"İktidarın yargıya doğrudan müdahalelerinin en vahimini yaşıyoruz"

Ufuk Turu
-
Aa
+
a
a
a

Ufuk Turu'nda Ahmet İnsel'in gündemini Gezi Davası kararı ve buna AB kurumlarından gelen tepkiler ile Fransa'daki Cumhurbaşkanlığı seçimleri oluşturdu.

Davadan çizimler
Ufuk Turu: 26 Nisan 2022
 

Ufuk Turu: 26 Nisan 2022

podcast servisi: iTunes / RSS

(26 Nisan 2022 tarihinde Açık Radyo’da Ufuk Turu programında yayınlanmıştır.)

(Bu metin hızlıca hazırlanmış bir ses kaydı deşifresidir, nihai biçiminde olmayabilir.)

Ömer Madra: Günaydın Ahmet, merhabalar. 

Ahmet İnsel: Günaydın.

Özdeş Özbay: Günaydın. 

Aİ: Günaydın Özdeş. 

ÖM: Evet, herhalde Ufuk Turu’na bu sefer Türkiye'den başlayabiliriz…

Aİ: Evet. 

ÖM: Gezi Parkı davası ve Osman Kavala nedeniyle. 

Aİ: Evet. Biraz evvel siz de uzun uzun izah ettiniz. Yani bunun hukukla, yürürlükteki yasalarla, genel bir hukuk anlayışından vazgeçtim, Türkiye'deki yürürlükteki yasalarla alakasının olmadığı bir karar. Zaten dört buçuk yıldan beri üst üste alınan kararların hepsi bu hukuksuzluğun, yürürlükteki yasalara… Yani şunun hakikaten üzerinde durarak, sürekli durarak ve altını çizerek söylüyorum; Türkiye'deki bu yasalara, kendi çıkarttıkları yasalara da uymama üzerine kurulu bir karar dizisi dört buçuk yıldan beri uygulanıyor. Ve sonunda da insanın hakikaten tahayyül dünyasını aşabilecek boyutta bir ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasını mahkeme, Osman Kavala'ya takdir etti. Şunu hatırlatayım, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası şu andaki ceza yargısındaki en ağır cezadır. İdam cezasının kaldırılmasından sonra onun yerine kalmış olan, yani idam cezasıyla eşit ağırlıklı bir cezadır, en ağır cezadır.  erilen hapis cezasında asgari otuz yıl hapis yatma koşulunu gündeme getiren bir hapis cezasıdır ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası. Yani olabilecek en ağır suç. Kadın cinayetlerinde, insan öldürenlerde falan genellikle verilmeyen bir cezadır bu. On on beş sene hapis cezası, bazen sekiz sene hapis cezası, karısını, kızını veya sokakta eski sevgilisini öldürenlere verilen ceza sekiz, on, on beş sene hapis cezasıyken buradaki cezanın ağırlığını belirtmek için söylüyorum. Diğer taraftan yedi kişiye verilen on sekiz yıl hapis cezası da bu müebbet hapis cezasının bir şekilde etrafını beslemek için verilmiş cezalar. Ve onların hepsi de sanki kaçma şüphesi varmış gibi, örneğin Çiğdem Mater bir yıldan beri yurtdışında film çalışmalarına devam ederken kendisi hiçbir zorunluluğu olmamakla beraber şubat ayında kendisi gönüllü olarak Türkiye'ye dönmüş, yeniden açılan davaya, son duruşmalarına katılmak için dönmüş birisi. Kaçma şüphesi olduğu gerekçesiyle tutuklanıyor bütün bu kişiler aynı zamanda ve hepsi şu anda dün akşamdan itibaren Bakırköy ve Silivri cezaevlerine derdest edilip götürüldüler. Bu hakikaten…

ÖM: Biraz Kafka’nın da ‘Dava’sını hatırlatmıyor değil yani. 

Aİ: Biraz aşıyor galiba. 

ÖM: Aşıyor. 

ÖÖ: Bu arada sizin bahsettiğiniz Çiğdem Mater'le ilgili de Gökçer Tahincioğlu T24'te şöyle bir vurgu da yapmış; “Kavala'nın talimatıyla Gezi belgeseli çektiği iddia edilen, sanıklardan Mater’in o belgeseli de hiç çekmediği ortaya çıktı.” 

Aİ: Çekmedi. Ya zaten dediğim gibi, yani biraz evvel üçüncü hakimin muhalefet kaydını, şerhini okudunuz. İki şey söylüyor; birincisi, Osman Kavala'yla ilgili deliller, delil olarak kullanılanlar yasadışı ve telefon dinlemeleri. İkincisi, bu deliller yasadışı elde edildiği için zaten hükümsüz. Velev ki bu deliller üzerinden, hükümsüz deliller üzerinden kanaat geciktirmeye çalışsak ortada bir suça kanıt oluşturacak bir eyleme geçmiş hal yok, bir kanıt yok. Bu aynı şey Çiğdem Mater için geçerli, bu aynı şey Tayfun Kahraman için geçerli, aynı şey Mücella Yapıcı için, Mine Özerden için, Hakan Altınay için, Can Atalay için, Yiğit Ekmekçi için, hepsi için geçerli. Yani hükümeti devirmeye çalışmak teşebbüsünün ötesine geçmiş bir suçlamadan bahsediyoruz. Ortada ne bir harekete geçme eylemi var, ne bir silah var, ne bir zor var, ne bir örgütlü bir eylemlilik hali var. Yani bunların hiçbiri yok. Sadece toplama, “onu, bunu getirdim”, işte Taksim Dayanışması’ndaki iki üç sözcü, söz almış kişiler; o da binlerce, on binlerce, yüz binlerce insanın olduğu bir yerde eşantiyon gibi üç-dört kişiyi seçerek hem Osman Kavala'nın tutuklanmasını, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası tek başına veremeyecekleri için yanına insanların katılmasını yaparlarken diğer taraftan da Gezi gibi bir toplumsal olayı tamamen krimininize ederek, toplumu tehdit ederek “bir daha benzer bir gösteri yaparsanız bakın başınıza neler gelecek” tehdidini açık biçimde göstererek, yani sonuçta şu anda hükümet veyahut iktidarın yargıya doğrudan müdahale ettiği birçok vakanın belki de en vahimini yaşıyoruz şu anda, karşımızda var. Ve bu davanın öyle bir siyasi amaçla yürütüldüğü o kadar aleni ki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin Osman Kavala'nın tutuklanmasıyla ilgili verdiği ihlal kararının bir gerekçesi ifade özgürlüğünün kısıtlanması, temel hak ve özgürlüklerinin kısıtlanmasıyken bir ikinci gerekçesi -ki bu son derece önemli- Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin on sekizinci maddesinin de ihlal edildiğini de belirtmişti AİHM. O ihlal ne ne demekti? O ihlal, iktidarın mahkemeyi siyasi amaçlarla bu hükme, bu tutuklamaya yönlendirdiğini, yani siyasi amaçla yargının çalıştırıldığının kanıtı olarak göstermişti. Ve bu şimdi artık çok daha açık biçimde karşımıza getirilmiş durumda. Önümüzdeki birkaç ay içinde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin Büyük Dairesi, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi'nin kendisine yönelttiği soruyu yanıtlayacak. Soru şu, hatırlatayım, “Osman Kavala'nın tutukluluğunun devam etmesi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin verdiği kararlara rağmen devam etmesi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin ihlal edilmesi anlamına geliyor mu, diye sordu Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne. Büyük Daire’nin vereceği karar ki büyük ihtimalle “evet,” bu ihlal devam ediyor” olacaktır, hele şu karardan sonra daha da fazla ortaya çıkacaktır. Arkasından da Bakanlar Komitesi’nin Türkiye'yle ilgili yaptırım aşamasına geçmesi söz konusu ki bu Türkiye'nin 1980 Darbesi sonrasında başına gelmiş bir yaptırım vardı, hatırlayacaksınız, askıya alınmıştı. Ve bütün bunlara rağmen iktidar hem Avrupa Birliği'ne hem Batı'ya hem Türkiye'deki sivil toplum örgütlerine, demokrasi güçlerine, hepsine bir meydan okuma, “sizi hiçbir şekilde kale almıyoruz, biz istediğimizi, istediğimiz gibi yaparız” diyen yerli ve milli bir otokratın tahakkümünün tescil edilmesi, simgesi olarak bu davada dün mahkumiyet kararları çıktı. 

"HDP'nin kapatılması davasında bunun benzeri olabilir"

ÖM: Evet, yani Türkiye'ye belki de şimdiye kadar uygulanabilecek en ağır yaptırımı olabilir. Yani daha önce Azerbaycan için vardı Amanov Davası. 

Aİ: Ama onda Azerbaycan yaptırımının son aşamasına geldiğinde Amanov’u serbest bıraktı.

ÖM: Serbest bıraktı, evet. Burada onun aksine bir durum var yani. 

Aİ: Burada bir inatlaşma var ve Avrupa Birliği'nin bu Ukrayna savaşı nedeniyle Türkiye'nin aracı konumuna sıcak bakması… Daha iki gün önce Tayyip Erdoğan Avrupa Birliği'ne yakınlaşmak için her türlü çabayı göstereceğiz diyen bir lider olarak, resmen alay etmekte aslında insanlarla. Resmen, “ben istediğimi yaparım, astığım astık, kestiğim kestik” gibi bir Deli Dumrul tablosu içinde olduğunu söyleyebiliriz.

ÖM: İletişim başkanı da Türkiye'nin demokratik bir hukuk devleti olduğunu vurgulamıştı dün. 

Aİ: İşte o da zaten biliyorsunuz, Nazi Almanya'sındaki Goebbels’i çok andıran bir konumda olduğunu herkes takdir ediyor. Bu hakikat-sonrası dünyanın belki de mümtaz simalarından bir tanesi kendisi de aynı zamanda. Fakat bunun bedeli çok ağır. Yani insanlara bu ödetilen bedel kadar bunun topluma ödettiği bedel çok ağır. Bu ağır bedeli ödetenlere de ödetilmesi gereken bir bedel var elbette. Bugün Taksim Dayanışması'nın 19.00’da Beyoğlu'nda yapacağı bir basın açıklaması var. Bu basın açıklamalarının yanında tabii toplumsal muhalefetin, demokrasi güçlerinin; özgürlük, eşitlik, demokrasi talebinin dile getirildiği çeşitli kurumların, kuruluşların, partilerin, sendikaların bir araya gelip “nereye gidiyoruzu” daha somut biçimde değerlendirmesi lazım. Önümüzdeki seçimler elbette önemli, son derece önemli, yadsımamamız gereken, küçümsemememiz gereken, Türkiye'deki değişimin ana anahtarlarından biri, adımlarından biri olacak bir adımdır, ama Tayyip Erdoğan'ın bu attığı adımlar kendisinin gemileri yakarak ilerleme kararında olduğunu da gösteriyor. Önümüzdeki günlerde, aylarda Halkların Demokratik Partisi'nin kapatılması davasında geleceğimiz aşamada bunun benzeri olabilir diye endişe ediyorum doğrusu.

ÖM: Cumhuriyet Halk Partisi ve diğer muhalefet partileri de acaba bu Taksim Dayanışması’nın Çağlayan Adliyesi önündeki “Ses çıkar Türkiye” çağrısına, yani “Çağlayan'ı terk etmiyor, bu hukuksuzluğa karşı sesimizi yükseltiyoruz. Adalet nöbeti için Çağlayan Adliyesi'ndeyiz” diye biten çağrısına nasıl bir cevap vereceği de merak konusu herhalde. Önümüzdeki günler ve saatlerde göreceğiz, ama bunun sadece artık bekle-gör-sabret, bu “sabrın sonu selamet” anlayışının da herhalde bir sınırı olması lazım. Şunu da belirtmek isterim, Türkiye'de elbette en önemlisi demokratik serbest ve barışçıl bir biçimde gerçekleşebilmesini temenni ettiğimiz seçimler yoluyla iktidarın değişmesi, demokrasinin, en azından asgari anlamda hukuk devletinin yeniden tesis edilmesinin önünün açılması, seçim yoluyla, toplumun çoğunluğunun iradesiyle, serbest iradesiyle gerçekleşmesi olmazsa olmaz bir gerekliliktir. Bunun başka yollarını düşünmek korkunç sonuçlara gebe bir düşünce anlayışıdır. Ama sadece seçim değil, diğer taraftan toplumun hareketlenmesi de gerekir. Örneğin pazar günü Slovenya'da seçimler yapıldı. Gayet barışçıl biçimde seçimler yapıldı ve bu seçimlerde iki yıldan beri Slovenya’da başbakanlık yapan ve eski bir komünistken giderek aşırı sağ, milliyetçi bir çizgiye gelen Janez Jansa, altmış üç yaşındaki Janez Jansa beklenmedik bir şekilde hezimete uğradı. Oyların yüzde yirmi üç buçuğunu aldı ve mecliste partisi küçük, yeterli olmayan bir milletvekili sayısına sahip oldu. Bunun karşısında Robert Golob, bundan birkaç ay önce siyasete atılmış… 

ÖÖ: Dört ay önce.

Slovenya'daki son seçimler Türkiye'ye örnek olabilir mi? 

Aİ: Evet, ocak ayında partisini kurdu, özgürlük hareketini kurdu. Merkez sol, çevreci… Merkez sol, öyle çok radikal sol değil, merkez sol, çevreci bir hareket, oyların yüzde otuz dört buçuğunu aldı. 2000’de kısa bir süre hükümette -çok kısa bir süre hükümette müsteşar veya bakan yardımcısı konumunda- yer almış olan bu Rober Golob  dolaylı olarak devlete ait bir güneş enerjisi, elektrik şirketinin yöneticisiyken siyasal nedenlerle görevden alınmasına tepki olarak siyasete atılmış geçtiğimiz sene ve 22 Ocak’ta Özgürlük Hareketi’ni kurup dört ay sonra da mecliste, doksan milletvekillik mecliste 41 milletvekiline sahip bir parti lideri olarak hükümet başkanı olacak, başbakan olacak. Şunu da belirteyim, Slovenya'da bir yıldan beri Slovenya muhalefeti, demokrasi güçleri, sivil toplum hareketleri sürekli hareket halindeydiler, çünkü iktidara mart 2020’de gelmiş olan Janez Jansa açık biçimde medyaya savaş açtığını ilan etmişti, sivil toplumla didişmeyi asli faaliyet haline getirmişti, kamu medyasının başına kendisine yakın adamlar yerleştirmişti ve Macaristan'da Viktor Orman'a yakın iş adamlarının Slovenya'da kendisine yakın medya kuruluşları açmasına destek vermişti, hukuku, mahkemeleri denetim altına alma çabalarına başlamıştı ve bunlara karşı Slovenya'da “biz Macaristan olmak istemiyoruz. Biz Victor Orban'ın bir benzerini ülkemizde istemiyoruz” diyerek, harekete geçerek seçimler yoluyla son verdiler bu otokrasileşme veyahut illiberal demokrasi eğilimine. Sosyal demokratlar veyahut sol koalisyonla -ki onların da, sosyal demokratların yedi milletvekili, sol koalisyonun beş milletvekili var- ayrı ayrı veya hep birlikte bir koalisyon kurarak ilk sözü “özgürlüğü yeniden tesis etmek için bize verilen açık vekaleti hemen yerine getireceğiz” oldu Robert Golob’un. Bunu Türkiye toplumunun da yakın bir gelecekte başına gelecek en iyi şey olabileceğini düşünüyorum. Şunu da belirteyim, Slovenya’da beklenmedik biçimde seçimlere katılım arttı, bir önceki seçimlerde yüzde kırk beş, yüzde kırk yedi olan katılım bu seçimde yüzde yetmişe varmış. 

Fransa seçimleriyle ilgili de şunu söyleyebiliriz, yani ucu ucuna belki neo-faşist veyahut aşırı sağcı, aşırı milliyetçi partinin liderinin seçilmesi engellendi ama beklenenden belki biraz daha da az oy alması, oy oranının biraz daha düşük olmasını da sağladı Macron'a yönelik destek hareketi. Ama Fransa'da katılımın yüzde yetmiş iki olduğu bir seçimde iki buçuk milyon, yüzde altı civarında boş oyunda kullanıldığı bir seçimde ki dolayısıyla seçmen topluluğu içinde geçerli oy kullanan seçmen oranı yüzde altmış altı, yüzde altmış yedi civarında. Bu yüzde altmış altı, yüzde altmış yedi geçerli oy kullanan seçmenlerin yüzde kırk bir buçuğunun aşırı sağ partiye oy verdiği, oy vermeye cüret ettiği, o aşırı sağ partiye oy vermeye elinin gittiği bir Fransa'dan bahsediyoruz. 

ÖM: Tüyler ürpertici yani. 

Aİ: Efendim? 

ÖM: Tüyler ürpertici aslında. 

Aİ: Tüyler ürpertici. 

ÖÖ: Siz geçen hafta bir ihtimalden söz ediyordunuz, belki seçimlere katılım oranı düşebilir. O da aradaki işte farkı, Le Pen ile Macron arasındaki farkı belirleyecek diyorsunuz. Galiba düşmemiş önceki seçimlere göre değil mi? 

Aİ: UYani birinci tura göre mi diyorsunuz? 

ÖÖ: Evet. 

Aİ: Aradaki tek fark beyaz oy, boş oy oranı çok yüksek, yüzde altı, iki buçuk milyon. Yani birinci turda beş yüz bin boş oy, beyaz oy varken şimdi iki buçuk milyon boş oy var. Yani iki milyon boş oy var. 

ÖÖ: Bunu örgütleyen var mıydı, yoksa öyle bir yurttaş tepkisi mi?

AB Parlamentosu ve Konseyi'nden Gezi Davası'na yönelik açıklamalar

Aİ: Bu büyük ölçüde Mélanchon’un yani bu Boyun Eğmeyen Fransa Hareketi’nin seçmenlerinin üçte birinin Macron'a oy vermek yerine boş oy kullanma eğiliminde olduğunu biliyorduk. Bunu açık biçimde örgütleyen yok şu anda. Böyle küçük birkaç tane hareket var ama onların pek etkili olduğu söylenmez. Daha çok Boyun Eğmeyen Fransa Hareketi’nin seçmenlerinin bir kısmının zaten boş oy verme eğilimini beyan ettiklerini biliyoruz daha önceden. Büyük ihtimalle ağırlıklı olarak onlardan gelen bir boş oy miktarı. Boş oy geçerli oy sayılmıyor Fransa'da. Bir de geçersiz oylar var ayrıca. Onlardan bahsetmiyorum, onlar da altı yüz bin civarında. Evet, yani Fransa'daki durumda şimdi üçüncü tur başladı, yani milletvekilleri için hazırlıklar yapılıyor ve burada da sağın bu aşırı sağ lider etrafında toplanıp toplanmayacağı sorusu artık sorulur hale geldi Fransa'da. Bu korkunç bir şey. Merkez sağın Macron etrafında, Macron'un çekim alanına girmesi söz konusu elbette. Macron giderek daha fazla merkez sağ alanı işgal etmeyi düşünüyor anladığımız kadarıyla. Zaten beş yıllık iktidar da ona dayanıyordu. Solun ise bu durum karşısında toparlanıp ortak biçimde seçimlere girip girmeyeceğini göreceğiz. Bu Mélanchon’un tavrını biraz burada belirleyici olacak. Yani “birinci turda bana verilen oyların hepsi benim programıma verilmiş oylardır” diyerek diğerlerinin aldığı yüzde iki, yüzde üç oy sadece onu dikkate alırsa bu tabii biraz zor bir ittifak olacak, çünkü Mélanchon'a verilen oyların Boyun Eğmeyen Fransa liderine birinci turda verilen oyların önemli bir bölümü kendi programına değil, “aman bu adam hiç olmazsa ikinci tura kalsın” diye diğer sol partilerin seçmenlerinin verdiği oylar. Ama bunu dikkate alıp almayacağını bilmiyoruz. 

Türkiye'ye gelirsek, Türkiye bütün bunlardan çok başka bir dünyada şu anda; bir otokratın, otokrasi yönetiminin, yerli ve milli bir otokrasi yönetiminin toplum üzerine tamamen çöktüğü ve giderek, toplumsal desteğini kaybettikçe de radikalleştiği, saldırganlaştığı, korkutarak, bastırarak, sindirerek iktidarını sürdürme politikasını yürüttüğü ve aynı zamanda tabii ki biraz Putin'e benzer bir tarafı da yok değil diyeceğim Avrupa Birliği'nden bakıldığında. Hani biliyorsunuz, Putin'in Ukrayna'ya saldırdığı günden bir gün öncesine kadar Avrupa Birliği'nde herkes “Yok yapmaz, imkanı yok, yapmaz. Yok artık bu kadar da olmaz” diyordu hatırlayacaksınız. Tayyip Erdoğan için de aynı şeyi söylüyorlardı, “yok olmaz bu kadar da. Bunu da yapamaz” diyorlardı. Bu otokrat liderlerin fırsat buldukça ellerinden gelen her şeyi yapabileceklerinin herhalde bir ayrı göstergesi olarak tarihe geçecek bu karar.

ÖM: Evet, peki bir cümle de bu senin son söylediklerine ilave etmek iyi olabilir, Avrupa Parlamentosu'nun Türkiye Daimi Raportörü Nacho Sanchez Amor ve Avrupa Birliği Türkiye Parlamento Delegasyon Başkanı Sergey Lagodnsky yazılı açıklama yapmışlar ve sert tepki göstermişler. Tam da senin de bahsettiğin şeyden bahsediyorlar Ahmet, yani “Temel haklar ve hukukun üstünlüğünü savunanlar açısından üzücü bir gün ve karar mevcut sistemin otoriter karakterini bir kez daha teyit etmekte ve temel haklar ve hukukun üstünlüğü alanında herhangi bir gerçek reform yapma konusundaki isteksizliği açıkça göstermektedir. Bunun sonuçları olacaktır” diyorlar Avrupa Parlamentosu ve Avrupa Konseyi'nde. 

Aİ: Avrupa Parlamentosu'nda ve arkasından da Avrupa Konseyi'nde. Avrupa Konseyi’nde biraz evvel bahsettiğimiz gibi zaten Osman Kavala'yla ilgili ihlal kararının son aşamasındayız, yaptırım öncesi aşamasındayız. Ama bu da tabii uzun sürüyor. Yani bütün bu süreçler çok uzun süreçler, insan ömrünün… Şu anda Osman'ın dört buçuk yıl özgürlüğünü çaldılar. Yedi arkadaşımızın da belki aylarca, yıllarca sürecek özgürlüklerini çalıyorlar. Bu çalma resmen. Bunu başka türlü izah etmemiz mümkün değil. Ve bunun bedelini toplum olarak ağır biçimde ödüyoruz. 

ÖM: Evet, peki burada bitirelim istersen Ahmet. 

Aİ: Oldu. 

ÖM: Teşekkür ederiz. 

ÖÖ: Görüşmek üzere. 

Aİ: İyi günler.