"Solastalji" kavramı üzerine psikiyatrist Prof. Peykan Gençoğlu ile söyleşi

-
Aa
+
a
a
a

Dünya Mirası Adalar'da psikiyatri uzmanı, psikanalist Prof. Peykan Gençoğlu ile çevresel değişimin neden olduğu duygusal veya varoluşsal sıkıntı anlamına gelen solastalji kavramı uzerine konuştuk. 

suyun içerisinde kalan kafa şeklinde ağaçlar, illüstrasyon
Solastalji
 

Solastalji

podcast servisi: iTunes / RSS

(25 Ocak 2022 tarihinde Açık Radyo’da, Dünya Mirası Adalar programında yayınlanmıştır.) 

(Bu metin hızlıca hazırlanmış bir ses kaydı deşifresidir, nihai biçiminde olmayabilir.)

Derya Tolgay: Herkese merhaba, bugün çok sevgili arkadaşım, Psikiyatri Uzmanı, Psikanalist Prof. Peykan Gençoğlu ile birlikte program yapıyorum. Peykan’cım hoş geldin. 

Peykan Gençoğlu: Hoşbulduk Derya. 

DT: Seninle program yapmak harika. Açık Radyo dinleyicileri belki hatırlar, sen 2008’de “Ruh Sağlığı Gündemi” adlı bir  program hazırlayıp sunmuştun. Çok güzel bir programdı. Bugün heyecanlıyım seninle konuşacağım için. Ayrıca yeni bir konu olduğu için bir girizgâh olacak. 

Belki biraz böyle hasta ve doktor diyaloğu halinde de gelişebilir sohbetimiz. Bilemiyorum artık nerelere gider. 

PÇ: Çok sağol,  beni davet ettiğin için. 

DT: Seninle sohbetlerimizde, benim muzdarip olduğumu düşündüğüm bu durum, işte bu solastalji, nedir? Eminim birçoklarımızın da içinde bulunduğu bir ruh hali herhalde. Gözümüzün önünde her şey yok olurken -yaşadığımız ve sevdiğimiz evimiz, mahallemiz, ormanlarımız- ve bu kaybetmekten dehşete düşüyor, endişeleniyorsak, Marmara Denizi gibi devasa bir denizin gözümüzün  önünde ölümüne şahitlik ediyorsak, bu  sıkıntı bizi depresif bir zihinsel durumda hissettiriyorsa, solastaljiyaşıyor olabilir miyiz, diye soracağım sana. Bir de solastalji nedir?

PG: Nereden çıktı değil mi? Ben de bundan bir süre önce solastaljiyi anladım ve tanıştım. Ama aslında çok daha öncelere dayanıyormuş. Özellikle bazı anlarda ve yerlerde bir keder hissi yaşıyor, anlam veremiyordum. Genelde eskiden bildiğim bir yerin tarumar olduğunu acayip bir yapının kondurulduğunu gördüğümde bayağı bir kayıp hissi yaşıyor ya da aşina olduğum bir yerin aynı kalabilmiş olması beni hüzünle karışık bir duyguya ve sevince götürüyordu. 

Yani hem bildiğimiz bir yerin tamamen değişmesi -işte çocukken, ilk gençlik yıllarımızda denize girdiğimiz Marmara Denizi’nin adeta öldüğünü görmek gibi şeyler- tabii ki hüzün, hatta birçok başka duygu daha yaşatıyor ama şu da ilginç; bir yer aynı kalmışsa, aşina olduğumuz o yer, orada da hüzünle karışık bir duygu. Çünkü, “Acaba aynı kalmaya devam edecek mi?” duygusu…

Adını sonradan öğrendim bu duyguların; evinizde olduğunuz halde sıla hasreti çekmek, solas (rahatlık, konfor), algia -alji- (ağrı, acı)  sözcüklerinden felsefeci Glenn Albrecht’in 2003’de türettiği bir sözcük bu solastalji. Nevralji gibi tıbbi bir terim vardır; sinirlerden kaynaklanan ağrılar gibi. Nevralji gibi, ama ruhsal bir acı; insanın çevresinde olumsuz değişiklikler kaçınılmaz olduğunda yaşanan sıkıntı ve acı hissi. Senin söylemek istediğin bir şey var mı burada?

DT: Biraz kendi hikayemden solastaljiyi sana açmak istiyorum; geçen yaz Marmara’nın müsilaj patlamasına şahit olmuştuk. Evim sahilde, dolayısıyla her gün Marmara’yı görüyorum. Tabii bir İstanbullu olarak hep denizle birlikte yaşadık. Bir su şehrinde yaşamak çok güzel. Bizler için onun ölümüne şahit olmak da bir o kadar acı, sarsıcıydı. Ama benim kişisel travmam daha öncelere, 2014 senesine gitti. Kendi durumumu biraz kazımaya başlayınca doğduğum evde yaşarken, sende biliyorsun o dönemleri, tam da içinde yaşarken yasa dışı bir şekilde yıkımın gerçekleşmesi ile başlamıştı. Polis, jandarma geldi, yıkımı durdu.  Fakat evin üst kısmı yıkılmış o şekilde kalıverdi. Bu bizim hafızamıza fena kazındı. Biz evi terk etmeden yaşadığımız ev, senin dediğin gibi, bizi terketmiş oldu. Tam bir gurbet hissi yaşar olduk.  Sonrasında tusunami gibi geldi rantsal dönüşüm, kentsel dönüşüm denilen şey. Sonrasında ne okulum kaldı ne mahallem ne kıyılar… Son olarak, mesela çok derin acı hissettiğim Galataport beni bayağı ızdırap çeker hale getirdi. Çünkü orada senelerce -senelerce dediğim neredeyse 20 sene boyunca- beni uğurlayan, benim sevdiklerimi uğurladığım, babama defalarca mendil salladığımız, bize mendil sallanan bir yolcu salonu, oradaki binalar ve tüm Karaköy tarihi kıyı peyzajı… Sanki birisi silgiyi almış, boylu boyunca silmiş, yok etmiş. Beton döküldü işte, gidip görmüştür herkes. Rıhtımın üstüne  cruiselar yanaşsın diye sıra sıra babalar döşenmiş, kibrit kutusu gibi dizili inşa edilmiş dört katlı AVM’ler.  Hafızasını yitirmiş bir toplum gibiyiz. Sokaklarımızın,  mahallelerimizin  ismi değiştiriliyor, okullarımız, doğduğumuz hastanelerin, parkların isimleri değiştiriliyor. Bunlara alışmıştık ama bir taraftan artık bu semtler, kıyılar yıkılır hale geldi, hafıza kırımına uğradık. Hafızasını kaybetmiş bir toplum, ülke ne üretebilir bilmiyorum ama hafızasını kaybetmiş toplum  hasta değil midir sence? Solastaljiyi böyle toplumsal bir şey olarak tanımlamak mümkün mü? Yoksa ben mi kavramları biraz karıştırıyorum?

PG: Yo, aslında mümkün tabii, çünkü bireylerin böyle, buna benzer yaşadığı acılar; kendi evinin böyle birdenbire yok olması, yahut çok alışkın olduğu birtakım mekanların ortadan kalkması nasıl bireyi etkiliyorsa toplumsal olarak da etkiliyor. Herkesin oralarda bir anısı var. Ayrıca neden birden bire silgi ile silinmiş olsun? Bunlar ayrıca konuşulacak konular. Biraz bu iklim değişikliği ve benzeri durumlarla ilgili bütün bunlar ruh sağlığını nasıl etkiliyor, oraya geçelim. 

Ruh sağlığını da etkiliyor, bütün dünyada da bunlarla ilgili veriler var. İklim değişikliği, kuraklık, vahşi yapılaşma, sel, sıcak dalgaları, yangınlar, hava kirliliği gibi afet sayılabilecek olayların insanların ruh sağlığı üzerindeki etkileri de kaçınılmaz oluyor. Toprağını kaybetme, satmak zorunda kalma, yani burada, o toprağını satmakta travmatik bir olay oluyor. Toprağını kaybetme, satmak zorunda kalma yerinden kopmaya neden olabilir, yer değiştirmeye, göçe... İnsanın çevresinde olumsuz değişiklikler kaçınılmaz olduğunda burada istemeden yapılan bir göç ortaya çıkabiliyor, kayıp duygusunu yaşatıyor, sıkıntı ve acı hissi, kalp ağrısı da desek yerinde olur…  İklim değişikliğinin sonuçlarını düşündüğümüz zaman bu vahşi yapılaşma üzerine -Derya senin yaşadığın şeyin bir benzeri- sosyal medyada, geçen günlerde bir video da çıktı; İnsanlar içinde yaşarken kepçe ile yıkıma başlanması. Gerçekten benziyor. Tüm bunlar tıp dili ile söylersek akut dönemi yaşayıp kronik döneme geçmişiz artık. Bunlar son yıllara dayalı bir durum. Duygular da kronikleşti. Mesela önemli bir tıp dergisi Lancet’te, 2020’de Ekolojik Keder ve Kaygı başlıklı bir rapor yayınlandı. Şöyle sıralanmış: Eğer gerekli adımlar atılmazsa bugün doğan bir çocuk büyürken beslenme sorunları yaşayacak -ki şu anda bir virüs hastalığı ile boğuşuyor dünya- bunun daha da artacağından bahsediliyor. Hava kirliliğine dayalı hastalıkların artmasından sadece çocuklar değil, benzer sorunlar erişkin ve yaşlı nüfus da etkilenecek. Ve çok ilginç bir kavram daha ortaya çıktı; travma sonrası stres bozukluğu diye bir kavram var.  Travmatik yaşantısı olan bir kişide, travma yaşadıktan sonra bu bir ruhsal rahatsızlığa dönüşüyor ve buna travma sonrası stres bozukluğu adı verilmiş durumda. Travma öncesi stres bozukluğu kavramı da  iklim değişikliğine bağlı ilerde olacakların sezilmesiyle birlikte ortaya çıkan bir stres bozukluğu. Yarın, öbür gün burada da şöyle şöyle bir takım şeyler olacak ve bu iklim değişikliği, yahut çevreye sorun yaratan şeyler travma sonrası bozukluğu olarak ortaya çıkmış durumda. Ne acayip değil mi? Daha olmadan biz travmatize olmaya başlıyoruz. 

DT: Bir soluklanalım, gerçi parça da pek soluklandıramayacak bizi… The Eagles’dan No More Walks in the Wood, “Artık ormanda yürümek yok”. Ağaçların hepsi kesildi, evet ve sanat bize solastaljiyi anlamamız için de kapılar açmış. Bizim sosyal mecralarımızda, Dünya Mirası Adalar Facebook, Twitter ve Instagram hesaplarımızda paylaşıyorum. İklim krizinin İnsan ruhuna verebileceği ıstırabı anlatan iki film, bu duyguyu bir güzel dile dökmüş. Bunları paylaştım. İkisinin de ismi aynı: Solastalgia. 

İki kısa belgesel. Üçüncü film ise bir kalker ocağının endüstriden doğa alanına dönüşümünü, çok katmanlılığını ve bir yerin nasıl birçok farklı hikayeyi taşıyabileceğini anlatıyor. Dünyada birçok ölü bölge var; onların tekrar kamusal alan haline dönüştürülmesi, iyileştirilerek ve restorasyonla insanların kullanımına kazandırılması, burada bizim yapacaklarımız var. Her şey bitti şeklinde değil. Bizim elimize çok bağlı her şey. Üçüncü film de bu şekilde.

Edebiyatta ise  Orhan Pamuk, Kara Kitapta çok iyi tasvir ediyor orada İstanbul’u. Vaktimiz kalırsa bir kısmını okuruz. İstersen Peykan sen kaldığımız yerden sözlerine devam et. 

PG: Şimdi her şey çok mu kötü olacak, bu halde ne yapacağız, çaresiz miyiz, diye düşünülmemeli. Bu üzüntü, kızgınlık, korku gibi duygular aynı zamanda insanları harekete geçmeye yöneltiyor. Bu duyguları hissetmediğimizde harekete geçmek için bir itici gücümüz olmayabilir. Ama bu duygularla özellikle dayanışma içine girmek, “topluma reçete yazmak” gibi bir kavram daha çıktı karşıma, bakarken. Topluma Reçete Yazmak: Özellikle, bu konuda herkesin bilinçlenmesi. Ruh sağlığı ve aslında tüm sağlık çalışanlarını, eğitici ve öğrencileri, toplu ortamlarda çalışanları  iklim değişikliği konusunda -şimdi gerçekten pek çok şey yapılıyor ama daha aktif bir şekilde- eğitmek, bilinçlenme atölyeleri yapmak, çevreye, toprağa, havaya, suya, atıklarımıza farklı bir gözle bakmak. Ne yapmalıyız ve hala ne yapmıyoruz da bu noktalara geliyoruz, biraz daha düşünmek. Tabii ki bunlarda özellikle hükümetlerin gerekli desteği ve stratejileri oluşturmaları dünya çapında çok önemli. Önümüzdeki 10 yıl dünyamız için çok önemli; bu 10 yılı yine çarçur edersek, dünyanın ölümüne yollar döşersek o zaman gerçekten solastalji çok hafif kalır, çok daha farklı kavramlar çıkar ortaya, çok daha olumsuzları. Bunlar olmasın diye uğraşanları desteklemeliyiz. 

DT: Pandemi de iklim krizi de yaşadığımız bu ruhsal sıkıntı, çektiğimiz ızdırapla geldiğimiz bu noktada sistem sorunu olduğunu hepimize gösteriyor. Aynaya bakıp görüyoruz, yansımalarını yaşıyoruz. İnsan olabilecek miyiz, konuya disiplinler ötesi bakmakta fayda var. Biz de Marmara’nın ölümüyle birlikte yapılması gerekenleri yapmayarak, hatta üzerine oyunlar oynayarak, adeta 'yeşil yıkama’ya dönüştürülen bu yalancı sisteme dava açmıştık. Ve burada da farklı disiplinlerden konuklarımızı ağırlıyoruz. Bu açıdan senin bize anlattıkların çok kıymetli. Çok teşekkür ederim bu anlamda. Farklı disiplinlerden konuklarımızla Marmara üzerine konuşmaları açmak istiyoruz. Bu konuyu Gündüz Vassaf’la, bu programın programcılarından arkadaşım Gündüz ile bugün telefonda konuşurken, bana şiirini yolladı. Şu an Floransa’da. Onu okumak isterim, konumuzla çok güzel örtüştü. İsmi James Webb. James Webb, 2002'de uzay teleskobuna ismi verilen, Kennedy hükûmetinin başlangıcından Johnson hükûmetinin sona ermesine kadar NASA'yı yöneten kişi. 

Sen, meraklı insan,

Aklın mucizesine

Benzemez evren.

Düzene düzen

Vere vere

Anlamlı mı kıldın

Sence dünyanı?

Zorlama yaşamı,

Rahat bırak Kaos’u!

 

24 Aralık ‘21’de

James Webb

Alkışlarından habersiz

Köklerinin izinde

Yola çıkarken

13.5 milyar yıl ötene,

Kristof Kolomb hırsımızın

Hazır mıydık sonucuna?

Emin değilim,

Sevmeyi bilemeden

Uzaya açılışımıza!

 

Arkeologlardan öğrenmeli,

Geçmişimizi bekletip

Geleceği sabırla keşfetmeli.

Karşılaşacaklarının korkusunda

Soracaklarından yoksun

Sonsuzluğu zorlarken

Acelen nereye?

Meraklı insan

Haddini bilsene.

 

Kime konuşuyorum?

İnsanım işte,

Dehşetimden çatlayacağım

James Webb’le

Evrene saldığım

Meçhulün beklentisinde.

Gündüz Vassaf

Floransa, Aralık-Ocak,

2021

Buradan ona da, karlı bir Türkiye’den sevgi ve selamlarımızı yollayalım. Evet, yapılacaklar bize bağlı değil mi Peykan?

PG: Senin bahsettiğin AVM’lerin yapılması falan, gerçekten artık hiç düşünülmemesi gereken şeyler. Yeterince AVM yok mu dünyada ve Türkiye’de ? Çocuğunuz için bir şey yapmak istiyorsanız ağaç dikin diyorlar hep. Başka hediye vermenize gerek yok. Bu da önemli ve güzel bir slogan. 

DT: Evet, slogan çok güzel ama ağaçları kesmeden ağaç dikelim, önce ağaçları kesip sonra ağaç dikmeyelim. Bugün, yaşadığınız yerin kuraklık, yangın, deprem gibi çevre felaketleriyle ya da şehirleşme gibi insan faaliyetleri sonucu değişmesine karşı hissedilen üzüntüyü, adeta zaman gibi mekânların da geçip gittiğini, bir yeri terk etmeden, o yerin bizi terk etmesinin üzüntüsü konuşmaya çalıştık, gurbetin evimize gelmesi dedik, solastaljiye şöyle bir girizgâh yaptık. Üzerine daha çok konuşulacak zor bir konu esasında. Bu kelimeyi daha çok duyacağız. 

PG: Evet, hadi duyalım da herkesin aklında kalsın. Solastaljiyi yaşamamak için ileride ne yaparız diye bakalım…

DT: Bugün sevgili konuğumuz - aynı zamanda benim de yakın ve kadim arkadaşım diyeyim- Psikiyatri Uzmanı, Psikanalist Prof. Peykan Gençoğlu’ydu. Kendinize iyi bakın.  Adalar hepimizin.