Pandemi endemiye mi dönüşüyor?

-
Aa
+
a
a
a

Aşılanma oranları ve hastalığı geçirenlerin sayıları düşünülerek toplumsal bağışıklık konusu gündemde. Avrupa'da hükümetler ve uluslararası kuruluşlar pandeminin endemiye doğru evrildiğini söylüyor. Fakat pandeminin yanında endemi daha mı masum? 

pandemi mi endemi mi? Corrigan'ın karikatürü
Selim Badur'la Korona Günleri: 14 Şubat 2022
 

Selim Badur'la Korona Günleri: 14 Şubat 2022

podcast servisi: iTunes / RSS

(14 Şubat 2022 tarihinde Açık Radyo’da Korona Günleri programında yayınlanmıştır.)

(Bu metin hızlıca hazırlanmış bir ses kaydı deşifresidir, nihai biçiminde olmayabilir.)

Ömer Madra: Günaydın Selim Badur, merhabalar!

Selim Badur: Günaydın, günaydın efendim, günaydın Feryal, herkese iyi sabahlar ve iyi haftalar diyeyim. Siz bahsettiniz, 13 Şubat Dünya Radyo Günü dün kutlandı, UNESCO’nun ilan ettiği bir gün bu. Öneren de İspanya, İspanya’nın önerisi üzerine böyle bir güne karar verilmiş ve radyonun bütün ilkeleri, önemi siz de belirttiniz ama ben bir tek cümleyi eklemek istiyorum müsaadenizle; “Tüm seslerin kendilerini ifade edebilecekleri bir mecra.” diye de bir ifade var UNESCO’nun bugün ile ilgili yaptığı açıklamada, ama bu slogan “Tüm seslerin kendilerini ifade edecekleri mecra.” ifadesi hani ‘Kâinatın tüm seslerine Açık Radyo’, UNESCO bugünü 11 yıl önce ilan etti, Açık Radyo 27 yıl oldu, UNESCO araklamış yani sizden bu sloganı! Bunu belirteyim dedim. 

Koronavirüsle ilgili gelişmeler, olgu sayısı tüm dünyada 411 milyonu aştı, yaşamını yitirenler de altı milyona yaklaşıyor, beş milyon 815 bini geçti. Bir haftadan beri günde ortalama 2 milyon 405 bin kadar olgu var, üç milyonlardan biraz azalma var. Türkiye yine, son 28 gün içindeki olgu sayılarına bakarak söylüyorumi 10. sırada, 13 milyona yaklaşan hasta ve 90.542 de yaşamını yitirmiş yurttaşın bulunduğu bir ülke. Küresel boyutta baktığımızda geçen haftaya oranla olgu sayısında %17 oranında azalma var. Buna karşılık bazı ülkelerde durum böyle değil, coğrafi farklılık gösteriyor gerçekten hastalığın seyri, bu bildirimle ilgili bir sorundan mı, testlerle ilgili bir sorundan mı kaynaklanıyor yoksa gerçekten hastalığın böyle yoğunlaştığı coğrafyalarda zaman içinde değişiyor mu, bunu herhalde yapılacak çalışmalar gösterecek, ama örneğin bütün dünyada %17’lik bir azalmaya karşılık Ortadoğu ülkelerinde çok ciddi bir artış var. İkince büyük artış da Rusya’da; dünkü günlük olgu sayısı 203 bin kadar Rusya’da. Rusya’da çok artış var, Ortadoğu ülkelerinde çok artış var, Japonya da herhalde olguları bir türlü kontrol altına alamıyor ki kısıtlamaları üç hafta daha uzattı. Özellikle Ortadoğu’da artış var dedim; Ortadoğu’nun %35’i tam aşılı ama oran ülkeler arasında çok değişken. Genel olarak %35 desek de ülkeler arasındaki, tam aşılıların oranı arasındaki fark %1’den %94’e kadar değişiyor. Gerçekten çok heterojen bir dağılım var. Yani sorun gelişmiş Avrupa ülkelerinden yavaş yavaş gelişmekte olan ülkelere ya da orta gelir düzeyinde olan ülke gruplarına doğru kaymakta. Bu önemli bir nokta diye düşünüyorum çünkü aynı zamanda, baktığımda hükümetler ve uluslararası kuruluşlar sanki artık ortak bir hedefte anlaşmış görünüyorlar; o da -en azından sözel olarak- pandeminin sonuna doğru geliyoruz, “bu bir endemik hastalığa dönüşüyor” yaklaşımını yaygınlaştırmak, bunu kabul etmek. Biraz erken söylediğimi -bu yaklaşımı yorumlarken- biliyorum ama sanıyorum önümüzdeki aylar eğer çok büyük bir artışa yol açacak yeni bir varyant ortaya çıkmazsa böyle bir sürece girilecek ya da buraya doğru gitme eğilimi var ülkelerde. Endemik hastalık dediğiniz zaman, “bu endemi”, “ha iyi olacak o zaman endemik olursa” filan gibi yaklaşılıyor da endeminin ne demek olduğuna bakmak lazım. Bunu, yani hastalığın yeni enfeksiyonlarının sayısı eğer sabit kalıyorsa endemiden bahsetmek mümkün de “Bu durum acaba çok masum, çok hafife alınacak ya da kanıksanacak bir durum mu”, diye bakıldığında, şimdi şu anda dünyada üç tane endemik hastalık var; birisi bir virüs enfeksiyonu olan HIV AIDS, diğeri parazit enfeksiyonu olan sıtma, üçüncüsü de bir bakteri enfeksiyonu olan tüberküloz. Bunların üçü de endemik hastalıklar, ancak her birinden yılda milyonlar ölüyor, yaşamını yitiriyor ama bu yaşamını yitirenlerin coğrafi dağılımına bakıldığında bunların hemen hemen -neredeyse tamamı demeyeyim ama- çok çok büyük bir bölümünün gelişmekte olan ülkelerde olduğunu belirtince pandeminin kağıt üzerinde neden endemiye dönüşme olasılığının düşünüldüğünü anlamak mümkün herhalde.

Dünyada aşı ve kısıtlama karşıtı hareketler devam ediyor

ÖM: Evet, yani gelişmekte olan terimi de biraz iyi niyetli bir terim herhalde?

SB: Tabii.

ÖM: Yani yoksul desek olur.

SB: Elbette. Şimdi 10 milyar dozdan fazla aşı kullanılmış dünyada; tek doz aşı alan da var, yani çok etkili olmayan bir koruma şekli ya da yetersiz olan aşılama dünyanın %61,8’i ama sizin ifadenizde yoksul ülkelerin aşılama oranı tek doz aşılama oranı %.10.6. Yani aylar geçiyor bu %10bandını bir türlü aşıp da şöyle %20’lere, %30’lara gelemedi bu ülkeler. Türkiye’de de aşılama oranları, tam aşılı olanlar %61.87, 52.6 milyon kişi tam aşılanmış. Tam aşılı denince rapel doz tanımı bu kapsama girmiyor, iki doz aşı olanlar. Bunların rapel doz olması lazım, yani hatırlatma dozu yaptırmaları lazım, bir de geçen programda da söyledim, önemli bir fark bu; Sağlık Bakanlığı açıklamalarında %80 bandının üzerinde tam aşılılar diyor, Our World in Data Türkiye için 61% diyor. Bu fark, toplumdaki 18 yaş üzerini mi dikkate alıyorsunuz, 12 yaş üzerini mi dikkate alıyorsunuz, buradan kaynaklanan çok ciddi bir %20’lik fark. Şimdi baktığımızda Amerika’da ve gelişmiş ülkelerde azalma oluyor dedim ama, ABD’de bu son iki haftada 1.4 milyon çocuğa Covid tanısı konuyor, çok önemli bir sayı. Erişkinler daha çok aşılandığı için bu aşılama oranları çocukluk çağı gruplara doğru yavaş yavaş iniyor. Bir de tabii siz daha önce programlarda da değindiniz, çeşitli protestolar var, işte Belçika’da olsun, Avrupa’nın çeşitli kentlerinde ve Kanada’da. Tabii Kanada’da kamyoncuların bu sınırdaki Ambassador kapısını, ABD ile olan sınırdaki köprüyü işgalleri, kapatmaları, Ottawa merkezinde 10 günden fazla süredir yaklaşık 500 kamyon ile süren blokaj, bunlara polisin müdahalesi…. Buna özenen Fransa’da da bir özgürlük konvoyu oluşturulmuş; Paris’ten çıkacaklar, hedef Brüksel, Brüksel’e doğru ilerleyecekler, yaklaşıyorlar Belçika sınırına. Destek veren de Marine Le Pen ve partisi, onlar destekliyorlar. Oldukça hetorojen bir grup, yani aşıdan HES koduna, onun muadili olan kodlara karşı çıkanlar olduğu gibi işte işyerlerinin kapatılmasına karşı çıkanlara kadar birçok farklı görüş bu protestolarda, bu yürüyüşlerde, bu boykotlarda yer almakta. Bu arada önemli iki açıklama var, bunlara değineyim sonra tek tek olaylara bakmak istiyorum. İki yıldır kısıtlamalar nedeniyle insanların birbirlerine dokunmalarında çok ciddi bir azalma olduğu görülüyor. Bunun bir antropolojik incelemesini yapan bir grup ve onun sözcüsü Fabienne Martin-Jushat açıkladı, insanların beden dili üzerinden iletişimi aksadı ve beden temasının eksikliği ileride kaygı ve endişe oranlarında artışa yol açabilir. Dokunmanın önemine değinen bir rapor yayınlamışlar. Dikkate alınabilir, bu benim konum değil ama üzerinde durulması gereken bir nokta. Daha önemlisi bence, “Temel haklara ulaşım azalıyor” şeklinde bir rapor, yaklaşık 400 kadar Avrupalı, ağırlıklı olarak Fransız, Belçikalı akademisyen, sendika lideri, STK temsilcisi imzalamış. Yaşanan süreçte, yıllardan beri, ülkede sağlık sistemiyle birlikte ülkeler ile sağlık sistemlerinin birbirlerine böyle pamuk ipliğiyle bağlı olduğunu, aralarındaki ilintinin çok zayıflamış olduğuna değiniyor bu rapor. Diyorlar ki “Tükenen kamu hastaneleri çalışanları, Kafkavari koşullarda öğrencilerini eğitmeye çalışan devlet okulları hocaları, yani kısaca kamu çalışanlarıyla vatandaş ilişkisi tarihi bir kırılma yaşıyorlar. Gelecek ile ilişkimiz hasar gördü.” Sonuçta kamu hizmetlerinin öneminin ne denli büyük olduğunun önemsenmesi gerektiğini ve bunun azaltıldığını, özellikle kamu, halk sağlığı konusuna sağlık açısından baktığımızda ne denli önemli olduğunun daha iyi anlaşıldığını ve bu pandemi sırasında yöneticilerin bu kamu sağlığına ilişkin ve kamu ile ilgili kararları yavaş yavaş azaltmaları, bunu küçümsemeleri, yadsımalarının ne kadar yanlış olduğunun görüldüğünü ve bunun tekrar gündeme getirilmesi gerektiğinin altını çiziyorlar. Sonunda da, bitirirken şimdiye kadar yapılan tüm tercihler politik tercihlerdir, kamu hizmetleri bizim geleceğimizdir ve iklim krizinden gençlerin eğitimine, yaşlıların bakımından sağlık hizmetlerinin tümüne bütçe kısıtlamalarına takıldı bunlar. Bu bütçeler gerekçe gösterilerek, yani giderleri gerekçe gösterilerek kâr söz konusu olmayan sektörlere uzaklaşılmasının ve kamusal hizmetlerin küçümsenip yadsınmasının sonuçlarının çok ağır olacağını söylüyorlar. Önemli bir rapor, herhalde bunun devamı gelecektir. 

Pandemiyle birlikte aşı karşıtlığıyla da kendinden söz ettiren Nobel ödüllü virolog Luc Montaigner hayatını kaybetti

Bu arada bir haber üzerinden bir bilgi aktarmak istiyorum; Biliyorsunuz 8 Şubat günü AIDS konusundaki araştırmaları sonucunda Nobel fizyoloji-tıp ödülünü alan Luc Montaigner yaşamını yitirdi. Luc Montaigner üzerinden biraz bilim insanlarının yaklaşımlarını irdelemekte yarar var süre elverdiğince. Neden Luc Montaigner? Çünkü Luc Montaigner 1981’li yıllarda Paris-Institut Pasteur’de retrovirüslerle çalışan laboratuvarın sorumlusu. Bir gün kapısı çalınıyor, Claude Bernard hastanesinden Willy Rosenbum isimli genç bir enfeksiyon hastalıkları uzmanı o gün için tam olarak nedeni bilinmeyen bir hastalıktan; ganglionları şişmiş, immün sistemi çökmüş ve yaşamını yitirmiş bir kişinin ganglionlarını, lenf dokularını getiriyor. Motorsikletiyle getiriyor ve kapıda “Ben Jean Claude Sherman’ı arıyorum.” diyor. “O yok, yemeğe gitti, ben alayım ne getirdiyseniz.” diyor ve gelen muayene maddesini Luc Montaigner alıyor. Şimdi bütün bunları niye söylüyorum? Çünkü Nobel ödülü, hani uzun soluklu, aynı konuda yıllardan beri çalışan, emek sarf eden, yayın yapan ve sonunda da yaptığı çalışmalar için bir ödül alan ekiplere ve o ekip liderine verilen bir ödül ama her zaman böyle olmuyor. Örneğin bundan iki yıl kadar önce hepatit C’yi bulanlara ödül verilmişti, orada Alter isimli bir araştırıcı yaptığı konuşmada “18-20 yıldan beri hepatit C’nin peşindeydim ben.” diye belirtmişti ve çok uzun soluklu bir araştırmada geldiği nokta üzerine bu ödüle layık görülmüştü. Luc Montaigner ekibi öyle değildi, onlar bir grup virüs üzerine çalışıyorlar ve bir klinisyen kendilerine bir muayene maddesi getiriyor, onlar da çalıştıkları virüsü üretme tekniğini kullanarak alıyorlar, bu muayene maddesini lenf ganglionunu hücre kültürüne ekiyorlar ve etkeni saptıyorlar. Yani yıllardan beri yapılmış bir çalışmanın, uzun soluklu bir projenin ve harcanan emeğin sonucu değil. Eken kişi Francoise Barré-Sinossi ve çalışma arkadaşı Jean Claude Sherman, bu iki genç araştırıcının başında da ünite şefi Luc Montaigner var. Uzatmayayım, Luc Montaigner ve çalışma arkadaşları izole edilen virüsün çeşitli özelliklerini laboratuvarda saptıyorlar ve onun HIV AIDS etkeni olduğunu düşünüp buna ait bir rapor yazıyorlar. Burada büyük haksızlığa uğruyorlar, çünkü ABD’de gönderdikleri makaleyi yayınlayacak olan dergi aynı zamanda Gallo isimli ve aynı konuda çalışan bir Amerikalının, ABD’den bir araştırıcının editörü olduğu dergi. Kendisi de aynı konuda çalışıyor ve kendi çalışmaları sonlanana kadar Luc Montaigner ve Fransız ekibinin gönderdikleri yazıyı yayına almıyor. Bütün bunlar aslında kim bu virüsü ilk bulan olarak kabul edilirse patent ve birtakım parasal haklara sahip olacak, o ülke ya da o kurum. Bütün bunlar devreye giriyor. Uzatmayayım, Luc Montaigner’in Nobel ödülü alma serüveni böyle başlıyor; bütün bu bilgileri vermemin nedeni de tamamen rastlantı eseri, hasbel kader o dönemde ben de Luc Montaigner ekibinin kapı komşusu olan, Institut Pasteur’ün bir başka departmanında görev yapıyordum. Buradan iyi tanıyorum o ekibi ve o ekibin çalışmalarını. O nedenle bütün bu anlattıklarımı biraz detaylı dillendiriyorum. Daha sonra Luc Montaigner aradan bir yıl geçince Institut Pasteur’ün direktörlüğüne aday oldu ve yapılan seçimde 1000 küsur Institut Pasteur çalışanının 14 tanesinin sadece oyunu aldı. Yani çok sevilen çok takdir edilen saygı duyulan bir bilim insanı değildi. Institut Pasteur’den ayrıldı -garip bir serüveni var- daha sonra, önce UNESCO’nun bir binasına yerleşti Paris’te, bir ara Amerika’ya Rockefeller Enstitüsü’ne geçti, bir yıl sonra oradan çıktı. Arada farklı şeyler oldu, 2012 yılında Kamerun’da bir araştırma laboratuvarının başına geçecekti ki başka Nobel ödülü almış bir kişi bir yazı yazıp Kamerun devlet başkanına “Böyle bir şey yapmayın, bu bilime saygısızlık.” dedi ve Luc Montaigner’in Kamerun’da bir enstitünün başına geçme olanığını kapatmış oldular. Daha sonra Çin’e geçti ve Çin’de kendisinin ve oğlunun editörü olduğu bir dergi çıkarttı ve bütün yayınlarını oradan yapmaya başladı. Şimdi bütün bunlar olabilir de ben bunu niye dillendiriyorum? Tabii Luc Montaigner’in bir Fransız cerrah olan Henri Joyeux ile birlikte 2017’den beri aşı karşıtı kampanyalarını yürüttüğünü biliyoruz. Bunu söylememin nedeni de Türkiye’de bazı ortamlarda işte “Luc Montaigner de kocaman Nobel ödülü almış bir bilim insanı, onun da görüşlerini dikkate almamız lazım” filan gibi şeyler deniyor ama o öyle değil. Uzattım, biliyorum ama bunu söylemekte yarar var; ne tür şeyler söyledi son yıllarında? Bir tanesi hiçbir kanıt olmadan ani çocuk ölümleri dediğimiz bir tür patoloji. Bu çocuk ölümlerinde aşıların sorumlu olduğunu iddia etti ve “Nedeni belli değil ama ilişki olduğunu düşünüyorum.” dedi. Nobel ödülü alan birinden böyle bir açıklamada “Hop ne oluyor?” diyor insanlar. Daha sonra otizmi ele aldı ve “Otizm bir bakteri enfeksiyonudur ve bütün otistik olguları ben antibiyotik tedavisi ile iyileştiririm.” teorisini ortaya attı. Arada daha da çıtayı yükseltti ve “Suyun hafızası” isimli bir kuram vardı 80’li yıllarda -belki bir gün bir programda konuşuruz bunu- aslında Jacques Benveniste denilen önemli bir araştırıcı, 80’li yılların başında Mitterand’ın bilim danışmanıydı, onun başlattığı bir görüş, hiç uzatmayayım “Suyun hafızası” kuramını ileri sürdü;  suyun içine bir molekül koyuyorsunuz, daha sonra bunu o kadar sulandırıyorsunuz ki artık son sulandırmanızda o molekül yok ama bu suyu, yani bir dönem o molekül ile temas etmiş ama artık molekül barındırmayan suyun içinde eskiden temas ettiği moleküle ait birtakım bilgilerin, hafızanın bulunduğunu ve mikroorganizmaların hepsinin DNA’ları üzerinden birtakım elektromanyetik dalgalar yaydıklarını, yani daha sonra bilim dünyasında hiç rağbet görmeyen birtakım görüşlerine yer verdi çalışmalarında Montaigner. Söylediği hep “Nobel ödülü alan insanlar olduğumuz için biz her şeyi söyleyebiliriz, bize kimse itiraz edemez.” dedi. Bir Korona Günleri programında bu kadar uzun Luc Montaigner’ye yer ayırmamın nedeni, kendisinin yaşamını yitirmesi ve aynı zamanda son yıllarda da Covid-19’la ilgili söylevleriydi. Çünkü Luc Montaigner, Covid-19’un bir pandemi olmadığını, yapılan aşılarla, bu aşılara bağlı olarak iki yıl içinde birçok insanın öleceğini, aslında yapay olarak Çin’de üretilen bir virüs olduğunu, SARS-CoV-2 virüsünün genetik yapısını incelediğinde burada AIDS etkeni olan HIV virüsünün ve sıtma parazitinin bazı bölgelerinin bulunduğunu iddia etti ve sonuçta pek rağbet görmeyen -en kibarından iyice uçuk diyeyim- söylevler ile anti aşı gruplarının neredeyse liderliğine soyundu. Nitekim ölümünden sonra hafta sonu da Fransa’da aşı karşıtı gruplar bunu “En önemli liderimiz, en değerli bilim insanımızı kaybettik.” şeklinde yansıttılar. 

ÖM: Homeopati’nin de önemli savunucularından.

"Nobel hastalığı"

SB: Evet, işte o “Suyun hafızası” üzerinden gidiyor homeopatiye. Bu arada ABD’de David Corsky isimli bir kişi var, bu “psedoscience” ya da yalancı bilimi irdeleyen bir kişi -Detroit’te böyle bir departmanı var- onun değimiyle “Nobel hastalığı” gibi bir hastalığa tutulduğunu söylüyor. Luc Montaigner’e de iki örnek veriyor, bir tanesi Linus Pouling, kendisi çok değerli bir kuantum fiziği araştırıcısı ve iki Nobel’i var Pouling’in, onun son yıllarda Vitamin C üzerinden çok garip iddiaları olmuştu. Bir diğeri de etolog Nikolaas Tinbergen, o da otistiklerin özellikle frijit kadınların doğurduğu çocuklar olduğunu söylemişti. Bunlar da Nobel ödülü alıp birazcık, kendilerini hani uçuk düşünceleri savunma zorunluğunu hisseden insanlar. Buradan işte Luc Montaigner’i hatasıyla, sevabıyla, yaptıklarıyla HIV ve AIDS konusundaki buluşuyla anmakta yarar var diye düşündüm ama bağladığım yerde bu Covid-19’a ait söylediği hani bilim ve gerçek dışı birtakım iddiaları dile getirmekte de yarar var. 

ÖM: Verdiğiniz en çarpıcı örneklerden biri de şeydi, tabii yani çalıştığı kurumda yüksek bir mevkiye getirilmesi için sadece 14 kişi var, binlerce kişi arasından.

SB: Evet, yani bu bilgi gerçekten gazete haberi değil; benim de bulunduğum, çalıştığım kurumdaki kendi gözlemlerim.

ÖM: Çok çarpıcı bir veri.

SB: “Kimse beni çekemiyor” filan diyor kendisi ama iyice şey yaptı yani… Bir gün belki Güven Güzeldere ile böyle bir şey yapabiliriz, bu Suyun hafızası konusunu, çünkü o uzun yerlere gidiyor, yani deneylerini filan anlatmak lazım, çok ilginç. Fransa’da bilgisayara aldıkları ses dalgalarını internetten İtalya’ya yolluyorlar, İtalya’daki laboratuvarda aynı DNA molekülünü üretiyorlar ya da sentezlettiriyorlar, böyle çok garip şeyler var. Hatta bu ilk deneyleri yapan aslında çok düzgün bir bilim insanıydı, niye o yola saptı anlamam mümkün değil. Jacques Benveniste’in Nature dergisinde makalesi çıktı, çıktıktan sonra çok eleştiri aldı bu Suyun hafızasıyla ilgili olarak. Bunun üzerine Nature dergisi laboratuvara geldi, laboratuvarda kendilerinin şahitliğinde bu deneyi tekrarlamasını istediler. Yine ben rastlantı eseri oradaydım, biz böyle camın arkasından bakıyorduk. İlginç olan televizyon kameraları var, Nature dergisinin editör ve editör yardımcıları var, yanlarında bir tane de bir adam gelmişti. Bu adam kim filan, sonradan öğrendik; adam da sihirbazdı, yani el çabukluğuyla bir üç kağıt olmasın orada diye bir de sihirbaz getirmişler denetleme kurulu içinde. Böyle de hoş hikayeler vardı ama bu Jacques Benveniste’le başlayan ve Luc Montaigner ile biten suyun hafızası kuramını bir ara konuşalım. Garip bir öykü.

ÖM: Evet, konuşalım.
SB: İşte böyle durayım, bugün fazla Covid bilgisi veremedik ama bir de yine sizin belirttiğiniz gibi Dünya Radyo Günü dışında St. Valentine ya da Sevgililer Günü ve Aksaray’da bir gün önce eşinin boğazını kesip dört ayrı yerden bıçaklayan adamın mesajıyla bana ayrılan süreyi bitireyim. “Eşine Allah şifa versin, kendisini çok seviyorum, dua ediyorum, Allah çocuklarına bağışlasın” diye bir de böyle temennilerde bulunmuş… St. Valentine kutlaması gibi bir şey olmuş bıçakladığı eşine karşı. 

ÖM: Peki bir kadını da bıçaklamışlar, öldürmüşler ve büyücü olduğunu söylemişler. Bunun da adı aynı dünün yani, bugünün haberi.

SB: İyi, haftaya iyi başladık!

ÖM: Peki çok teşekkür ederiz.

SB: Size de iyi günler, iyi yayınlar!

ÖÖ: Görüşmek üzere.

SB: Sağ olun!