"Ekonomide kaybeden seçimleri de kaybeder"

Ekonomi Politik
-
Aa
+
a
a
a

Ekonomi Politik gündeminde Türkiye'deki enflasyon krizi ve seçimlere muhtemel yansımaları ile İzmir Aliağa'daki gemi söküm tesislerine 900 ton zehirli asbest gazıyla geleceği iddiasında bulunulan Brezilya'ya ait Sao Paulo uçak gemisi vardı.

Türkiye Tarım Kooperatifi mağazası önünde kuyruk
Ekonomi Politik: 18 Temmuz 2022
 

Ekonomi Politik: 18 Temmuz 2022

podcast servisi: iTunes / RSS

(18 Temmuz 2022 tarihinde Açık Radyo’da Ekonomi Politik programında yayınlanmıştır.)

(Bu metin hızlıca hazırlanmış bir ses kaydı deşifresidir, nihai biçiminde olmayabilir.)

Ömer Madra: Günaydın Ali Bey, merhabalar.

Ali Bilge: Merhaba Ömer bey, merhaba Özdeş.

Özdeş Özbay: Günaydın.

AB: Merhaba Robi. Herkese iyi haftalar, günaydın.

ÖM: Bu arada da geçmiş olsun size.

ÖÖ: Evet, geçmiş olsun.

AB: Teşekkürler. İkinci defa Covid’e yakalandım. Zaten son programda HDP kongresini konuşmuştuk, HDP kongresini izlemiştim, yakalanabilirim demiştim. Nitekim kaçmadı, yakalandım. Etrafımızda ciddi bir şekilde yaygın olduğunu hepimiz gözlemliyoruz, biliyoruz. İkinci kez, tüm aşılarıma rağmen bunu yaşıyorum ve şunu söylemeliyim; ben de çok ciddi, ağır bir etkisi oldu, özellikle güçsüz, halsiz bırakması, bitkin bırakması yönüyle, bugüne kadar böyle bir şey yaşamadım. Değişik semptomlar oluyor, bu virüs kılık değiştirerek insana geliyor gördüğüm kadarıyla. Ortak noktalar var, ancak farklı şeyler var; pandemi ile mücadelede başıboşluğun, önemsemenin karşılığı ortaya çıkıyor. Korunmamıza rağmen, maskeli olmamıza rağmen yaşıyoruz bunu.

ÖM: Evet, maske, mesafe meseleleri çok büyük önem taşıyor. Resmi makamlardan yeterli açıklama gelmiyor maalesef.

AB: Yeniden maske uygulaması başlayacağına dair bir haber, bir şey geçti gözümün önünden ama.

ÖM: Ben de aynı şeyi gördüm, haberin devamına baktım ve resmen kesinleştirildiğine dair bir şey göremedim.

AB: Gerçekten boyutları çok arttı ve istatistiklere bile girmiyorsunuz. Maalesef dünyada da böyle, Türkiye'de de böyle. Dikkat, aman dikkat diyelim.

Bugün de yine biraz ortaya karışık olacak. Covid’e rağmen, geçen süre içerisinde memleketi ve dünyayı izlemeye çalıştım elbette, ama hakim olan sorunlu durum ekonomideki gidişat. Bıraktığımız yerden devam edersek, Türkiye ekonomisinin seçimlere kadar olan sürede temerrütte düşüp düşmeyeceği, dış borçlarını ödeyip ödeyemeyeceği, borçlarını döndürüp döndüremeyeceği yine başat konu olarak karşımızda duruyor. Hep bir programı tümüyle sermaye kontrolleri mevzusuna ayıralım bu konuya eğilelim diyorum ama parça parça hep son programlarda değiniyoruz. Sermaye kontrolleri meselesi, dış borçların vaziyeti, Türkiye’nin dış piyasalardaki durumu, iktisatçıların gündeme getirdiği, epeydir tartıştığımız bir konu.

Yayın yapmadığımız dönemde de sermaye kontrolleri yine önemli bir başlık olarak gündeme gelmeye devam etti. Geçen on günlük sürede sermaye kontrolleri tartışılan konuların başında oldu. Türkiye çok ciddi borç ödemeleri olan ve cari açığını finanse etmekte zorlanan bir ülke durumunda, bu nedenle de risk primi denilen o temerrüt faizi çok yükseldi, dokuz yüzlere geldi. CDS’leri dokuz yüzlerde olan zaten dört-beş ülke var dünyada. Bunlar iflas bayrağı çekmiş ülkeler. Hani geçmiş dönemlerde hatırlarsınız “yetmiş sente muhtaç olmak” ile vurgulanan bir durum vardı, bir durum tespiti, bir slogandı. O zaman kapalı ekonomideydik, sermaye hareketleri serbest değildi; döviz kuru, faizi piyasada belirlenen bir ülke değildik. Ve çok sınırlı bir ihracatı olan bir ülkeydik. O yıllarda, 70’li yıllarda da iflas ettik; Paris Kulübü'ne gidildi, Paris Kulübü bir anlamada ülkelerin moratoryumunu ilan ederdi ve duruma göre bir paket hazırlardı, oradan IMF’ye, Uluslararası Para Fonu’na gidilirdi ki o zaman da çok katı bir kuruluştu, bugün sermaye kontrollerini savunan bir IMF'yle karşı karşıyayız. Neyse, sonuçta kırk yıldır içinde bulunduğumuz uluslararası finansal sisteme olan entegrasyonun bir sonucu olarak yaşanan krizlerin birini daha yaşıyoruz, ama bu krizde özellikle Türkiye'nin akıl dışı uygulamaları, politikasızlığı ekonomik krizin büyük bir katalizör unsuru olarak karşımıza çıkıyor. Katalizör de faiz; bütün ülkeler faizlerini yükseltirken Türkiye faizlerini düşürdü ve sabitledi. Dünyada eşi benzeri bulunmayan bir durum.

"G20 Liderler Zirvesi’ne kadar Türkiye'nin yaşamını idame etmesi çok zor"

Döviz kıtlığı içerisinde kıvranıyoruz. Bu nedenle iktidar, ihracatçıların dövizlerinin yüzde kırkına el koydu. İhracatçı da Türkiye'nin ayakta kalabilmesi için ithalat yapmadan ihracat yapamıyor. Hem ihracat yapması için gerekli ithalata hem de ihtiyacı olan temel girdileri alabilmesi için, enerji ithalatını yapabilmesi için, ekonominin ihtiyacı olan diğer temel ithalat kalemlerini gerçekleştirmek için dövize ihtiyacı var. Bu döviz de kıt. İktidarın eli rahatlasın diye ihracatçının dövizine el konuldu. KKM denilen, kur korumalı mevduatla bir nefes alınmaya çalışıldı. Ancak onun da sonuna gelindi, çünkü oradan çıkan insanlar dövize yöneliyorlar.

Şirketlerin, Merkez Bankası'nın, Hazine’nin, bankaların döndürmeleri gereken, yeniden borçlanmaları gereken borçları bulunuyor. Ancak sizin faiziniz, dış faiziniz on ikilere ulaşmış feci durumda. Bunları yeni borçlarla yenileme, döndürme olasılığınız azalıyor, kalmıyor. Elbette bunu da herkes görüyor, not ediyor. Günümüz finansal sistemin içerisindeyken, böylesine bir entegrasyon içindeyken uluslararası kuruluşlar, bankalar, derecelendirme kuruluşları Türkiye'nin içinde bulunduğu durumu görüyorlar, raporluyorlar ve Türkiye’ye bırak yeni borç vermeyi, “bu ülkeden çıkmak lazım” diyorlar. Yabancılar aylardır çıkıyorlar, çıkmaya devam ediyorlar. Yerliler de varlıklarını yastık altına aldı/alıyor, dışarıya çıkarıyor. Dışarıya çıkan da çıktı bugüne kadar. Özellikle iktidara yakın çevrelerin oluşturdukları servetlerin yurtdışına aktığını görüyoruz.

Böyle bir ortamda G20 maliye bakanları, merkez bankaları toplantısına katıldı Nebati bey! İşte bir-iki fotoğraf verildi! Bildiğim kadarıyla G20 Zirvesi kasım ayında gerçekleşecek, kasımın ortasında Bali'de olacak bu toplantı. G20 Liderler Zirvesi’ne kadar Türkiye'nin yaşamını idame etmesi çok zor. Ancak iktidar değişikliği söz konusu olursa idame olabilir, iktidar değişikliği içinde seçimin netleşmesi gerekir, biraz nefes alınabilir. Çünkü kendi tarihimizde de, dünya tarihine de baktığımızda ekonomide kaybeden seçimleri de kaybediyor. Artık bu iktidarın geniş toplumsal kesimlere verecek bir şeyi kalmadı. Ve içinde bulunduğumuz kriz gitgide ülkenin daha da berbat olmasına yol açıyor. Demokrasilerde ekonomiyi kurtaracak yol seçimlere gitmektir. Ama dediğim gibi, bu önerme daha çok demokrasilerde geçerlidir. Türkiye otokratik bir rejim içerisinde bulunuyor. Dolayısıyla seçimin olması, adil olması ve sonuçlara iktidarın katlanması son derece önemli. Böyle dönemlerde kurtuluş mucizeleri ortaya atılıyor. Benzeri durumları geçmişte de çok yaşamışızdır. Bugün de görüyoruz, işte “Rusya'dan şu kadar para geliyor”, yok efendim “Birleşik Arap Emirlikleri'nden, Körfez ülkelerinden milyarlarca dolar akacak.”

Medya da iktidarın elinde olunca bunlar pompalanıyor. Ancak amiyane deyimle “yemiyor”, çünkü insanların gelirleri azalmış vaziyette, giderleri enflasyonla çığ gibi büyümüş vaziyette. Dünyada gelişmiş ülkelerin faizlerini artırması nedeniyle gelişmekte olan ekonomiler de faizlerini artırırken (Gelişmiş ülkelerin faizi artırması kaynakların gelişmekte olan ülkelere daha az gelmesi demektir. Bu ülkeler kaynak sıkıntısı nedeniyle cazibe merkezi olmaktan çıkıyorlar) Türkiye dünyada hiçbir ülkenin yapmadığı şekilde faizlerini düşürmüş, sabitlemiş durumda. Resmi enflasyon %80, faizler de %14. Böyle devam etmesi mümkün değil. Dolayısıyla özellikle döviz mevduatına, döviz varlıklarına ilişkin düzenleme beklentisi içinde olmak kadar normal bir şey olamaz.

Yani ülkenin ihtiyacı olan ithalatın gerçekleştirilmesi, ülke faturalarının ödenebilmesi için tasarruf edilmiş olan iki yüz küsur milyar dolarlık döviz mevduatına ilişkin düzenleme yapılmasını pekâlâ gündeme gelebilir, böyle bir düzenleme yapılabilir, bu şekilde de seçime gitmek düşünülebilir. Bundan önce, ülkenin altın varlıklarının tekrar rehin edilerek, satılarak döviz kaynağı elde edilmesi de yine düşünülen son çareler olarak karşımıza çıkmaktadır. Yani Türkiye ekonomisi müflis bir işletme durumunda. Mucizeler beklentisi içinde olunması bu nedenle, “doğalgaz rezervleri bulduk!”, “petrol bulduk!”, “Rusya yardım edecek”, “Körfez ülkeleri yardım edecek” gibi gerçekle ilgisi olmayan beklentiler içerisinde olan bir ekonomiyiz, ülkeyiz.

"Dünya finansal sistemine yeni bir format atılması gerekiyor"

ÖM: Ben de bu konuyla ilgili bir şey söyleyeyim Ali bey, yani iki şey aslında. Bir tanesi, IMF'den; bu küresel ekonomiye dair, biraz önce sözünü ettiniz Uluslararası Para Fonu, IMF Başkanı Kristalina Georgieva, G20 ülkelerine acil eylem çağrısında bulundu: “Fiyatlar çok yüksek seyrederse son derece belirsiz olan küresel ekonomik görünüm daha da kötüleşebilir.” dedi ve Rusya'nın saldırısının da enflasyonu yükselttiğini söyleyip ne yapılması gerektiğini pek anlayamadım ama… Yani Dünya Ekonomik Görünümü Raporu’nda öngördüğü büyüme, ocak ayında yayınlanandan, bir önceki tahmininden %0.8 daha azdı. Ama nisan ayında daha da kötüye gideceğine yönelik uyarılarda bulunmuştu. Bu durumda “dünya ekonomisinin görünümü ciddi oranda belirsiz” diyor. Peki bunu Türkiye olarak nasıl yorumlamamız gerekir? Böyle bir soru sorayım.

AB: IMF'nin uyarıları normal şartlarda ekonomi politikası uygulayan ülkeler için tavsiye. Türkiye uyguladığı faiz politikasıyla bu kategori dışında yer alıyor. Türkiye'de bir para politikası, döviz kuru politikası ve iktisat politikası olduğundan söz etmemiz mümkün değil. Akıl dışı bir durumla karşı karşıyayız. Yıllardır söylüyoruz biz bunu. Uluslararası Para Fonu, “gelişmiş ülkelerin yükselen enflasyona karşı aldığı tedbirler nedeniyle dünyada iktisadi daralma, resesyon söz konusu olabilir/olacak, buna dikkat edin” diyor. Bu da, “gelişmekte olan ülkelerin uluslararası piyasalardan yapacağı borçlanmanın maliyetlerini ve miktarlarını etkileyebilir” diyor. G20 içinde yer alan, almayan Çin gibi, Malezya gibi, Türkiye gibi, bu kategorideki ülkeler için tehlikedir. Özellikle de petrolü, doğalgazı olmayan, Türkiye gibi enerji faturası yüksek ülkeler çok etkilenecekler bu durumdan. IMF bunlara dikkat çekerek, “zor bir dönem yaşayacağız, uygun politikaları geliştirin, uygulayın” diyor . “Dünya resesyona giderken sen de ona göre tedbirini al, para ve maliye politikalarını ona göre oluştur” diyor. Türkiye ekonomisi de küçülecektir, etkilenecektir ama Erdoğan'ın buna tahammülü yok. Her ne olursa olsun bir şekilde ekonomiyi büyütmeye çalışıyor. Ancak kaynaksızlıktan bunu yapabilmenin sınırlarına geldi, oyun bitti. IMF Başkanı'nın gelişmekte olan ülkeler ve dünya ekonomisi için önermelerine bakarken Türkiye’nin ayrı bir yerde durduğunu görmek durumundayız.

Elbette burada şöyle bir temel sorun var; yani mesele küresel, (Türkiye'nin abuk subuk, absürt, adına iktisat denmeyecek politikalarını şimdilik bir kenara bırakarak bakalım) uygulanmakta olan dünya finansal sisteminin mutlak bir revizyona ihtiyacı var. Yeni temeller, ayaklar üzerinde olması gerekiyor. Yıllardır söylediğimiz gibi, dünya reel sektörü ile dünya finans sektörü arasındaki ilişki kopuk durumda.Böyle bir finansal sisteme, bu reel sektörü emanet edemiyorsunuz. Finansal küreselleşmenin müthiş günahlarıyla sürekli karşı karşıyayız. Ve bu günahları ortadan kaldıracak şekilde dünya kapitalizmine, dünya finansal sistemine yeni bir format atılması gerekiyor. Ortada dünya kapitalist sistemini kaldıracak bir güç olmadığına göre, yeni bir formatın atılması gerekiyor.

Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası, dünya kapitalizminin çok önemli örgütleri bunlar. Bu örgütlerde en önce tabii UNTAC, daha sonra Dünya Bankası, 40 yıldır uygulanan ekonomideki aşırı serbestinin ülkeleri perişan ettiğini ortaya koyan raporlar yayınladılar. Son yıllarda da Uluslararası Para Fonu da bunu destekleyen çatışmaları ortaya koydu. Aslında yapılması gereken, dünya finansal sisteminin yeniden organizasyonu, olması gereken dünyanın organizasyonu. Birleşmiş Milletler yetmiyor artık, yenilenmesi lazım. Bütün uluslararası örgütler arkaik, yenilenmesi lazım. İşte, pandemide karşılaştığımız durumlarda da bunu gördük. Esas mesele bu.

IMF mevcut duruma ilişkin olması gerekenleri söylüyor ama Türkiye dünyadan akıl dışılıkla ayrışan bir ülke. Rusya'ya, Ukrayna'ya, Brezilya'ya baktığımızda, burada da otokratik yönetimler var, ama faizi düşürmek, sabitlemek otokratın kafasındaki projeye uygun değil. Türkiye diğer otokrasilerden de faiz politikasıyla farklı bir yerde. Ülkeyi iflasa bu durumda sürükledi. Uluslararası kurallar çerçevesi içerisinde doğru ya da yanlışlar yapılmıyor.

"Kaynaklar bitince, havuzun suyu azalınca Brütüsler çıkar"

1970’leri anımsatan şeyler var. 1975-1980 arasında yaşadıklarımızdan söz ediyorum, o zaman da kura dokunmazdınız. Bugün faize dokunamıyorsunuz. Yani devalüasyon meselesi, sabit kur politikası, “kur namustur” meselesi... Türk siyasetçisinin ve bürokratının gözünde çok önemliydi, esnek kura bir türlü geçilemedi. Nitekim Özal'ın “büyük bir Türk büyüğü” olmasının sebebi, hikmeti esnek kur sistemine geçişidir, IMF ve Dünya Bankası’nın önerisini uygulamasıdır. 24 Ocak Kararları ve sonrasının özü budur. Türkiye bir şekilde esnek kur sistemine erken geçseydi 12 Eylül gibi siyasal depremlerin önüne geçilebilebilir miydi, bir tartışma konusudur.

Sonuçta Türkiye'de çok kötü giden bir iktisat vaziyeti söz konusu. Bunu günlük hayatımızın içinde her alanda hissediyoruz. Buna ilaveten sancılı bir demokrasi içinde de değiliz, sancılı bir otokrasi içerisindeyiz. Dolayısıyla, gelecek seçimlerde demokrasiye geçilip geçilmeyeceğini belirleyeceğiz. Türkiye otokrasiden demokrasiye geçmek için bir seçim arifesinde bulunuyor... Dolayısıyla sancılı bir yoldayız…

ÖM: İkinci soru olarak da onu soracaktım; HDP Eski Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş'ın Gazete Duvar’a yazdığı bir yazı vardı, “AKP Kapanacak” başlığını taşıyordu. Konuk yazar olarak, Gazete Duvar’da 12 Temmuz'da yayınlandı. “Sizce ranta, menfaate, yolsuzluğa veya hırsızlığa dayanarak bir partide kalanlar, bunların artık kaybedileceğini anladıklarında orada dururlar mı? Emin olun hepsi kaçacak.” diyordu ve şöyle bir şey söylüyor, “Seçimden sonra AKP diye bir parti kalmayabilir. Yüksek olasılıkla kalmayacak da. Fazla iddialı mı geldi? Haklısınız, ama bunca yolsuzluğa, yoksulluğa ve zulme rağmen halen anketlerde yüzde otuzlarda görünen bir parti ne olacak da seçimden sonra dağılacak? Nasıl olacak da kapanacak?” diye sorduktan sonra da diyor ki, “Artık AKP ‘bir dava partisi’ -tırnak içinde dava partisi- değildir, davaya inananlar gemiyi çoktan terk etti. Geri kalanlar, herhangi bir davaya inancı ya da ideolojisi olmayanlardır.” diyor. “AKP'yi ayakta tutan, o dava sahibi insanlardı. Kadınlar başta olmak üzere üç yüz altmış beş gün ev ev, köy köy dolaşıp halkı örgütleyen, halkla ilgilenip sorunlarına çözüm üretmeye çalışan ve gene tırnak içinde ‘dava’yı anlatan kadrolar yok artık. Çünkü sözünü ettiğim bu kadrolar hırsız değiller. Eski genel başkanlarından bakanlarına, il ve ilçe başkanlarından her kademedeki yöneticilerine ve mahalle örgütlerine kadar hırsızlığa bulaşmayanlar daha fazla dayanamadılar ve AKP'yi terk ettiler.” diyordu. Bu da ilginç bir yaklaşımdı.

AB:Kaynaklar bitince, havuzun suyu azalınca "Brütüsler çıkar" diye yıllardır söylüyoruz. Dünya ve Türkiye pratikleri menfaat dağıtma üzerine kurulu yapılar. Menfaatlerin sürekliliği kaybolursa sorun büyür… Pınarın suyu kalmayınca zincir kopar ki, bu da borçla oluyordu. Türkiye'de borçla otokrasi kuruldu. Otokrasiler tarihinde ender görülen durumlardan biridir. Bunu nedeni de sağlam, güçlü bir muhalefetin olmamasındandır. Bundan kaynaklandığını söylemek lazım.

Başka bir konuya geçelim. Bakın, ABD Başkanı Biden Suudi Arabistan'a gitti. Yayınlanan ortak bildiri dikkatimi çekti. Yani bu görüşeme ve alınan kararların ciddi incelenmesi gerekiyor. İki ülke ilişkilerinde gelgitler vardır ama Suudi Arabistan'la ABD ilişkisi ballı lokma tatlısı olmuş durumda. Ortak bildiride Türkiye'nin artık bölgede ABD açısından da önemsiz olduğunu anlıyoruz. Muazzam detaylı bir bildiri, açıklama! Bir bakın, müthiş detayları olan bir bildiri. 360 derece dönüşler içeriyor. Kaşıkçı cinayeti falan yok artık.

Türkiye gittikçe yalnızlaşan bir ülke, değersizleşen bir ülke. Dolayısıyla dış dünyayla ilişkilerini yazboz tahtasına döndürmüş, güvenilmez bir ilişki ağına sahip bir ülke konumunda. Her alanda kriz yaşayan bir ülke. Önümüzdeki dönemde otokrasiden demokrasiye geçiş olacak ve yeni bir Türkiye inşası olacak, yıllardır bunu söylüyorum. Önümüzdeki seçimlerde partiler ve programları yarışmayacak, otokrasi ile demokrasi yarışacak. Normal bir demokrasideki gibi partilerin seçim yarışması değil bu. O yüzden ittifaklar meselesinin uzun erimli bakılması gereken proje olduğunun altını çiziyorum. Türkiye’nin yeniden inşası, öyle bir seçimde olacak şey değil. Bu konuların üzerinde durmaya devam edeceğiz.

Brezilya'nın Sao Paulo uçak gemisi 900 ton asbest ile Aliağa'da söküme geliyor

Bakın memleket, Türkiye bir çöplüğe dönmüş durumda. Yeni bir gemi geliyor değil mi? Brezilya'nın uçak gemisi ve nükleer denemelerde kullanılan bir gemi Aliağa'ya geliyor. Aliağa denilen yer yirmi beşe yakın söküm firmasının bulunduğu bir yer. Asbest ve zehir bölgesi haline geldi canım Aliağa. Yıllar öncesinde Çandarlı, Aliağa bölgesi bir balık cennetiydi. Bugün onların esamisi okunmuyor. Aliağa gemi söküm yerleri aynı zamanda, biliyorsunuz, eski Başbakan Binali Yıldırım'ın oğlunun da bulunduğu, çalıştığı bölge; hatta başka işler yaptığına dair özellikle suç örgütü lideri Sedat Peker açıklamalarını da hatırlayalım.

Dünyanın geri dönüşümünün, çöpünün, zehrinin her türlü zehrinin bulunduğu bir bölge. Hindistan kabul etmemiş bu gemiyi! Söküm işleri yapan ülkeler bile bu gemiyi kabul etmemiş, biz kabul ediyoruz. Muhtelif söküm işlerinin dışında da başka servetler olduğu, -uyuşturucu dahil- gayrimeşru pek çok şey yapıldığına dair açıklamalar, iddialarla da karşı karşıyayız.

Önümüz kış, birkaç ay sonra kış mevsimine gireceğiz. Faturalarını ödeyemeyecek duruma gelmiş bir Türkiye bulunuyor. Vatandaşın tasarrufuna el koyarak ya da ihracatçının gelirine el koyarak ya da var olan altını satarak ancak faturasını ödeyecek hâle gelmiş bir ülke Türkiye. Dünyada enerji maliyetleri had safhaya yükselmiş durumda, ki gördüğüm kadarıyla Macaristan da enerji acil durumu ilan etti değil mi? “Kömüre yüklenelim” dediler. Böyle bir durumdayız. Tahılda ve enerjide sorunu olan bir ülkeyiz. Yani açlık ve ısınma sorunları yaşayabilecek bir ülkedeyiz. Vatandaş gelirleri yerlerde sürünüyor, düşmüş durumda. Ve dünyanın çöpünü, zehrini taşıyoruz. Onları işlemeye çalışıyoruz, bu şekilde servet yaratıyoruz!

Amerika Birleşik Devletleri'nde bu hafta bu Sezgin Baran Korkmaz ve Halk Bankası Davalarına ilişkin gelişmeler de söz konusu. Evet, iç karartıcı bir durum…

ÖM: Biterken ben de ufak bir ilave bulunayım; sizin sözünü ettiğiniz bu asbestli gemi konusunda sabah saatlerinde Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum'dan yeni bir açıklama da geldi, o Brezilya gemisinin -sizin de sözünü ettiğiniz- Aliağa rafinerisinde dokuz yüz ton asbestle İzmir Aliağa açıklarında sökülecek olmasına ilişkin.

ÖÖ: Altı yüz ton.

ÖM: Dokuz yüz ton diye de bir şey vardı… Böyle bir açıklama yapmış. “Gelen gemide söylendiği gibi dokuz yüz ton değil, dokuz ton asbest var” demiş. “Gemilerin bu tür işlemleri uluslararası kurallara bağlıdır. Yani siz öyle kafanıza göre alamazsınız. Gemi Türkiye'ye gelmezden önce uluslararası kontrolden geçiyor ve sonuç uygun çıktı.” demiş.

AB: Ömer bey…

ÖM: Bu inanılır bir açıklama değil.

AB: Bu ihaleyi alan firmaya baktım, ihaleyi alan firma kimdir, nedir diye. Bakın, bu Aliağa'daki söküm alanı kapatılmak ve temizlenmek durumunda, yasak alan ilan edilmek durumunda. Zehir alanı burası. Türkiye'nin kara deliği orası, karanlık bir yer, kara delik... Burada faaliyet gösteren bu firmaların siyasal ilişkileri geçmişten bugüne ele alınması gereken bir konu. Derin ve derin olmayan ilişkileriyle Aliağa batağına çok iyi bakılmak zorunda. Sadece asbest zehirlemiyor, başka şeyler de zehirliyor. Ve burasının Türkiye menfaat topografyasının çok önemli bir alanı olduğunu görmek lazım. Ben işi alan firmanın ortaklarını bulamadım.

ÖM: Öyle mi? Yani bir de açıklamanın kendisinde de son derece tuhaf bir düğüm var; doksan ton değil dokuz ton olması düzeltiyormuş gibi…

AB: Bir sertifika koyuyorlar bunlar sitelerine, ne olduğu anlaşılmayan Avrupa’dan alınmış, bakanlıktan alınmış filan… Sözde bütün bunlara uygun yapılıyor

ÖM: Ama asbest zehirliyse zehirli yani. Bir gramı bile olmaması gerekir diye düşünüyor insan, ama demek ki öyle değilmiş. Peki, yani bu gibi konuları derinlemesine konuşmaya devam edeceğiz. Başka çaremiz de yok.

AB: Kolay gelsin size. Hoşça kalın.

ÖM: Çok teşekkür ederim.

ÖÖ: Sağ olun.

AB: Teşekkür ederim, sağ olun.