Kültürel mirasın korunmasının modernleşme sorunsalı: Sinan Logie ile söyleşi

-
Aa
+
a
a
a

Kültürel (ve doğal) varlıklara, insandışı mevcudiyetlere, özcü ve nesneleştirici pratikler, modernliğin içinden alınmış gibi gözükseler de sekülerleşmiyor ve karşıtını motive ediyor.

Metropolitika: 9 Aralık 2020
 

Metropolitika: 9 Aralık 2020

podcast servisi: iTunes / RSS

İstanbul Mimarlık Festivali'nde, Dünya Mirası Adalar'ın KozmosAda etkinliklerinde ilginç bir sunum yaptı, mimarlık tarihçisi Christane Garnero Morena. Villa kavramı üzerinden başlangıçta, Rönesans'ta bir çiftlik evi işlevi var, bir aristokratın, toprak ağasının hasat zamanı geldiği ve arazisinin sahibi olarak bu mevsimde kendi varlığını gösterdiği bir mekân. Sınıfsal bir sembol. 19. yüzyılda ise bu sembol artık aristokrasinin değil, ticaret sermayesine sahip olan burjuvazi tarafından sahiplendiği bir simge. Bu nedenle, gene çevresinde hizmet sınıfları var ama üretimden kopuyor. Villa imgesi yeni sahipleri ile sürekli yer değiştiriyor, dolaşıyor, tıpkı içindekiler ve çevresindekiler gibi. Yapılar, mimarlıklar ve bahçeler, bitkileri ile "taşınabilir bir peyzaj" halini alıyor. Büyükada'da bir köşk ile Nice’teki, Napoli'deki, Porto Fino’daki ile ilişkisi var, tıpkı bahçeleri gibi. Her birinde içinde farklı hafızalar da taşınıyor. Kapitalist modernleşme kaybedilen geçmişin izlerini içine alıyor. Kaybedilen geçmişin izleri de taşınıyor. Daha doğrusu bir hayalet gibi dolaşıyor, imgeleri. 

Mimarlık, imgeleri taşıma uğraşı ile yapılar sürekli bir kabuk gibi yeni soylulaşan sınıflara açık olmaya başlıyor. Bugün korumaktan söz ederken bu dönüşümleri dikkate almamak mümkün değil. Kültürel miras modernleşme ile üretilmiş bir kavram. Mimarlık, modernleşme sürecinde imgeleri taşıma uğraşı halini alarak yapılar sürekli bir kabuk gibi yeni soylulaşan sınıflara açık olmaya ve "taşınabilir bir peyzaj oluşturmaya" başlıyor. Bugün korumaktan söz ederken bu dönüşümleri dikkate almamak mümkün değil.   

"Tipoloji" adı verilen arşivlere, model arayışlarının bizzat kendisi, örneğin. Kimlik yokluğu, varlık arzuyu kamçılıyor, travmatik bir ilişki kurarak. Yani neoklasisizmin kapitalist modernitenin içindeki karşıtının, dışarıda bıraktığının bir izi gibi okunması mümkün. Oysa biz onu kimi zaman bu tür bir çapraz okuma ile değil, kapitalist ideoloji ile özdeşleştiriyoruz. Milliyetçilikler, ulus devletlerde olduğu gibi. Bu açıdan bakıldığında daha kuruluşundan-oluşumundan itibaren antitezini de içinde barındırdığını söylemek mümkün:

Kültürel (ve doğal) varlıklara, insandışı mevcudiyetlere, özcü ve nesneleştirici pratikler, modernliğin içinden alınmış gibi gözükseler de sekülerleşmiyor ve karşıtını motive ediyor. Kültürel miras eylemliliklerinin iktidar bağımlı kodlara, imtiyaz alanlarına dönüşmesi gibi.

Yalnızca kültürel miras kavramının değil, kültürün milliyetçilikle ırkçılıkla yakın bir ilişkisi var. 2. Dünya Savaşı sonrasında bu açıdan bir kırılma gerçekleşmiş gibi gözüküyor. UNESCO kuruluşundaki atmosfer buna bir işaret. Buna karşılık kültürün sekülerleşmediği koşullarda bu kavram, kültürel miras bu soylulaştırıcı, imtiyaz yaratıcı işlevini sürdürüyor ve bugün gördüğümüz imtiyaz yaratıcı özelliğini koruyor.