk Kütüphanesini Koruma Derneği’nin öncülüğünde, Gürpınar’ı anmak için onun 30 yılını geçirdiği, müzeye dönüştürülemeyen  evinin yeniden açılması için bir araya gelindi. Bunu bisikletli bir eylem haline getirdiler, çünkü o dönem adada   tek bisikleti olan kişi Hüseyin Rahmi Gürpınar’mış, bunu da belirtelim. Programımızın sonuna geldik. Eklemek istediğiniz bir şey var mıydı acaba?

MÇ: Çok teşekkür ediyorum emekleriz için. Gerçekten çok kıymetli bir hazine var orada. Umarım tez zamanda sizin de emeklerinizle bir sonuç alırız. 

DT: Biz çok teşekkür ederiz. Can Yayınları editörü, yazar Mustafa Çevikdoğan’a bir kez daha teşekkür ediyoruz. 

Bir de küçük bir duyurumuz olacak:

31 Mart Perşembe günü saat 14.00’de Orman Yüksek Mühendis Cihan Erdönmez dostumuz ile, biz iki senedir Büyükada, Heybeliada, Burgazada ve Kınalıada ormanlarında keşifler gerçekleştiriyoruz, çünkü Adalar bildiğiniz gibi yangın ve ekosistem konularında oldukça hassas ve kırılgan ve Türkiye'de Sivil Doğa Koruma Mücadelesi, Validebağ Korusu Örneği ve Adalar Doğasının Korunması başlıklıklı bir sohbet olacak Büyükada’daki Yüksek Kahve’de. Bu söyleşi Dünya Mirası Adalar Facebook sayfasından canlı olarak yayınlanacak. Adalar’ın korunması için her geçen gün zorlaşan durumda birlikte neler yapabiliriz, Validebağ Korusu Ekosistem Tabanlı Yönetim Planı çalışmasından Adalar'a dönük çıkarımlar neler olabilir, bunları tartışacağız

Bizi dinlediğiniz için teşekkür ederiz. 

Adalar hepimizin!