Yüzleşme ve rehabilitasyon

Editörden
-
Aa
+
a
a
a

Dostumuz Cem Madra'nın anısına, 10 Nisan 2010'da Taraf gazetesinde yayımlanan yazısını paylaşıyoruz.

Cem Madra

Tarihin hızlandığı dönemlerden birine tanıklık ettiğimize kuşku yok. Kuyruklu yıldız gibi, herkese nasip olmaz. Gözümüzün önünde, ayaklarımızın altında, içine doğup büyüdüğümüz asırlık koca bir rejim bütün kurumları ve ideolojisiyle çatırdıyor. T.C. temellerinden sarsılıyor. Toplum deri değiştiriyor, bu arada da geçmişi ve geleceğiyle yeniden şekilleniyor. Bazılarımız için “Vatan-Millet elden gidiyor” ve bu da “dünyanın sonu” gibi dehşet verici bir durum.

Bazılarımız için ise nihayet “güneş doğuyor”; barış, demokrasi ve özgürlük umutları yeşeriyor. İki tarafta da samimi olanlar var elbet ve toplumca bu süreçte derinden etkileniyoruz. Ülkenin üzerindeki ölü toprağının yavaş yavaş kalkmaya başladığını görüp sevinenler için de bu böyle. Zira hiç güneş görmemiş gözler ve kafalar fena halde kamaşabilir.

Nitekim, karanlık dağıldıkça, yıkıntıların altından “hortlaklar”, “tarih öncesi köpekler”, akla hayale gelmeyecek canavarlar çıkıyor meydana. Tarih ve gerçekler birbir dökülüyor ortaya, buz gibi. Mesela, vatanı düşmandan kurtarıp, Cumhuriyet'i kuran Ulu Önder’imizin anlayış, amaç ve yöntemlerinin çağdaşı diğer Avrupalı diktatörlerden aslında pek de farklı olmadığını keşfediyoruz hayretle.

Kurduğu devletin de yapısı ve ideolojisiyle diğer otoriter (hatta totaliter) devletlere ne kadar benzeşebildiğine şaşıp kalıyoruz. Cumhuriyet öncesi ve sonrası, son yüz yıllık tarihimizin baştan aşağı tedipler, tenkiller, tehcirler, katliamlar, pogromlar, etnik temizlikler ve hatta soykırımlarla dolu olduğunu öğreniyoruz dehşetle. Bazılarının anlamlarını bile sözlükten arayıp bulmak durumunda kaldığımız bu “şeylerin” hepsi, bütün evrensel kıstaslara göre ya “savaş suçu” ya “insanlık suçu” ya da ikisi birden.

Ve bütün bu “yüz kızartıcı suçlar”, başka bir diyarda, başkaları tarafından işlenmiş değil; kendi ülkemizde, bizzat bizim devletimiz tarafından gerçekleştirilmiş. Ama bu hortlaklar içinde belki de en kan dondurucusu birçoğumuzun bütün bunları yeni keşfediyor veya tekrar keşfediyor olması.

“Bilmiyorduk… haberimiz yoktu… unutmuştuk…” diyordu savaş ertesinde “masum” Alman halkının büyük bir kısmı, “peki bütün bunlar olurken siz neredeydiniz?” diye soranlara. Artık demiyorlar.

Soykırım, etnik temizlik gibi kitlesel ölçekte “çözümlerin” ancak aynı boyutta kitlesel bir yapılanmayla, öyle ya da böyle, tüm toplumu içine alan, kapsayıcı – totaliter- bir örgütlenmeyle mümkün olabileceğini gayet iyi biliyor. Almanlar, belki de yenildikleri için, Nazi döneminde kolektif bir suç işlendiğini, böylesi bir rejimde soluk alıp vermeyi başarabilen kimsenin de tamamen masum olamayacağını kabul ediyorlar artık. Ve nihayet anlamaya çalışıyorlar: Bütün bunlar nasıl olabildi?

Biz yenilmedik, aynı rejimle bugünlere kadar geldik. Ve şimdi bu rejim yıkılıyor, içerden, kendiliğinden, tıpkı Doğu bloğundakiler gibi, muhtemelen miadını doldurduğu, inandırıcılığını kaybettiği için. Bir devir kapanıyor, beraberinde o kaçınılmaz, melun soruyla: “Peki bütün bunlar olurken biz neredeydik?” Burada söz konusu olan “Biz”, o “tarih öncesi” vahşetlere tanık olmuş ve susmuş atalarımız değil sadece, maalesef.

Şu son 30 yılda, ülkemizde artık herkesin kabul ettiği bir iç savaşta on binlerce kişi öldürülüp, yüzbinlercesi de zindanlarda çürürken, köyler yakılıp, kafalar, kulaklar kesilirken ve “leşler” televizyonlarda günbegün teşhir edilirken biz neredeydik hakikaten? Nasıl yaşıyor, neler düşünüp, neler konuşuyorduk?

Kürt milletvekilleri Leyla Zana ve arkadaşlarının, kendi dillerinde konuştular diye TBMM’den yaka paça sürüklenerek götürülüşlerini izlerken babamla aramda geçen bir konuşmayı hatırlıyorum: “-Baba, peki şimdi ne olacak?“ "-Hiç.” “-Neden?” “-Çünkü onlar Kürt.” Babam, 70’lerde devrimciliklikten hapis yatmış ve işkence görmüş kuşaktandı, bense genç, cahil ve korkak.

Sonuçta babam haklıydı, hiçbir şey olmadı, savaş ve dehşet bugüne kadar devam etti. Pek yakında, oğlum da bana soracak: “Baba, senin gençliğinde Türkiye’de savaş mı vardı? Kime karşı? Niye?…” Eğer o gün babam kadar dürüst olmayı başarabilirsem, cevabım da aynı olacak: “Evet, çünkü onlar Kürt’tü ve biz de kahraman değildik”.

Bu cevap, zamanında bana yettiği gibi onu da susturmaya yetecek mi bilemiyorum ama artık bana yetmediği kesin. Şimdi daha cesur olduğum için değil elbette, meselenin salt korkuyla açıklanamayacağını sezinlediğim için.

Bir yol ayrımındayız. Ya, geçenlerde Türkiye’nin en büyük gazetesi, “Türkiye Türklerindir”, Hürriyet ’e manşet olan gurbetçi çocuk gibi yapacağız: Ermeni soykırımıyla ilgili bir yazı yazması istendiğinde, “Böyle bir şey olmamıştır, olduysa da hak etmişlerdir.” diyeceğiz ya da yüzleşeceğiz. Yüzleşmek, kendimizle ve gerçeklerle (tekrar) temasa geçmemiz demek. Bu hiç de kolay bir şey değil.

İlkokulda Andımız'ı okurken neler hissettiğimi hatırlamıyorum ama eminim, iyi bir öğrenci olduğum için sesim gür ve bakışlarım doğruydu, tıpkı Kuzey Kore’li kardeşlerim gibi.

Atatürk’ü seviyordum. Sevmemem için bir neden yoktu; okulda ve evde onun hakkında kötü bir şey duymamıştım. Sonraları, Deniz Gezmiş’in de onu sevdiğini duydum ve hiç şaşırmadım.

Bu ülkede “başkalarının” da yaşadığını yurtdışında, üniversite yıllarında keşfettim. Hakkârili Hasan, telefonda annesiyle başka bir dilde konuşuyordu çünkü annesi Türkçe bilmiyordu, Hasan da dilimizi ilkokulda öğrenmişti. Aleviler, Ermeniler, Süryaniler, vs. de folklorumuzun sempatik ögeleriydi sadece.

Peki bu nasıl mümkün olabildi? Böylesine bir garabeti sırf benim kişisel cehaletim ve basiretsizliğimle açıklamak mümkün mü? Olmayan hafızamı zorluyorum bütün gücümle: 10 yıl öncesine kadar, şimdi ortalığa saçılan, üzerinde yazılıp tartışılmaya başlanan bu can alıcı konuların hangisi konuşuluyordu çevremde?

Bazı marjinal gruplar, İsmail Beşikçi, Taner Akçam gibi “marjinal” figürler dışında, 10 yıl öncesine kadar kaç Türk aydını samimi olarak “Kürt sorununu”, “Ermeni meselesini”, dolayısıyla da genel olarak rejimi ve tarihimizi sorguluyordu?

Şimdilerde en özgürlükçü, en demokrat, en antikemalist söylemleri dile getirenlerden, gençlik ateşiyle yapılmış ve bedeli çoktan ödenmiş birtakım saf, temiz yaramazlık dışında, hiçbir gerçek özeleştiri işitmedim bugüne kadar.

Sakın yanlış anlaşılmasın, burada amaç günah çıkarmak veya birileriyle hesaplaşmak değil kesinlikle (ki bunlar da gerekli olabilir).

Yüz yıllık kolektif bir cinnetten uyanmak, iyileşmek, normalleşmek için her şeyden önce anlamak, açıklamaya çalışmak zorundayız. Bunun yolunun da, Murat Belge’nin tabiriyle, kendimize daha sevimli bir gerçeklik, daha hoş bir kişisel tarih ve kimlik yaratarak, her daim en doğru tarafta yer aldığımıza inan(dır)makla olamayacağı aşikâr.

Örneğin, 2007 yılında İstanbul’da sokak ortasında öldürülen Ermeni gazeteci-yazar Hrant Dink’ten bahsederken, sanki onun ve savunduğu davanın kırk yıllık yoldaşıymışız gibi, kendisinden ilk adıyla, “Hrant” diye söz etmek, hiçbirimizi “kurtarmaz”.

Yüzleşmekten başka çare yok. Bunu başarmak için muhtaç olduğumuz kudretin hangi damarda bulunabileceğini de bize gene Hrant Dink gösteriyor.

Ermenilerl'e Türkler'in birbirinin yegâne ilacı olduğunu söylediği o ünlü konuşmasında, soydaşlarına hitaben aynen şöyle diyor: “Türkler’in hayır bu bir soykırım değildir sözünün üzerinde bir onur görmeye çalışın; bir onurlu duruş bulmaya çalışın. Nedir o onurlu duruş? Bir Türk olarak ben soykırıma karşıyım, ırkçılığa karşıyım. […]

Nasıl ya, benim atalarım böyle bir şey yapmaz çünkü ben yapmam! Dolayısıyla burada bir onurlu duruş vardır.”

Eğer Hrant Dink’in sözleri doğruysa, hâlâ bir ar damarımız kaldıysa ve yüzümüz kızarabiliyorsa, yüzleşecek bir yüzümüz de var demektir.

“Hrant” ve Ermeniler işte bize bu şansı veriyor, herkese nasip olmaz. Öyleyse bu şansı kullanmalıyız. Kendi selâmetimiz için gerçeklerle yüzleşmeye başlamalıyız artık, ama öyle yalancıktan, ürkekçe değil; kadim Anadolu’nun has evlatları Seyit Rıza’lar, Hrant Dink'ler gibi, dürüstçe, mertçe.

Yoksa nasıl barışabiliriz ki kendimizle de, babalarımızla da ve de tabii, gerçeklerle?