Viranbağ ve Adalar’da Bağcılık, Şarap Kültürü

-
Aa
+
a
a
a

Yahya Kemal’in 1916'da "Viranbağ" isimli şiirine ve filmlere ilham olan Büyükada’daki Viranbağ’ı ve tarihini, Adalar'ın bağcılık kültüründeki yerini Mustafa Nuri Devres Vakfı’ndan tarihçi Murat Devres ile konuştuk.

Viranbağ Gazino'sunda denize bakan bir kadın fotoğrafı
Adalar’da bağcılık ve şarap kültürü
 

Adalar’da bağcılık ve şarap kültürü

podcast servisi: iTunes / RSS

(14 Haziran 2022 tarihinde Açık Radyo’da Dünya Mirası Adalar programında yayınlanmıştır.)

Derya Tolgay: Adaların en önemli miraslarından birini, kaybolan bağcılık kültürünü konuşacağız.

Yahya Kemal’in 1916  yılında Büyükada’daki Viranbağ hakkında

Adalardan yaza ettik de vedâ

Sızlıyor bağrımız üstündeki dağ,

Seni hatırlıyoruz Viranbağ!

dizeleriyle başlayan "Viranbağ” isimli şiiri,  bir “yaza veda” şiiri. Bugün bağcılık kültürüne de ışık tutuyor. Hafızamızı tazeleyen bir mekan Viranbağ.

Zamanında üzümler bağbozumu şenliği ile toplanıyor, üzüm teknelerinde ezilerek şıraya dönüştürülüyordu. 

Büyükada’nın güneybatısında bulunan ilk ismi Büyükbağ, sonrasında Eskibağ, en sonunda da Viranbağ ismini alan bu mevkiinin en güneyindeki burun üzerinde bulunan ve Yahya Kemal’in şiirlerinde ölümsüzleştirilen Viranbağ’ı konuğumuz Viranbağ’ın sahipleri Mustafa Nuri Devres Vakfı’dan, Devres ailesinden tarihçi Murat Devres’ten dinleyeceğiz.

Hoşgeldin Murat. Programımıza katıldığın için çok teşekkür ederiz.

Seni dinleyicilerimize tanıtayım;

Çağdaş tarih okudun, yüksek lisans tezini Belçika Dışişleri Bakanlığı arşivleri aracılığıyla Erik Jan Zürcher'in Jön Türk dönemselleştirmesinin eleştirisi üzerine yazdın. Daha sonra Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Modern Türkiye Araştırmaları Enstitüsü'nde doktora programına kabul edildin. Birinci iç sömürge döneminde (1927-1952) büyük deden Necmeddin Sahir Sılan'ın Tunceli ve Bingöl hakkındaki raporlarına odaklandın. Doktora tezini Türk Uygarlaştırıcı Misyonu üzerine tamamlayarak 2021 yılında mezun oldun. Halen İstanbul'daki İsveç Araştırma Enstitüsü tarafından yönetilen “Hatırlamalar: İnsan Hakları, Tarihsel Travma ve Türkiye ile Doğu Akdeniz'de çoğulculuğun geleceği” adlı projenin akademik koordinatörlüğünü yapmaktasın.

Bir girizgâh yapıyım izninle, seninle hep bir program yapmak istiyorduk ama bu programı bugün yapmamızın bir nedeni var: Belki de son materyal belgelerinden biri olan bir kaç ton ağırlığındaki monoblok mermer “üzüm teknesi” geçen hafta sizin arazinizden kimliği bilinmeyen kişiler tarafından alındı, bir anda kayboldu diyebiliriz. Ve bizim de Dünya Mirası Adalar sosyal mecralarından duyurmamız üzerine kamuoyunun, basının da dikkatini çekince Adalılar’ın da katkılarıyla bulundu.

Çalınan üzüm teknesi

Başlamadan önce son bir ek; sosyal mecralarımızdan konuşmalara eşlik eden görseller var. Aile albümünü bizimle paylaştın. Özellikle Facebook’taki, siyah-beyaz fotoğraflar Mustafa Nuri Devres Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Profesör Onur Devres'in şahsi arşivinden alınmıştır. Sevgili Murat, sana ve Devres ailesine çok teşekkür ederiz. Şimdi sözü sana bırakıyorum.

Murat Devres: Teşekkürler Derya. Modern Türkçe’de aruz üslubuyla yazılmış olan bu şiir Yahya Kemal Beyatlı’nındır. Beyatlı’nın öğrencisi olan Ahmet Hamdi Tanpınar, hocasını nietzschevari bir perspektiften diyonizyak ve apollonik özelliklerin orta yolunun tezahür ettiği bir kişilik olarak tasvir etmektedir. Dolayısıyla hem alkolü ve serbest yaşam tarzını benimsediği için kısmen diyonizyak hem de dışa dönük olarak mantıklı ve disiplinli bir yaklaşımı olduğundan kısmen apollonik sayılırdı.

Şiirinde ölümsüzleştirdiği üzere, Beyatlı için Viranbağ’ın önemi her şeyden önce İstanbul halkının gözlerinden uzak Ada’nın da en güneybatı ucundaki konumuydu. Yahya Kemal burada apollonik eğilimlerini, diyonizyak ve hedonistik eğilimlerinin lehine terk edebiliyordu. Ama zaman içinde hiç kimse Yahya Kemal’in şiirlerinde “Viranbağ” dediği yerin “Eski bağ” olduğunu hatırlamayacaktı.

*

Benim annem ve babam Ada’da evlendiler ve küçükken Adalar’a gelip gittiğimiz, faytonları ve vapur curcunalarını hatırlıyorum. Ancak bir yetişkin olarak Ada’yla olan ilişkim 2012 senesinde Adalar Müzesinde rehber olarak çalışmamla başladı. Viranbağ arazisinin aile vakfımız olan Mustafa Nuri Devres ile olan ilişkisini bu dönemde öğrendim. Boğaziçi’ndeki doktora öğrenimim çok siyasi bir mesele üzerineydi. 2018 yazında aile tarihim ile ilgili olarak başladığım bir çalışmada Viranbağ’ın da kültürel tarihine değindim. 2018 yazında İngilizce olarak kaleme aldığım monografimi babamın da desteğiyle Türkçeleştirdik ve şu an Mustafa Nuri ve Viranbağ Gazinosu adlı eserim iki dilde baskıya hazır bir şekilde bekliyor. Bu eseri yayına çevirmek için geçen şubat Adalar Vakfı beni müzede düzenlenen “gazino kültürü” üzerine bir sunuma konuşmacı olarak davet etti. Burada Miras Ada oluşumu ile ilgilenen Korhan Gümüş ile tanıştım. Geçtiğimiz nisan ayında da Miras Ada-Yüksek Kahve etkinlikleri için Viranbağ kır gazinosunda sohbete davet edildim. Söz konusu üzüm teknesi bu buluşmadan birkaç hafta sonra vakıf arazimizden çalındı. Bu üzüm teknesinin akıbetinden bahsetmeden önce genel anlamda Adalar’daki bağcılık geleneğinden bahsetmek istiyorum.

Biz bugün özellikle Büyükada’da bağcılıktan bahsedeceğiz. Oysa daha geçmişe uzandığımızda şarap kültürü Ege’nin “Megalo Nissos’u olan Girit’e kadar uzanıyor. Bugün şarabı ile ünlü Yunan adaları denince akla ilk önce Girit geliyor. Bu büyük adada bağcılığın tarihi Minoalılara kadar, 4.000 yıl geriye gidiyor ve en ünlü üzüm çeşitleri arasında Vidiano, Vilana, Malvezya ve Kotsifali çeşitlerini saymak mümkün. Mondros Limanı’nın bulunduğu Limni Adası da şarabıyla ünlü adalardan. Buradaki bağcılık da 2000’li yıllardan beri bir Rönesans yaşıyor. Adriatik denizinde bulunan Kefalonya’da, ünlü Santorini ve Pisagor ile Epikür’ün anavatanı Sisam adalarında da çok eski bağlar var. Midilli, Sakız, Nikerya, Paros ve Sifnos ile Tinos da şaraplarıyla ünlü adalar.

Şarap, yaş üzüm şırasının fermantasyonu ile doğal olarak oluşan alkollü içeceğe verilen addır. Şarap üretimi bağlardan masalara ulaşana kadar 10 kademeli bir süreçten geçmektedir:

  1. Hasat/Bağbozumu
  2. Sapların ayrılması ve ezme işlemi
  3. Maserasyon
  4. Presleme
  5. Fermantasyon
  6. Transfer
  7. Filtrasyon
  8. Olgunlaştırma
  9. Şişeleme
  10. Saklama

Şarapların tat, koku ve renkleri; asmaların yetiştikleri toprak, çiftleştirilen bağ çubukları ve şarap yapma biçimleri ile alakalı olarak farklılıklar gösterir. Kırmızı, beyaz ve roze şaraplar dışında, içerdiği şeker seviyesine göre sek veya tatlı, hatta köpüklü dahi olabilen şaraplar asma kolonizasyonu sayesinde önce Akdeniz Havzası sonra da Dünya’nın dört bir yanındaki uygun coğrafyalarda üretilegelmiştir. Arkeologlar günümüzde şarap kültürünün Neolitik (Cilalı Taş) döneminde milattan 8000 ila 4000 yıl önce, Batı Avrasya’da Doğu Türkiye ile Güney Kafkaslar ve Zagros Dağları üçgeni arasında geliştiğini düşünmektedirler. Uzmanlara göre şarabın anavatanı yüksek ihtimalle Kafkas dağlarındadır ve 19. yüzyıldan beri burası ehlileştirilmiş asmanın anavatanı olarak görülmektedir. Gürcistan’da beş yüzden fazla endemik bağ çubuğu bulunmaktadır. Türkiye’nin güneydoğusunda ise “Çayönü” mevkiinde milattan önce 6000 yıllarına ait üzüm çekirdekleri bulunmuştur.

Tabii ki şarabın anavatanı olarak belirlenen coğrafyalardan biri de Ermenistan’a yakındır. Zira Eski Ahit’in anlatısında ilk bağcı olarak önümüze çıkan Hz. Nuh’un, Tufan’dan sonra Ağrı Dağı’nın eteklerinde şarap ürettiği söylenmektedir. 2007 senesinde Arpa Nehri yakınlarındaki Areni yerleşkesinde yapılan araştırmalarda İrlandalı, Amerikalı ve Ermeni arkeologlar üzüm çekirdekleriyle dolu vazolar bularak Dünya’nın en eski şarap kültürünü bulduklarını açıklamışlardır.

Antik yunan'dan sempozyum illüstrasyonu

Yunan mitolojisine göre ise şarabın mucidi çoban Staphylos’tur. Orta Yunanistan’daki Aetolia Kralı Oeneus’un çobanı olan Staphylos bir gün keçilerini her zamanki gibi güderken keçilerden birinin diğerlerinden daha geç döndüğünü ve daha keyifli olduğunu görmüş. Durumu fark edip keçiyi takip etmiş ve tanımadığı birtakım meyveleri yerken görmüş. Bu macerasını krala anlatmış, Oeneus ise bu meyveleri toplatıp ezdirmiş ve böylece şarabı icat ettiğinden şaraba Oinos, meyveye ise kaşifi Staphylos’un adı verilmişti.

İlyada Destanı’nda Helenler Trakya adalarından Limni’de şarap tedarik etmiş, Odesa Destanı’nda ise Odisseus çok konuşan Polifema’nın tek gözünü köreltmeden önce onu sarhoş etmiştir. Tarihçi Tukididis’e göre “Akdeniz halkları barbarlıktan anca zeytin ve asma ekmeyi öğrenerek çıkabilmiştir.” der. Bunun dışında bugün şarapla pek de eşleştirilmeyen Mısır’da dahi 5.500 yıllık bir geçmişe sahip bir şarap kültürü olduğunu biliyoruz.

Bugün şarap denince akla ilk gelen iki ülke olan İtalya ve Fransa’da ise bu kültür ancak milattan önce 3.000 yıllarına uzanmakta. Bu iki ülkenin de şarap kültürünü asıl tetikleyen kavim ise Toskana’nın eski halkı olan Etrüskler. Helenistik dönemde Aristoteles’in öğrencilerinden Midilli doğumlu felsefeci Theophrastus milattan önce 3. yüzyılda “Sarhoşluk üzerine” yaptığı incelemede şaraptan uzun uzadıya bahsetmiş ve bir dizi tıbbi şarabın varlığını da kayda geçirmişti. Kadim Helen medeniyetinde şarabın suyla karıştırıldığı doğruydu. Ancak şarabın üstüne su dökülmez, tam tersine suyun üzerine şarap dökülürdü. Zira sonradan Romalılar’ın “symposia” adını vereceği “symposion”, yani içki etkinliklerindeki hitabet oyunu olan Kottabe’lerde zil zurna sarhoş olmak elit erkekler için rezil olmak demekti. Theophrastus’a göre şarap, yaşlandıkça oluşan melankoliyi unutturmak  için insanlara tanrı Diyonisos tarafından verilmiş bir gençlik iksiriydi. Eflatun da Theophrastus ile aynı fikirdeydi, şarap insana yaşlansa da gençliği hatırlatan bir içecekti. Helenistik dönemde bağcılık o denli gelişmişti ki Roma şairlerinden Vergilius’a göre tüm Yunan bağlarını saymaya kalkışmak denizdeki kum tanelerini saymakla birdi.

Bizans döneminde şarap, bazılarının tabiriyle Bizans’ın Batı’ya bahşettiği bir hediyedir. Konstantinopolis şarap kültürünün yayılımında kilit bir rol oynamıştır. Bizantion kolonisini kuran Megaralı Helenler kadim dünyanın şarap severleri ve sarhoşları olarak bilinirdi. O denli şarap düşkünüydüler ki meyhanelerde yaşayıp evlerini şehirden gelip geçen tüccarlara kiralarlardı. Tamamen iş ile ilgilenen bu insanlar katiyen cengâver değillerdi. Öyle denirdi ki symposionlardaki flüt sesine o kadar alışmışlardıki savaş borazanının sesini rüyalarında dahi duyamazlardı. Bundan dolayı olsa gerek, zamanla “Bizans herkesi şarabıyla fetheder” diye bir deyim gelişmiş. Bizanslılar imparatorluklarını bir bağ, hükümdarlarını ise birer asma olarak görürdü. Asma ve şarap Diyonisos kültüne ait simgeler olarak bir hoşgörü kültürünü temsil ederken, diğer taraftan Eski Ahit ile ilişkili olarak seçilmiş halkın dünyaya yayılmasını; Yeni Ahit’e göre ise gerçek asma olan Mesih’in havarileri aracılığıyla budaklanmasını temsil ediyordu. Ortak noktaları ise kelâmın dünyayı değiştirmesine olan imanlarıydı. Bizans emperyal ideolojisi tüm bu simgeleri kullandı. İmparatorluğun genişlemesi ve yabancı prenseslerin gelin olarak alınması da asmaların çiftleştirilmesinde simgelendi. Orta Çağ Avrupa tahayyülünde Konstantinopolis ve imparatorluk şarabın bollukla tüketildiği coğrafyalardı. Öyle ki Kuzey Avrupalılar kente “şarap kenti” anlamına gelen “Winbourg” adını taktılar. 5 ila 7. yüzyıllar arasında Bizans şarapları Cezayir sahillerinden Habeşistan’a, Kafkaslar ve Kırım’dan İrlanda’ya kadar nam salmıştı.

Platon'un sempozyumu

10 ila 12. yüzyıllar arasında hristiyanlaşan Slavlar, Varenjiyenler ve Anglosaksonlar’ın yanında Türkler’in de dahil olduğu step halkları Bizans’ı bağlarla dolu bir diyar olarak gördüler. Bizans şarap ticaretinin bu yayılımı doğrudan Hristiyanlık’la da ilgiliydi çünkü Ökaristi veya Yunanca Efkaristiya yani şükran ayininde şarap tüketilmekteydi. Dolayısıyla herhangi bir Hristiyan ibadethanesinin yakınına mutlaka asma dikilirdi. Genel olarak manastırlar ve kilise, Hristiyanlıkl’a birlikte şarap kültürünün de yayılmasına vesile olurken, kadim bir gelenek olan symposia yani içki partilerinin de evrim geçirmesini sağladılar. Şatafatlı Diyonisos şenlikleri kaybolsa da sarhoş edici Baküs gelenekleri hayatta kaldı ve Bizans’ta sarhoşluklarıyla ünlü imparatorların sayısı az değildi. Ancak şarabın cazibesine tek yenik düşenler de imparatorlar olmadı. Manastırlar Bizans Dönemi’nin en meşhur sarhoşlarına ev sahipliği yapıyorlardı; yani rahiplere.

Manastırlarda inzivaya çekilenlerin tüm dünyevi zevklerden kaçınması gerektiği doğruydu, ancak pratikte, özellikle de 10 ila 11. yüzyıllarda alkol tesiriyle sarhoş olmuş rahipler o kadar yaygındı ki artık bir şaka konusu olmuşlardı. Aynı dönemde elit ve orta sınıflar şaraba merak sarmaya başladı ve edebiyatta Krisopateras, yani şarapçı keşiş figürü belirdi. Bu figüre Avrupa’da ise “Pater vinosus” denilegeldi. 11.-12. yüzyıllarda Athos Dağı ve Makedonya’daki en önemli manastırlar ile Selanik Metropolitliği, Halkidiki’de büyük bağlara sahiplerdi. Bitinya adı verilen Batı Karadeniz bölgesi ise tatlı aromalı şaraplarıyla meşhurdu, özellikle İzmit/Nikomediya. Ne var ki Konstantinopolis’e Gazze’den, Mısır, İtalya, Mora Yarımadası’ndan, Midilli, Sakız ve Rodos adalarından ünlü şaraplar da ithal ediliyordu. Önce Avar ve Slav istilaları sonra da Arap istilaları bu şarap ticaretini aksatsa da Bitinya, kente şarap yollamaya devam etti.

Genelde ucuz, ekşi ve sulu şaraplar tüketilirken daha değerli ve tatlı kokulu şaraplar da vardı. Bunlar İznik ve Aydıncık yörelerinde yetişirdi. Bu şaraplar imparatorluk arazilerinde yetişen asmalardan toplanan üzümlerin gün kurusundan yapılmaktaydı.

Malvezya olarak da anılan bu şaraplar, 4. Haçlı Seferleri sırasında şehri fetheden Latin krallarca Ayasofya önünde düzenlenen şenliklerde içilmişti. Menekşe tipi de denilen bu şaraplar Mora’dan, Girit’e ve Ege Adaları’na kadar yayıldı ve herkes Konstantinopolis pazarı için rekabet ediyordu. 1000 yıllık Bizans egemenliğinden sonra coğrafyaya hakim olan Haçlılar ve Osmanlılar döneminde bağcılık önemini yitirse de yine bir şekilde tutundu. Büyük Fetih’ten sonra Bizans’ın asmalarının bir kısmı taşınmak suretiyle özellikle Rönesans döneminde popülerleşen Malvezya şarabı adı altında popülerleştiler. Kıbrıs’ın meşhur Komandariya’sı, Girit’in Malvezya ve Atiris’i yanında Marmara ve Trakya Rumları’nın Trigleya ve Ganos adındaki misket şarapları da ün salmıştı. Bu şaraplar Avrupa’ya, hatta İskandinavya’ya kadar satılarak özellikle tercih edilir olmuş, zamanla İngilizce Malmsey olarak bilinen yaygın şarap türünün oluşmasında rol oynamışlardır.

Gazino

Viranbağ’da Bağcılık ve üzüm teknesinin önemine gelecek olursak, Osmanlı haritalarında Viranbağ’da yüzyıldan fazla bir zaman öncesinde Büyük Bağ Gazinosu olarak anılan bir gazino binası mevcuttur. Bu viraneye çevrilmiş bağın ismi, değindiğimiz üzere Yahya Kemal’in bir şiirinden geliyor. Bugün bu yer, “Παλιο Αμπελos”, yani Eskibağ olarak da bilinmektedir. Ancak yukarıdaki Osmanlı haritasında açıkladığımız üzere, bir zamanlar burası “Μεγάλη αμπέλια”, yani Büyükbağ olarak bilinmekteydi. Bu mekânın adının değişimiyle yüzleştiğimizde kendimize sorduğumuz soru şudur: Bu büyük bağ ne zaman ve nasıl viraneye çevrilmiştir?

DT: Bizans dönemi şarap imalatçılığından bize kalmış bir miras mı?

MD: Geçtiğimiz ekim ayında İsrail, Tel-Aviv’in güneyinde bulunan Yavne yerleşiminde 1500 yıllık bir geçmişi olan bir şarap imalethanesi keşfedildi. Burada beş şarap presi ile iki milyon litre şarap üreten bir kompleks tespit edildi. Bizans döneminden kalan bu komplekste toplanan üzümler çıplak ayakla, üzüm teknesi diye de ifade edebileceğimiz basma zeminlerinde ezilir. Şıra kanallardan akıtılarak sekizgen şeklindeki maserasyon tanklarında bekletildikten sonra, üretilen beyaz şarap kilden yapılan testilerde olgunlaştırılırdı. Bu testiler kompleksteki fırınlarda pişirilirdi. Bizans Dönemi’nde şarap hem çocuklar hem de yetişkinler tarafından tüketilmekteydi. Zira su tüketimi hastalığa neden olduğu için sakıncalıydı. Viranbağ’daki üzüm teknesi de burada çok eski zamanlara giden bir bağcılık geleneği olduğunu göstermektedir. Ancak büyük ihtimalle Adalar’daki bağcılığa vurulan en önemli balta bir hastalıktan kaynaklanmış olabilir.

19. ve 20. Yüzyıllarda bir şarap krizi dünyayı sarmıştı. Phylloxera denilen hastalık ilk önce 1863’te Fransa’da görüldü. 1875’ten itibaren bir pandemi gibi yayıldı ve üretimde muazzam bir düşüş oldu. Bağcılığın yeniden canlanmasının ardından 1899-1900 senelerinde inanılmaz bir üretim artışı yaşandı. Bu dönemde Viranbağ’da da bağcılığın yeniden tesis edildiğini düşünebiliriz, zira özellikle geç Osmanlı ve erken dönem Cumhuriyet tarihine baktığımızda Türkiye’de şarapçılığa yönelik yenilenen bir ilgi olduğunu kaydetmemiz mümkün.

DT: Bağcılık neden bitti?

Toprağın renginden dolayı Osmanlılar, Adalar’a Kızıl Adalar dermiş. Nitekim toprağın rengi ile adanın ismi arasındaki bu ilişki Kınalıada’da hala geçerlidir. Büyükada’nın kuzeyinde demir madenciliği, üzerinde göçmen kuşların yuvaladığı güney yamaçlarındaki topraklarda ise üzüm bağcılığı ve şarap üretimi yapılmıştır. Öte yandan denizden esen rüzgarlarla çalışan yel değirmenleri de un üretiminde kullanılmıştır. Adadaki üretimi belirleyen bu coğrafi unsurlardan dolayı adanın kuzey bölgesine Maden, güney yamaçlarına Eskibağ ve güney batı kısmına da Mulino (Değirmen) denilegelmiştir. Dolayısıyla 20. yüzyılın ikinci yarısına kadar ada ekonomisinin temeli, balıkçılık dışında ılımlı iklimi ve demir zengini toprağı sayesinde tarım ve bağcılıktan oluşmaktaydı. Büyükada’daki bağların geçmişinin ne kadar eski olduğu meçhul.

Gazino

Ancak 19. yüzyılın ortalarında İstanbul’a gelen yabancıların Büyükada’ya özellikle ün salmış şaraplarının tadımı için seyahat ettiklerini biliyoruz. Çağdaş dünyanın ilk bağ tarihçilerinden André Julien, 1816’da yayınladığı “Topographie de Tous les Vignobles Connus” adlı eserinde şöyle yazıyordu:

Marmara Denizi'nde, Boğaz'ın ağzında yer alan Prens Adaları'nın en dikkate değer olanı olan Prinkipos, birkaç çeşit mükemmel kalitede üzüm veren üzüm bağlarına sahiptir; ancak nadiren şaraba dönüştürülürler. Bağcılar onları İstanbul pazarına getirmeyi tercih ederler.

Gustave Schulberger, “Prens Adaları” adlı eserinde şu ifadeleri kullanıyor:

Hristiyan ibadethanelerinin etrafında bazı bahçeler de yer alırdı. (...) Liman olarak kullanılan küçük koyların kıyısında yalnızca manastırların ihtiyaçlarını karşılayan gemici ve esnafa ait birkaç ev ve belki de Bizanslı keyif düşkünlerinin ve burjuvaların Marmara sularında yapacakları deniz banyoları ile ünlü bir münzeviye yapacakları dinî ziyaret arasında dinlendikleri birkaç sayfiye evi bulunuyordu.

John Freely, 1972’de yayınladığı “Strolling Through Istanbul” adlı eserinde şu satırları yazıyor:

Manastır binaları ... çok ilginç ve kuruluşun bir kısmı şimdi bir kafe olarak hizmet veriyor. Birkaç yıl öncesine kadar keşişler çok lezzetli bir beyaz ‘qine’ yaparlardı. Ancak şimdi sadece bir veya iki keşiş kaldı ve bir süredir şarabı alamıyoruz.

Aziz George Manastırı'nda beyaz şarabı yudumlarken kurtuluşunu güzel Prinkipo adasında aramak çok daha iyi diye düşünür.

Adalar’da bağcılığın son bulmasının son nedeni ise daha çok uluslararası koşullara dayalıydı.

Birinci Dünya Savaşı’ndaki feci mağlubiyet sonrasında, Adalar yabancı işgalini benimsemiş ve açık mavi-beyaz bayraklar Büyükada’nın sokaklarında yaygınlaşmıştı. Mütareke sonunda Yunan işgalindeki topraklar geri alınmış ve İstanbul ile Adalar bir kez daha Türkiye’nin ayrılmaz bir parçası, Türkiye ise tek parti idaresinde laik bir cumhuriyet olmuştu. İstanbul ve Adalar’ın Rum vatandaşları mübadeleye tabii tutulmadı. Tek parti döneminde, Adalar İstanbul’un gayrimüslim kültürünün ayrılmaz bir parçasıydı. Öyle ki, Adalar Müslüman-Türk çoğunluk tarafından “Ecnebi Adaları” olarak anılırdı. Ne var ki 1942’deki ırkçı Varlık Vergisi’ni takiben gelişen Eylül 1955 olayları ve 1964 ile 1974’teki Kıbrıs Krizleri sonucunda Adalar gayrimüslim ve özellikle Rum nüfusunun çoğunu kaybetti. Günümüzde Adaların nüfusu ekseriyetle Karadeniz, Doğu ve Orta Anadolu’dan gelmiş Laz, Türk ve Kürtlerden müteşekkil Müslüman bir çoğunluktan oluşmaktadır.

Gazinoda oturan insanlar

Adalar’daki manastırların ziyaretçi sayıları düşünce gazino kültürü de yavaş yavaş yok olmaya yüz tuttu. Büyükada’nın zirvesinden, Aya Yorgi Manastırı’nın yakınından güneybatı yönünde baktığınızda Viranbağ’ı görebilirsiniz. Ve oraya gittiğinizde de adanın en güneyindeki gazinonun kalıntılarını görürsünüz. Viranbağ Gazinosu bir zamanlar o kadar ünlüydü ki 'İstanbul Ansiklopedi’sinde “Aşıklar” ve “Lunapark” gazinoları dışında Büyükada’da ismi geçen tek diğer gazinodur.

DT: Peki Viranbağ Gazinosu’na ne oldu?

MD: Öncelikle, biliyoruz ki harabe halinde gözüken bu gazinonun bir yüzyıldan önceki adı Büyükbağ Gazinosu idi. Dolayısıyla yalnızca isminden dolayı, adanın bu bölgesinde yer alan üzüm bağının bir zamanlar geniş bir alanı kapladığını anlıyoruz. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde ne olduysa Büyükbağ’ın adı önce Eskibağ’a, sonra da Yahya Kemal’in de kaydetmiş olduğu Viranbağ’a dönüştü. Pars Tuğlacı, Viranbağ’a ilişkin yazdığı bir paragrafta bazı diğer bilgiler arasında buranın ilk sahibinin Barba Yani’nin oğlu olan bir Kiryako (anlamı “Beyefendi”) olduğunu kaydetmiştir. Yani bu arazinin eskiden adanın Rum topluluğuna ait olduğu neredeyse kesin gözükmektedir. Kurtuluş Savaşı sonrasında bu arazi kamulaştırılarak Emlak ve Eytam Bankası (1926-1946) malı olmuştur. Tuğlacı, arazinin 1935 yılında Başkomiser Fuad Bey ve 1945’te ise ‘İzmir’den Mustafa Nuri tarafından satın alındığını ve Madam Anjel tarafından işletildiğini yazmaktadır. Pars Tuğlacı bu bilgileri 1989’da yazarken Madam Anjel nam-ı diğer Sabahat Hanım, hâlâ hayattaydı ve tarihi gazino binasının kalıntılarının güneyine doğru yaklaşık yüz metre ötede bir kır gazinosu işletiyordu. Kocal da Gazino’yu işleten kişilerden birisinin hemen yanında “salaş” bir yer açtığını ve orada uzun süre çalıştığını kaydetmektedir. Sözü edilen kır gazinosu halen emekli foto muhabir Kadir Can ve  oğulları tarafından işletilmektedir.

Adalar Kültür Derneği’nde gerçekleştirdiğimiz mülakatlarda Viranbağ’ı sorduğumuzda burasının Eskibağ olarak bilindiği, 1960’ların sonuna doğru gazinoda ahşap masalar olduğu ve çay, kahve ile cam şişelerde su satıldığı söylendi. Gazinoda muska böreği, yumurta ve balık da pişirilirmiş. Arazi üzerinde gazino binası dışındaki tek yapı olan Mustafa Nuri’nin villasının harap durumu hakkında ise "oraya arabacılar girdi" dendi.

Merhum Sabahat Emzikli Hanım’ın çocukları arasında ünlü fotomuhabir Kadir Can dışında, yüksek öğrenimini Birleşik Krallık’ta almış olan Ayşe Hanım, Balıkçı Hakkı ve Viranbağ Kır Gazinosu’nun eski işletmecisi “Yamyam” lakaplı rahmetli Hasan Bey olduğunu da öğrendik. Emzikli ailesi gazinoda yaşayıp onu işletirlermiş ve gazinonun pencerelerinin ahşap çerçeveli pencereleri özellikle dikkat çekiciymiş. Bir diğer görüşmemizde ise Sabahat Hanım’ın, Mustafa Nuri Devres’in görevlisi olan Hüseyin bey ile evli olduğunu öğrendik. Hüseyin Emzikli aynı zamanda gazinonun kiracısıymış. Dolayısıyla gazino binası hem gazinonun mutfağı hem de gazinoyu işleten Emzikliler’in evi olarak da kullanılmaktaydı. Gazino ve villa için 1973 yılında kiralık ilanı verildiğinden ötürü Emzikliler’in bu sıralarda gazinoyu boşalttıklarını tahmin ediyoruz. Dönemden kalan fotoğraflar da Viranbağ Gazinosu’nun, tıpkı Hristo Gazinosu ve Yücetepe Gazinosu gibi, bir açık hava gazinosu olduğunu açıkça göstermektedir.

Devres ailesi

Hayati Ferdi Kocal Viranbağ’daki bu ünlü gazinoda alkol servisi yapıldığını ve müzik için bir Laterna çalındığını da hatırlamaktadır. Albukrek de 1948 sonrası Viranbağ’da katıldığı şarap partilerini hatırlamaktadır. Viranbağ Gazinosu, Adalar’ın gazino kültürünün özelliklerini taşıyan, güzel ve romantik bir mekândı. Üzerleri belirgin damalı örtülü ahşap masalar, şimdilerde kaybolmuş bu geleneğin simgesel unsurlarındandır. Ve Viranbağ’dan kalan bu hatıralar özellikle bir insanın emeğiyle mümkün kılınmıştır.

1876 Girit-Kandiyeli, avukat, iş adamı ve İzmir Baro Başkanı Mustafa Nuri, doğduğu adayı artan şiddet olayları nedeniyle 1896’da terk edip Istanbul ve sonra İzmir’e taşınmıştı. 1947’de adanın Heybeliada’ya bakan bir yamacını satın aldı. Anakara’dan mavnalarla kıyıya, oradan da eşeklerle yamaç yukarı taşınan malzemelerle bir villa inşa ettirdi. Viranbağ, Devres ismi ile bütünleşmiş, adeta sıfat olmuştu. Babaannem Şen Sahir Sılan, büyükbabam Toğrul Devres ile kendisine “ailesi Büyükada’da, Viranbağ adlı yerin sahipleridir” diyen ağabeyi Cenan vasıtasıyla tanışmıştı. Şen Sahir için Toğrul ‘Viranbağlı meşhur mimar’dı!. Şen Sahir, Mustafa Nuri’yi ince yapılı ve şık giyimli bir beyefendi olarak tasvir eder; gerçi zaman içinde onun ne kadar geniş yürekli ve hoşsohbet olduğunu da görmüştür. Gayet hanımı da tombul, esmer, yüzünde her daim bir gülümsemesi ve kendine özgü kahkahası olan, umumiyetle neşeli bir hanımefendi olarak betimler. Nitekim gururlu, dört çocuk annesi, hayatın nimetlerini seven bu hanımefendi 1955’te 67 yaşında iken hayata gözlerini yummuştur. Şen Sahir, kendisine Mustafa Nuri Baba dediği kayınpederi ile akşam yemeklerini aynı sofrada, deniz ve Heybeliada manzarasına nazır balkonda yemekte ve uzun sohbetlerde bulunmaktaydı.

Mustafa Nuri 1964 yazında, belki de Viranbağ’a son bir ziyaretten sonra, 88 yaşında hayata veda etti.

DT: Peki terkedilmiş bağa ve Mustafa Nuri’nin villasına ne oldu?

MD: El cevap: viran oldular.

1955 yılında Devres ailesi Annelerini kaybetti ve bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olamadı.

Viran olmuş villa

Mustafa Nuri eşinin vefatından sonra çok üzgündü. Hatta acısını dindirmek için 1958’de Konya Mevlevihane’sine dahi gitti. Kışları şehirde, yazları ise Viranbağ’da oldukça içine kapanık bir yaşam sürdü. Tıpkı Yahya Kemal ve aynı coğrafyayı paylaşan birçoğu gibi, Mustafa Nuri'nin dinî inançları da şaraptan, en azından sınırlı ölçüde keyif almasına müsaade ediyordu.

Hem hedonist hem de diyonizyak olmasına rağmen çağın gerçekleri onun terbiyeli ve ciddi, apollonik bir görünüş yansıtmasını gerektirmekteydi. Çağın en önemli gerçeği olan milliyetçilik ise acımasızdı ve Mustafa Nuri’nin ve Viranbağ Gazinosu’nun hikâyesini derinden etkilemişti.

"Bir adamın ve bir mekânın ortak tarihidir bu"

Hem Mustafa Nuri hem de Viranbağ Gazinosu milliyetçilikten mustarip olmuş Adalılar’dır. Mustafa Nuri ve Viranbağ Gazinosu, tıpkı Yahya Kemal gibi, Osmanlı’nın son kuşağına aittiler.

Viranbağ, İstanbul’dan hiç ayrılmadan, İstanbul’dan en fazla uzaklaşabileceğiniz bir yerdir.

Bundan dolayıdır ki Viranbağ sadece fiziki bir yer değil, aynı zamanda imgesel bir yer, hatta kendi başına edebi bir varlıktır. Viranbağ, erken çağdaş Türk edebiyatında Prens Adaları ile temsil edilen neo-Helenistik ilham kaynakları arasında öne çıkan bir simgedir. Eskiden insanların Viranbağ’a üzüm yemek ve şarap içmek için geldiğini biliyoruz, ancak ne tür üzümlerin üretildiğini ve şarapların tadını bilmiyoruz. Artık harabeye dönüşmüş olan Viranbağ Gazinosu, Türkiye’de 1840’lardan 1990’lara kadar yaklaşık 150 yıl sürmüş olan, ancak günümüzde yok olmuş bir kültürel geleneğin parçasıydı. Lunapark, Aşıklar ve Viranbağ gazinoları hem atlar hem de insanlar için dinlenme alanlarının yanında konumlandırılmışlardı. Mustafa Nuri’nin adı ve hatırası 1951’de kurduğu vakıfta yaşamaya devam etmektedir. Ancak 1983 yılında vakfın toplam 51 dönümlük arazisinin 34 dönümü orman sayılarak, vakfa yalnızca 17 dönümlük bir alan bırakıldı. Bu tarihten itibaren Viranbağ Gazinosu’nun tamir ve tadil edilebilmesi ve de kiraya verilebilmesi için resmî devlet kurumlarından gerekli izin ve yetki alınamamıştır.

Villanın ayakta olduğu zamanlar

Bugün kuyular ve Gazino harap, Prinkipo’nun hayat enerjisi olan su ve şarap yok olmuştur.

Öznel üretim ekonomisiyle birlikte esas kimliğini de kaybetmiş olan Adalar, artık sadece Adalılar’a gerçek ve sürdürülebilir bir refah getirmeyen, sığ bir turizm için kullanılmaktadır.

Bundan dolayıdır ki Mustafa Nuri ve Viranbağ Gazinosu’nun hatırası canlandırılmalı ve ona sahip çıkılmalıdır. Buradaki kuyular yeniden açılabilir, bağcılık yeniden canlandırabilir ve Ada’nın, eski adı Büyükbağ olan bu güneybatı yamaçlarını eski ihtişamına kavuşturabiliriz.

DT: Üzüm teknesi nasıl bulundu?

MD: Duyarlı Adalılar ve etkili yerel yönetim ile ilgili Adalar’ın kültürel mirasının geliştirilmesi, Adalar Bağcılık Derneğinin kurulması için açık çağrı yapalım buradan. Ve büyük büyükbabam Mustafa Nuri’nin 1938 yılında Viranbağ’da yazdığı ve 1961’de yayınladığı bir şiirini okumak isterim:

Gün

Gülşende gül o dem ki tebessümnisar olur

Bülbül dudaklarından öper şermsar olur

Naz-ü niyaz, an gelir ahengdar olur

Sihr aferin eninlere gül ram-ü yar olur

Bülbül harim-i bûyde sermest-ü buseçin

Aguş-u gülde leb beleb-i Nevbahar olur

Narin, ipek kanatlara zinbar deymesin İncitmesin yazık teni güllerde har olur

Darat-ı halesiyle semalarda mahitap

Ayin-i suru fecre kadar tabdâr olur

Sevda koyunda sevgililer hemserir-i hab

Onlarca tek seherde türen aşk har olur

Vaktaki ufka sırmayağar ebr-i alden

Pür ihtişam tan yeri bir nurzar olur.

Binbir peri uçar gibi engin hayalden

Renk renk şu’lelerle güneş aşikâr olur.

Gül sen şerab-ı şebnem içer gül’izar olur

Bülbül nesim-i supha terennümnisar olur

Gök yerle bir hayata enis-i mesar olur

Günyaver-i neşat-ı yemin-ü yesar olur

Bir aşk varki dilde kemâl inikâsıdır

Bitmez bu dilde gün edebyet karar olur

Her duygu her emel pınarından taşar gelir

Umman-ı cavidana akar cuyübar olur.