Ercan Kesal: "Korkacak bir şey yok ve yalnız değiliz"

-
Aa
+
a
a
a

Açık Radyo 19. Dinleyici Destek Yayınının ikinci gününde Ömer Madra ve Eraslan Sağlam, konukları hekim, oyuncu, yönetmen, yazar Ercan Kesal ile radyodan ve Açık Radyo'dan konuştular.

16. Dinleyici Destek Özel Yayınından Ömer Madra, Eraslan Sağlam ve Ercan Kesal
2019 tarihli 16. Dinleyici Destek Özel Yayınından Ömer Madra, Eraslan Sağlam ve konukları Ercan Kesal

(10 Nisan 2022 tarihinde Açık Radyo’da 19. Dinleyici Destek Projesi sırasında yayınlanmıştır.)

(Bu metin hızlıca hazırlanmış bir ses kaydı deşifresidir, nihai biçiminde olmayabilir.)

Eraslan Sağlam: Evet, Dinleyici Destek Projesi özel yayını devam ediyor. Saat 16:58 şu anda. Fena olmayan bir halde gidiyoruz. Bütün dünyada olup bitenlere karşı burada, en azından radyo etrafında işler, tırnak içinde, tıkırında diyebiliriz. Keyfimiz yerinde ve şu anda son zamanların en büyük moral kaynağı da bu zaten, sizlerle birlikte oluyor olmuşumuz. Benim için yayın bir kat daha heyecanlı. Önceki misafirliğinde de aynı cümleyi kurmuştum ama heyecanım karşısında dinmedi. Bunu bütün yürekliliğimle ve bütün samimiyetimle dile getiriyorum. Bu ikinci karşılaşmamız yayında, heyecanım bir kat daha artmış vaziyette. Ercan Kesal konuğumuz. Hoş geldiniz. 

Ercan Kesal: Hoş bulduk, çok teşekkürler.

Ömer Madra: Merhabalar, hoş geldiniz. Evet, Ercan Kesal, yani hakikaten eskilerin “hezarfen” diye tabir ettikleri, beş ya da on parmağında on marifet olan cinsten. Yani her sanat dalında ve aslında yalnız sanat değil bir de tıp gibi başka bir dalda da -zanaat da demeye dilim varmıyor- ustalığını gösteren çok yönlü bir kişi ve bu yüzden çok mutluyuz sizinle burada, Açık Radyo’nun on dokuzuncu destek programı kapsamında biraz bunları konuşuyor olmaktan. 

EK: Çok teşekkürler abi, ben de çok mutluyum burada olmaktan. Benimki gibilere tıpta “antite” diyorlar ama, onu baştan söyleyeyim. Yani kalıba koyulamayan, klasifiye edilemeyen bazı hastalık gruplarını biz “antite” diye tanımlarız. Galiba ben de yaptığım işlere bakıldığında antite dediğimiz bir gruptayım. 

ÖM: Birim. Yani öyle mi? 

EK: Bence yani ‘unique’ ama bir bir tarafıyla da şaşırtıcı, niye böyle şeylerle uğraşılıyor? Ama ben şimdi şunu keşfettim tabii; asıl olan, bütün yaptığımız, ettiğimiz şeyler, bu sanatla iştigal ettiğimiz şeyler galiba bir tane sanata, hizmete matuf. Yani sadece onu, sanki o sanatı gerçekleştirmek için bir araya getirdiğimiz işler: “Yaşama sanatı”. Yani sinemada olsun, işte oyunculuk, edebiyat, senaryo ve hakikaten, sizin söylediğiniz gibi bir sanat olan, hekimlik sanatı da eninde sonunda yaşama sanatı dediğimiz bir sanatı tamamlamak üzere sanki yaptığım işler. O yüzden birbirinden ayırt etmeden, birbirinin önünü kesmeden, birbirinin ayağına basmadan sürdürmeye çalışıyorum. Birbirini de besliyor doğrusu onlar. Hepsi bir yanındakini tamamlıyor sanki. Radyoya bağlamaya da çalışıyorum bir taraftan; benim yazılarım, yaptığım filmler, yazdığım senaryolar biraz belleğe yaslanan şeylerdir. Sanki böyle bir sandığı karıştırıyorum da içinden bulduklarımı çıkartıyorum veya onları yazıyorum, bir araya getiriyorum, seçiyorum, ayıklıyorum… Baktığımda, bunların içerisinde radyo hakikaten çok önemli bir yerde duruyor. Hayatımda çok önemli bir nesne olarak duruyor; geçmiş hikayelerimde, babamla olan ilişkimde, kasabadan çıkıp hekimlik yapmak üzere üniversiteye gittiğim yıllarla birlikte… Enteresan da bir kuşağın çocuğuyum. Ben 1959 doğumluyum. Bir ayağın bitmekte olan bir şeylerde, öbür ayağım da sanki başlamakta olan bir şeylerde oldu hep. Ne 1949’luyum, 68’ Kuşağıyım ne de 1969’luyum, hani benden sonraki kuşağım. Arada bir şeyim. Bizim kuşağın çocukları biraz böyle; hem radyoyu hayatın merkezine aldık, televizyonu çok geç keşfettik, şimdi de yazgımız bizi böyle internet aleminin ortasına attı yaş itibariyle. Bu arada radyonun unutulmaz şeyleri var tabii hayatımda. Birazdan sohbet ilerledikçe onlardan da bahsedeceğiz. 

ÖM: Büyük bir memnuniyetle dinleyeceğiz burada. Yani biraz önce Bülent Aksoy kendi programını, bize bu dönem için, özel olarak bu günler için tahsis etti diyelim, ama bırakırken, radyoyu tarif ederken, Açık Radyo’yu tarif ederken “68 Kuşağıyla başladı, çoğunluktaydı onlar bundan yirmi beş, yirmi yedi sene önce başladığımızda. Ama şimdi de yeni nesle devrettiler.” diyordu. Yani hakikaten de düşününce bir yandan da bu iklim meseleleriyle filan Z Kuşağı diye, işte iklim aktivistlerinin dünyada ya var olmak ya da yok olmanın eşiğinde, büyük bir mücadele verdikleri nesli de takip etmeye çalışıyoruz. Böyle tam bir gelişim çizdiniz siz de söylediğiniz gibi, siz de tam ara kuşak… İşte, çok ilginç.

"Çocukluğumdaki o radyoya ne kadar inanıyorsam Açık Radyo’nun seslerine de en az o kadar inanıyorum"

EK: Ama ben şunu biliyorum tabii; Avanosluyum ben, Avanos'ta doğdum. Kapadokya'daki küçük bir kasaba. Üç tane büyük kahvesi vardı; önce Çarşı Mahallesi'ndeki kahvede, sonra Orta Mahalle'de, sonra Aşağı Mahalle'de galiba, o kahvelere birer tane radyo alınmıştı. Radyolar dışarıdaki bir direğe, hoparlöre bağlı olurdu. Ajans zamanı radyoyu bütün kasaba hoparlörden dinlerdi. Şimdi o dönemki radyoya biçtiğimiz kıymet, oradan gelen lafzın gerçekliği üzerineydi. Yani biz ona inanırdık. Radyo bir şey söylemiş size. Modern zamanlar birçok şeyi değiştirdi, alt üst etti ama Açık Radyo, benim Avanos'taki Orta Mahalle'deki kahveden kabloyla dışarıdaki hoparlöre uzatılan sözlerdeki gerçekliği bana yeniden hatırlatan, aynı inancın sürmesini sağlayan bir radyo. Ben çocukluğumdaki o radyoya ne kadar inanıyorsam, o ajansa, o gerçekliğe; ona nasıl bağlanmışsam, şimdi sizin kanalınızdan duyduğum Açık Radyo’nun seslerine de en az o kadar inanıyorum. Bu çok kıymetli bir şey. Hâlâ inanacak şeyleri saklayabilmiş olmak ve onları özenle korumak çok önemli. Belki de bu yüzden ısrarla, hakikaten ömrü uzun olsun dileğinden başka bir şey gelmiyor Açık Radyo dendiğinde akla.

ÖM: Evet, bunu söylemeniz çok etkileyici, iyi oldu. Sabahleyin, daha önce de konuştuğumuz bir şeydi; UNESCO'nun, Birleşmiş Milletler'in kültür organı diyebileceğimiz kuruluşun radyo günü dolayısıyla yaptığı açıklamada da medya olarak baktıklarında inandırıcılığın giderek ortadan kaybolduğu, gazetelerin, televizyonların ve hatta bu yeni medyanın, internet medyası, sosyal medya diye adlandırılan şeylerin de arasında bütün eskiliğine, en eski mecralardan biri olmasına rağmen, radyonun inandırıcılığını korumakta olduğunu söylüyordu. Biz de kendimizi, doğrusunu isterseniz bu şekilde -bilmiyorum Eraslan da herhalde katılıyordur- konumlandırıyoruz. Gerçek şeyi duyurabilmek, olup biteni, özellikle de Ukrayna'da yaşanan, yaşanmakta olan faciada… Yani analarıyla, babalarıyla, anneanneleriyle, neneleriyle, dedeleriyle katiyen aynı gerçeklik üzerinde anlaşamayan insanlar, “Ben savaşın içindeyim, ölüyoruz anne, baba, dede, nene” diyor, “Yok, öyle bir şey yok, savaş da yok, hiçbir şey yok, ben görmedim televizyonda” diyen insanların bulunduğu, olmayan bir gerçeklik dünyasında biz de böyle, sizin de dediğiniz gibi işte inandırıcılıkta, sizin de dediğiniz gibi ta Avanos'taki radyoların inandırıcılığına sahip olmaya çalışıyoruz. Çok iyi oldu bunu söylediğiniz yani.

ES: Buna belki şöyle bir ekim olabilir; Ercan bey'in Açık Radyo’daki varlığı da gerçekten, yani söyleşinin başındaki heyecanım bir iltifat olsun diye söylediğim bir şey değildi, benim de hakiki duygumdu, Ercan Bey'in bende bu kadar heyecan yaratması, daha doğrusu Açık Radyo’daki varlığı, buraya geliyor olmasının bende heyecan yaratıyor olmasının nedeni de benzer bir neden aslında. Yani hayatta bütün bu kültür, sanat, edebiyat ve bilim-akademia keşmekeşinin içinde, bütün bunlarda ürün verirken ve ürün verdiğiniz her alanda hakiki bir yerde duruyor olmanız ve bu hakikat, tırnak içinde, usanmadan hakikat tellallığını yapıyor olmanız yaptığınız her şeyde -yani yazdığınızda, çizdiğinize, söylediğinizde- asıl cazibe noktanız benim için burada başlıyor. Tıpkı radyodaki, Avanos'taki radyodaki hakikilik gibi, durduğunuz yerin her anlamda hakiki olması itibariyle bu heyecana sebep oluyorsunuz bende. 

EK: Bu benim biraz önce sözünü ettiğim antropoloji doktora tezimin derdiyle de çok örtüşüyor. Orada da kurmaca ve gerçeklik meselelerini oyuncusu, senaristi ve yönetmeni olduğum filmler üzerinden bir parça tartışmaya çalışıyorum. Modern hayatın bize dayattığı bu tuhaf verili koşulların bize sürekli olarak “İşte bu, gerçeklik bu. Bundan başka bir gerçeklik de yok” denilen şeyin aslında sıradan bir kurmaca olduğu ama bizim kendi sanatsal uğraşlarımızdaki kurmaca diye çok da fazla -hani ne derler- kıymet verilmeyecek bir şeyle, algıyla sunulan işlerin de en az ve daha fazla ve gerçekten asıl hakikatin ve gerçekliğin orada yattığını tartışan bir tez çalışması içindeyim. Bir parça kendi öznesi olduğum işler olduğu için, Bir Zamanlar Anadolu'da ve Nasipse Adayız filmlerindeki kahramanlar, bizatihi yaşadığım hikayelerden esinlenen senaryolar olduğu için enteresan şeyler yaşıyorum doğrusu. Bir şeyin hem öznesi olmak hem onun tekrar, yeniden kurmacasını çıkartmak, yani icat etmek, senaryosunu yazmak, sonra onu oynamak, çekmek, onu tekrar, yeniden kurgulamak bana hakikaten bu kurmaca bir gerçeklik meselelerine farklı bir zaviyeden bakabilme refleksi de kazandırdı. Bundan çok hoşnutum doğrusu. 

ÖM: Evet, yani estetik ve sanatın hayattaki -yalnız edebiyat da değil tabii- bu sinema gibi, özellikle estetik alanda da son derece önem taşıyan bir alanda hem senarist olarak hem yönetmen olarak yer almanız filan çok hayat kurtarıcı ve hayat üzerinde rahat, nispeten tahammül edilebilir bir şekilde yol alıcı bir şey olduğunu düşünüyorum. Bunu da radyoya bir şekilde bağlayacağım her zaman yapmaya çalıştığım gibi; yani en temel meselelerden bir tanesi etik. Hiç şüphesiz, yani altın kural, kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkalarına yapma gibi etik, altın kural olduğu gibi bir de işin estetik yönü var ve ikisi bir arada hayati önem taşıyor bence. Ben bunu değerli dostumuz Oruç Aruoba'ya, benim çok eski bir arkadaşım, onunla radyoda program yapması içi hiç dil dökmeme de lüzum kalmadı, hemen geldi yaptı tabii ve bir arada bu Felsefe Dedikoduları içinde, “etik-estetik bütünlüğü üzerine bize program yapar mısın?”, dedim. O kendine özgü tipik, dobra üslubuyla “Yok artık, çüş!” filan dedi, “Bunu yapamam” dedi, tipik bir şeydi. Ama bu dediğimizi bir başka dostumuz Hrant Dink -programcılarımızdan biri- bu on yedi sene önce başladığımız şeyde, dinleyici destek günlerinin ilk, birinci gününde -telefonla katıldı maalesef çünkü o anda bir işi çıkmıştı- “Sizin için Açık Radyo nedir?” diye sorduğumuzda -arkadaşımız Şerif Eroğlu programda sordu- “Açık Radyo benim için, belki bir cümleyle şöyle söyleyeyim…” demişti, “Türkiye'nin yozlaşmış entelektüel performansının daha önce kendini koruyabilmiş, kendini estetize edebilmiş, kendini bir köşede yoğunlaştırabilmiş yegane sığınağıdır, yegane savunma alanıdır.” demişti. Duyduğum en güzel laflardan biriydi hiç şüphesiz. Bunlara layık olmaya çalışarak yürütüyoruz. Onun için de bunları konuşuyor olmak bana çok mutluluk veriyor doğrusu.

ES: Ercan bey bir hazırlıkla, bir müzik hazırlığıyla geldiniz. İlk ne dinletmemizi istersiniz? 

EK: Türkücü olduğumu bilirsiniz artık benim. Giderek yaşlandıkça daha da arttı sanki o konudaki tercihlerim. Nida Ateş’ten bir türkü seçtim. Nida arkadaşımızdır da. Bence iyi şeyler yapıyor ve yapmaya devam ediyor. Ondan bir türkü dinleyeceğiz.

ES: “Ben Derdimi Söyleyemem”.

EK: Evet. 

ES: Tamam, çok güzel. Dinleyici Destek Projesi özel yayını, canlı yayını devam ediyor. Saat 17.13, Ercan Kesal konuğumuz. Onun getirdiği çalma listesinden bir türküyle devam edeceğiz. Nida Ateş’ten ‘Ben Derdimi Söyleyemem’i dinletirken lütfen radyoyu ihmal etmeyin, 76 desteğe ulaştık, 88’e az bir şey kaldı, 12 destek kaldı. Lütfen bu arada kulağınız bizleyken eliniz klavyede olsun ve acikradyo.com.tr üzerinden “Destek olun” düğmesine lütfen tıklayın.

Açık Radyo: "Deniz feneri gibi ses çıkartan, bize yol gösteren, bize cesaret veren, içimizi rahatlatan bir şey"

Evet, Dinleyici Destek Projesi özel yayını devam ediyor, canlı yayındayız. Şu anda saatimiz 17.17 ve 77 desteğe ulaştık, çok teşekkür ederiz. 88’e pek bir şey kalmadı. Ercan Kesal’la söyleşimiz devam ediyor. Ercan Kesal'ın getirmiş olduğu bir türküyle ara verdik, onu dinlettik. “Ben derdimi söyleyemem, dilim yaralı”, Nida Ateş türküsünü dinlettik size ve devam ediyoruz. 

ÖM: Evet, konu estetikti. Ben bir şey daha ilave edeyim izninizle, biraz önce “antite” diye tanımladı kendisini Ercan bey, Ercan Kesal. Yani “kendine özgü bir birim”, her yönü, hayatın her yönünü kapsayan bir şey diye anlıyorum, anlama eğilimindeyim. Bana sorarsanız, mesela biraz önce sözünü ettiğimiz dostumuz, programcımız müteveffa ve muhalif Hrant Dink -ebedi muhaliflerden, muhalif entelektüel diyelim- aynı konuşmada, zaten bu işi ilk başladığımızda bitirmiş. Şimdi, sonradan dönüp bakıyorum; bütün her şeyi anlatmış zaten 2004 senesinde. Yani diyor ki “Ben buradan dinleyicilerinize biraz seslenmek istiyorum” diyor Hrant Dink, Açık Radyo’nun bu girişimi açısından, ilk dinleyici destek projesi açısından, “Bence Açık Radyo’nun ne olup ne olmadığını her şeyden iyi anlamak gerekiyor ki ona sahip çıkılsın. O bilince sahip çıkmak gerekiyor.” diyor. “Çünkü bilinç olmadan bir şeye sahip çıkmak imkansız bir şey” diyor. “Benim şahsımda, benim karakterimde yarattığım o bilinç, dediğim gibi şu; bizim bir tür entelektüel ihtiyaçlarımızın, entelektüel hatta estetiksel…” yani sanatı da kastediyor. Estetikle ne alakası var diyebilirsiniz ki sesi dinlemenin, radyonun ne ilgisi var diyebilirsiniz, “Bence var” diyor, “estetik bir yanı da var bunun” diyor. “Entelektüel estetizmin bir miktarda yoğunlaşabildiği, korunabildiği, savunulabildiği, kalitenin korunabildiği, sunulabildiği yegane alan gibi geliyor bana. İnşallah diğer radyolar da size benzer” demiş. Bizim de zaten ilk şeyimizde, kurucu ortaklara rahmetli Abidin Dino'nun yaptığı bir eserden hepsine imzalı bir kopya yapmıştık, arkasında da “Destek verdiğimiz böyle bir girişimin, ortak olduğumuz bir şeyin diğer radyolarda da örnek olması dileğiyle” diye bir şey yapmıştık. Yani her şey tamamlanıyor. Ne dersiniz?

EK: Baştan sona katılıyorum abi. Belki de devam edeyim mi buradan bilmiyorum, şeyle ilgili, hani radyo ve kendimle ilgili bölük pörçük de olsa bazı anıları paylaşayım.

ÖM: Lütfen, çok memnun oluruz. 

EK: Şöyle, 1959 doğumlu olduğunu söylemiştim ve hakikaten bir çiftçi ailenin, daha sonra esnaflık yapan bir ailenin de en küçük çocuğu olarak doğdum ve büyüdüm. Küçük bir kasabada doğdum, büyüdüm ve daha sonra hekim olarak da hep Anadolu'da kasabalarda çalıştım. Onların bir arkadaşı, bir çocuğu, bir yeğeni olarak çıktığım topraklara gerisin geri hekim olarak döndüm. Çocukluğumda hatırladığım, evin en önemli aleti radyoydu. Phillips marka bir radyomuz vardı ve işte onu babam açardı. Sanki ailede o radyonun açılış hakkı ona verilmişti. Bir süre beklerdik, tabii o ısınıyordu galiba. Bir süre o ışık yanıyordu ama bir süre böyle bir bekliyorduk. Benim babaannem -ailenin temel omurgası gibiydi- rahmetli ebem, son dört-beş yılını alzheimer olarak yaşadı. Sanki alzheimera adım attığı dönemler miydi, tam hatırlamıyorum, böyle çok sevdiği -bunu paylaşmış olabilirim yine Açık Radyo’da- bir türkü, çok güzel bir şarkı filan çıkınca “Yavrum şunu kapatın da akşam Mevlüt geldiğinde dinlesin” derdi. Radyo kapatılınca radyonun bekleyeceğini zannederdi rahmetli. Benim tabii radyonun hayatımda, böyle kendi hikayelerimizde çok kıymetli şeyleri var, döndüğü yerler var. Mesela 12 Eylül’de -tatil miydi neydi, kaçak mıydım, göçek miydim, thatırlamıyorum- Avanos'ta evdeyim ve uyuyorum. 12 Eylül bir de benim doğum günümdür. Sabah erken saatte radyoyu babamın açtığını ve beni uyandırıp “Hadi bakalım ihtilal oldu, ne yapacaksınız bundan sonra?” dediğini hatırlıyorum. Yani biraz da böyle serzenişli bir şey, bu kadar patırtı gürültünün içindeydiniz, bakalım şimdi ne yapacaksınız diye… Mesela 12 Eylül'ün bendeki şeyi hakikaten Evren’in Phillips radyomuzdaki konuşmasıdır. Televizyondan önce sanki radyodan aldığım bir haberdi. Buradan şuraya geçmek isterim; bir not almışım 1989 yılından, Polonyalı yönetmen Kieslowski’nin, o dönemin Polonya'sına dair kurduğu birkaç cümle var, diyor ki “Kimsenin kimseye yardım etmeyi düşünmediği soğuk, gri ve insanın içine ümitsizlik veren kederli bir Polonya'ydı” ve o yıllardan başlayan bir senaryo çalışması var, Dekalog’ların çıktığı atmosfer olarak Varşova'nın bu o döneminin canlandırıldığı on filmlik bir seridir biliyorsunuz Dekalog’lar. Ve sonra devam eder; yani çok zahmetli bir film süreci, çok zahmetli bir dönem, bütün bunları niye yaptığını düşünür, bütün bunlarla neden hemhal olduğunu, niye bunlara katlandığını filan sorar kendi kendine. Bir filmin bitişinde bir anneyle kız gelir yanına ve kız der ki -galiba Veronika filminden sonra- “Ben bu filmden sonra uzun zamandır görüşmediğim annemle konuştum, buluştum, onu aradım ve bundan sonra onunla geçmişteki hatalarımızı tekrarlamamak ve daha iyi şeyleri yaşamak üzerine bir şeyler paylaştım. Buna sizin filminiz sebep oldu.” der. Ve benim çok hoşuma giden Kieslowski’nin şu yaklaşımı, hakikaten benim üretimlerime de sanki hep ışık tuttu. “Bütün bu çaba, bütün bu zahmet, bütün bu keder, başımıza gelen şeyler, katlanmak zorunda olduğum şeyler, aslında şu kızın bana gelip bunları söylemesiyle sanki böyle gerçekliğe kavuştu ve evet, iyi ki yapmışım bunları, iyi ki bunlarla uğraşmışım.  Sadece bunun için bile değer. Yani bu kızın gelip bana bunları söylemiş olması bile benim bu kadar zahmetime değer” diye tarif eder oradaki duygusunu. Benzer şeyleri düşünüyorum doğrusu. Yani modern dünyanın bu kadar parçalayıcı, yok edici, yalnız bırakıcı ve çaresizlik içerisinde sanki hiçbir şeyi değiştirmeye gücümüzün yetmeyeceği duygusunun sürekli empoze edildiği bir çağda birbirimize cesaret vermekten, birbirimizle buluşmaktan, birbirimizden haberdar olmaktan başka hiçbir şansımız yok. Açık Radyo bunu yapıyor. Açık Radyo bu işe yarıyor. Açık Radyo bize cesaret bulaştırıyor, çünkü bulaşıcı bir şey o, ben onun ne olduğunu biliyorum. Ve yalnız olmadığımızı fark ettiriyor bize. Bu çok kıymetli bir şey. Giderek, hakikaten atomize olduğumuz bir dünyada sanki bulunduğu yerden, böyle bir deniz feneri gibi ses çıkartan, bize yol gösteren, bize cesaret veren, içimizi rahatlatan bir şey. Eskilerden hatırladığım bir şey ve evet, bunu sürdürebiliyor Açık Radyo. Bu yüzden buradayız galiba ve bunları konuşmaya devam ediyoruz. Bu cesareti paylaşmak için buradayız. Bir kez daha “Evet, korkacak bir şey yok ve yalnız değiliz” demek için buradayız.

ÖM: Harika, yani inanılmaz güzellikte sözler. Ben de tamamen siz söyledikçe, “ha, ben de böyle düşünüyormuşum” diye düşünüyorum, içimden geliyor. Yani çok şey var; bir dinleyicimiz de harika bir mektup yazmıştı ve “Paylaştıkça çoğalırız” diye bir notla desteğini verdiği bir mektup yazmıştı. Aynı şey, yani Hrant Dink'e son bir kez daha döneyim, “Yoğunlaşabildiği, korunabildiği, savunulabildiği ve kalitenin de korunabildiği yegane alan gibi geliyor burası. İnşallah diğer radyolar da size benzer” demesi de, bunların çoğalmasıyla ancak kötülüklere sahtekarlıklara karşı geniş, güçlü bir savunma alanı yapabiliriz diye… Yani bütün çabamız öyle geliyor bana. Rahmetli Hrantı buradan bir kez daha anmış olayım böylece.

ES: Evet, benim için de konuşulanlarda en… Tamam, çok kıymetliydi ama en cesaret verici ve beni en harekete geçirici cümle Ercan bey'in son cümlesi oldu. Bunu bütün radyo hayatımıza ve radyonun dışındaki hayatımıza da yaymamız çok mümkün. Korkacak bir şey yok. Aslında her şeyi toparlayıcı bir cümle. Bir şey daha dinleyelim.

ÖM: Evet. 

EK: Mikail Aslan'ı çok severim. Bir ayağı Almanya'da, bir ayağı Türkiye'de olan bir kardeşimiz. Kendi dilinde bir türküyle Açık Radyo’da olsun bakalım. 

ES: Evet, lütfen desteğinizi ihmal etmeyin. İyi gidiyoruz, 80 olduk bile. Mikail Aslan dinlerken lütfen bir elinizde klavyenizde olsun acikradyo.com.tr, destek olun!