"Birisi 'radyo kuracaksın' dese katiyen inanmazdım!"

-
Aa
+
a
a
a

Ömer Madra, Açık Radyo 19. Dinleyici Destek Yayını vesilesiyle Vakayiname özel programında programcı koltuğundan konuk koltuğuna geçti ve Açık Radyo'nun kuruluş hikayesini anlattı. 

Ömer Madra Açık Radyo stüdyolarında

(15 Nisan 2022 tarihinde Açık Radyo’da 19. Dinleyici Destek Projesi kapsamında Vakayiname programında yayınlanmıştır.)

(Bu metin hızlıca hazırlanmış bir ses kaydı deşifresidir, nihai biçiminde olmayabilir.)

Güven Güzeldere: Vakayiname'ye hoş geldiniz. 95.0 FM Açık Radyo'dayız. Bu programı Ömer Madra, Özlem Teke ve ben, Güven Güzeldere birlikte yapıyoruz. Bugün ayrıca Açık Radyon'un Dinleyici Destek Şenliği içinde özel bir yayın yapacağız. Bugün bir konuğumuz yok. Daha doğrusu konuğumuz bizzat Ömer Madra. Vakayiname’ye başladıktan bu yana hiç konuksuz program yapmamıştık. Tek bir istisnası var; Ömer Madra covid olduktan sonra ve bir hastane kalışından sonra iyileşip evine döndüğünde o dönemi anlattığı, o zamanları anlattığı bir program yapmıştık. Yine kendisi konuk olmuştu bu anlamda. Bugün de yine Ömer Madra’dan Açık Radyo’nun kuruluş hikayesini dinlemek istiyoruz. Çünkü ben hemen hemen hiçbir şey bilmiyorum o zamanlara dair. Özlem hanım siz biliyor musunuz? 

Özlem Teke: Biliyorum, ama Ömer beyden tekrar dinlemek çok keyifli olacaktır. 

GG: Anladım. Peki, şimdi şuradan başlayalım; 1995’te yayına başlıyor Açık Radyo, onu biliyoruz. Ama hani bir akşam aklınıza geldi “ya bir radyo açalım da biz de bir şeyler yapalım” diye mikrofonu ertesi gün fişe taktınız, konuşmaya başladınız değil elbette, böyle olamaz. Yani hem bunun kurumsal bir altyapısı lazım hem mali bir destek gerekiyor hem teknik altyapıyı kurmak gerekiyor hem de tabii her saati dolduracak programlar bulmak gerekiyor. Bunlar nasıl bir hazırlık döneminden geçti, ne kadar sürdü, hatta ondan öncesinde bu Radyo fikri nasıl oldu da aklınıza geldi, biraz buradan başlayabilir miyiz Ömer bey?

Ömer Madra: Tabii, memnuniyetle. Yani aslında çok tuhaf bir hikayesi var. Ben tamamen radyocu kuşağın bir temsilcisiyim aslında. Hayatımı çok derinlemesine etkilemiş araçlardan biri, en önde gelenlerinden biridir. Daha çok kendi arkadaşlarım için yaptığım DJ'lik maceralarım vardır. Büyük bir popüler müzik meraklısıydım. Hatta işte böyle BBC dışında radyolara izin verilmediği bir dönemde korsan radyolar vardı, Radio Luxenbourg diye, aslında Lüksemburg'dan yayın yapıyor vergi ve legal sebeplerden dolayı ama tamamen, bütün yapımcıları İngilizlerdi ve orada kısa dalga radyodan deliler gibi onu dinlerdik arkadaşlarla beraber, High School ve Robert Kolej'deki arkadaşlarla. Ve hatta, hakikaten inanılması güç gibi gelecek ama -tabii cızırtılı, pıtırtılı da oluyor- kendi listelerimiz vardı, TOP 20’ler; herkesin kendi listesi, en iyi, en sevdiği ilk yirmi filan diye. Ve ben bir seferinde, böyle Radio Luxembourg’u dinlerken çok iyi bir grup vardı ama grubun ismini yakalayamadım, ama hemen birinci sıraya aldım. Listeye sıfırdan, bir numaraya girdi: “Love Me Do” parçası. Daha o zamanlar Beatles hiç bilinmiyordu. Hatta bir hafta filan da uğraştım kim bunlar, nedir, bir adam mı filan diye. Yani Beatles'ı dünyada ilk keşfedenlerden biri de oldum radyo sayesinde. Ve hatta yakın bir arkadaşımla TRT'ye de gidip -bugün Reha Uz’un programının sponsorluğunu yapan Ralfi Kanza çok yakın bir dostumdur hala, çok eski dostlar bunlar- birlikte gidip TRT'ye başvurduk, biz böyle bir pop müzik programı yapmak istiyoruz diye, on yedi yaşındayız, daha doğrusu Ralfi on altı, ben on yedi. “Tamam, biz sizi ararız” dediler. Öyle kaldı bizim maceramız, ama o tarihte ayrıca Şahin Alpay'la da Ayvalık’ta DJ'lik çalışmalarımız vardı, eski teyplerle filan ilk yirmimizi çaldığımız, kayda aldığımız öyle bir macera vardı. Yani benim radyodan, özellikle TRT günlerinden, son derece etkilendiğim bir dönemden bahsediyoruz. Orhan Hançerlioğlu'nun felsefe üzerine programları vesaire, ya da Çetin Altan’ın gür, davudi sesiyle yaptığı şeyleri çok izler ve popüler müzik programlarını da izlerdim filan. Neyse, öyle bir şey kaldı içimde ve bence Amerika Birleşik Devletleri'nde de radyonun en önemli fonksiyonlarından bir tanesi bu rock kuşağını da ortaya çıkartması. Tam da İkinci Dünya Savaşı sonrasında, bir önceki kuşağa isyan edenlerin sesi olduğunu düşünüyorum. Sonradan erken öten horoz gibi bastırdılar onu filan ve oradan da Britanya'ya geçti ve işte Beatles’la beraber filan da tekrar rock’n roll devrimi orada, İngiltere'de başlayıp geri döndü. Bütün bunların derinlemesine bir etkisi vardır. Herhalde, işte evin içinde de bolca konuştuğum bir mesele, özellikle de orada oğlum, o sırada Fransa'daydı; Cem Madra, Fransa'dan geldiği zamanlarda kendisiyle birlikte ciddi, sonu gelmez sohbetlerimiz olurdu böyle “niye bir radyo programı yapmıyoruz?” diye. Tamamen çağrışım tekniğine bağlı olarak her konuda, böyle odanın içinde dolaşırken her türlü yeme, içme seslerinin de geldiği hatta Cem, Beysun Gökçin'in filminde -güzel bir film yaptı- ondan birazcık bahsedecek olursak 2005’te “Bir Radyo Macerası” diye programcı dostumuz Beysun Gökçein'in yaptığı filmde Cem Madra da  “Geliyordu işte radyo işi. Kimse tabii inanmıyordu, kendi karısı da inanmıyordu buna” diyor Meral'i kastederek. “Hepimiz, tamamen uçuyor bunlar, olur bunlar, geçici bir şey, olacak filan… Babamla ve İstanbul'a geldiğim zaman başka arkadaşlarımla bitmez tükenmez geceler yaptığımız -herhalde bir kısmı geyiktir ama bizi uçuruyordu, hala da uçuruyor beni arkadaşlarımla öyle geceler” diyor, “Başkalarının da ilgisini çekebileceğini düşünmüştük. Ben öyle düşünmüştüm” diyor. İşte “Başta radyo değildi…” diyor, filmde de Şerif Erol sormuş, programcı dostlarımızdan Şerif Erol da var, yer alıyor, “başta radyo değildi ama sadece başkalarını da katmaktı işin içine ve evdeki seslerin de duyulacağı bir programdı söz konusu olan, böyle mikrofonların filan etrafta çok fazla olmayacağı… Nasıl yapılabileceğini düşünüyorduk, ev nasıl stüdyoya çevrilebilir, nasıl canlı olabilir, nasıl bir yerde olabilir?.. Baktık ki böyle bir şey hiçbir yerde yayınlanamaz…” diyor, “…vazgeçtik, işte genel ahlak aile yapısı filan… Ben bilmiyorum nereden gelmişti böyle bir enerji ama…” diyor, “…bu programı madem yayınlayacak radyo yok, o zaman biz de bu programı yayınlayacak bir radyo kuralım demiştik” diyor. Yani oğlum biraz çatlaktır, onu da şimdiden söyleyeceğim. Ben de aynı, ondan geri kalmadığım için bayağı saatler boyunca konuştuk niye olmasın diye. Önce bir radyo programı yapalım diye Radyo Aktif diye İzmir'de bir radyo vardı, hatta ona başvuralım dedik. Kabul ettiler, fakat sonra da düşündük haftada bir İzmir'e gidip gece yarıları program yapıp dönmek filan, takatimiz kalmayabilirdi. Ama biz vazgeçmeden Radyo Aktif'te… kapandı zaten. Şimdi radyo müzesinde İzmir'de kurulduğu için Radyo Aktif'ten de bahsediliyor. Bir de Açık Radyo var. Müzede güzel köşeler ayrılmış durumda. Ama sonuç olarak böyle bir… Cem diyor ki “Tamamen çocuksu bir şey ama ben o sıralarda Türkiye'ye geliyordum böyle jelatinden çıkarılmış gibi…” diyor, “…yani İstanbul'a, Türkiye'ye geldiğim zaman her şey mümkün gibi bir durum vardı. Türkiye'de de her şey, her an mümkün; her şey imkansız ama mümkün... Ne bileyim gaza geldik işte.” diyor. Ben de aslında aynı şeyi… “En azından şu anda Açık Radyo’nun olduğu yerden çok daha amatör, çok daha sınırda bir şey düşünüyordum açıkçası ama Açık Radyo ciddi sosyal politik sorumluluklar üstlendi, bu hale geldi” diyor bu 2005’te yapılmış filmde.

"Meral geliyor, kapıyı kapa!"

Ondan sonra tabii radyonun kurulmasına ilişkin asıl ilginç bir hikayeyi de radyonun genel sorumlusu olan, idari sorumlusu olan Meral Mutlu Madra anlatıyor; “Yani Ömer ve Cem çok uzun konuşmalar yaparlar her zaman. Bunlardan birini yapıyorlardı. Gene aşağı yukarı sekiz ya da dokuzuncu günündeydi. Baktım bakkala gitme süreleri uzamaya başladı. Evin yanındaki bakkala gidip ekmek alıp gelmeleri bir yarım saat, kırk beş dakika, sonra bir saat, bir buçuk saat sürmeye başladı. Bir kere de içeri bir şey almaya giderken bir odada konuşuyorlardı. Biri ‘Meral geliyor, kapıyı kapa!’ dedi. Bunun üzerine ben ‘akşam akşam ne yapıyorsunuz siz?’ diye sordum, ‘ya biz bunu sana söylemeyecektik aslında. Önce yapıp sonra söyleyecektik’ dediler, ‘biz bir radyo kuralım diyoruz ama önce, biliyorum sen şimdi ‘bunlar olmaz diyeceksin’, onun için önce biz kuralım, sana sonra haber verelim diye düşündük”. Hakikaten, aslında gayriciddiliğin doruğunda. Yani bunu ben söylüyorum. “’Nasıl kuruyorsunuz’ diye sordum, ‘işte ne olacak bir vericiyle kuralım, insanlarla konuşup o zaman” diye anlatıyor Meral de. Zannediyorum Cem'in radyoda çalışan bir tanıdığı da vardı, onunla falan da konuşmuşlardı. “Bunu ben ilk böyle duydum, pek inandırıcı gelmemişti” diyor. “Peki, tamam siz kurunca bana haber verirsiniz’ dedim ben de” diyor. “Radyo kurmak hakkında kimsenin hiçbir fikri yoktu. Bir şirket kurmak, yönetmek hakkında da kimse bir şey bilmiyordu. O zaman radyo-televizyon yasası da çıkmak üzereydi. Yani 1994 yılında çıktı; taslakları hazır, yasa çıktı çıkacaktı. İşte o yasa çıkmadan önce bir taslak geldi, inanılmaz… Büyük bir şirket kurmak gerekiyor, anonim şirket. Bunların hakkında da hiçbir fikrimiz yoktu. Ondan sonra bir sürü insanla, yani farklı farklı şekillerde, farklı insanlarla konuşuldu” diyor. “Yani benim de ‘fihrist’ yazılı bir defterim vardı, bin kadar isim ve adres vardı. Hayattaki ender erdemlerimden biri kimin neden anladığını bilmek gibi bir tuhaf alışkanlığım vardı. İşte kime soralım filan diye o defteri açtık, bakkal defteriydi resmen. Ve randevular alındı, bu fikirler söylendi, onların görüşleri alındı” diye anlatıyor Meral. “İçinde yer almak isteyip istemeyecekleri soruldu. Bir yandan da teknik insanlarla konuşmalar yapılıyordu, çünkü çok önemli bir şey. Yani şirketleşme kısmı çok ayrı, finansal kısmı falan, bir de teknik kısmı ayrı. Üç bölüm vardı ve teknikten tabii kimse de hiçbir şey anlamıyordu. Yani yaklaşık yüzün üzerinde, yüz civarında insanla konuştuk. Sonunda Atalay'la konuşunca, ‘tamam, geri kalan dursun, sen biliyorsun, bizim teknik müdürümüz oluyorsun’ falan dedik…”, halen de öyle Atalay Şengül, “…ama şimdi bir kısmının çok komik olduğunu da anlıyorum. Yani bizim masa kullanan çocuklara bile, ‘radyo kurarız, nasıl kurarız?’ diye sorup başka radyosu olan insanlarla da bir sürü toplantı yaptık. Bu iş bir buçuk sene filan sürdü” diyor. En önemlisi, Atilla Aksoy; Atilla Aksoy hem reklamcı hem eleştirmen, çok önemli bir yazardı, Cumhuriyet Gazetesi'nde eleştiri yazıları yazdığı köşesi vardı ve daha da önemlisi hem onun babası benim babamı tedavi eden çok önemli bir hematologdu, Muzaffer Bey -vefat etti maalesef erken yaşta- hem de amcası Muammer Aksoy benim okulda, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ndeki en etkilendiğim hocalardan biriydi. Metodoloji konusunda özellikle ondan olağanüstü etkilenmiş biriydim. Ben gittim ama hiç tanışmıyoruz Atilla Aksoy'la. “Biz bir radyo kuracağız, işte şöyle bir şeyler düşünüyoruz ama sizin yardımınız olmazsa olmaz dediler” dedim. O, bürosunda kabul etmişti beni, “Şimdi şunları, şu ilkeleri yapacağız” filan diye anlattım. Atilla Aksoy'un önemli özelliklerinden biri çok hızlı hareket eden, hızlı karar verip etkili bir şekilde harekete geçen biriydi, ben o zaman bilmiyordum, yeni tanışmıştık. “Boşver şimdi ilkeleri milkeleri…” dedi, “…ne zaman başlıyoruz? Kimlerle konuşuyoruz? Şunlar, şunlar, şunlarla konuşalım” dedik ve aslında işin ilginç tarafı öyle başladı. 

GG: Pardon, sözünüzü kestim fakat bir yandan da destek yayınındayız. İsterseniz destek istediğimizi bir hatırlatalım. Herkes bir yandan dinlerken belki telefon ya da bilgisayardan Açık Radyo’ya destek olmayı düşünebilir.

ÖM: Evet, lütfen.

ÖT: Desteklerinizi bekliyoruz, hem Açık Radyo’nun web sitesinden acikradyo.com.tr’den hem de telefonlarla da desteklerinizi iletebilirsiniz. Bu yıl tekrar bu mümkün, üç yüz kırk üç kırk bir kırk birden desteklerinizi bekliyoruz.

ÖM: Evet, çok teşekkür ederiz. 

GG: Evet, sözünüzü kesmiş oldum. Yani bunlar mesela 1993, 1994 filan, o yıllarda mı oluyor?

"Oyunbozanlık yapmadan sürdürülen bir oyun"

ÖM: 1994 yılında başladı, bir buçuk sene sürdü. Şirketin kuruluşu da 1994’ün eylülünde oldu. Radyonun yayına geçmesi ise 1995 kasımında ama daha önce manifesto yayınladık 1995 haziranında ve burada hemen şeyi ilave etmeliyim; yani fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir şairim diyen Tevfik Fikret'ten ben muhalif bir entelektüel olarak son derece etkilendiğimi söylemeliyim, “Kimseden Ümmîd-i Feyz Etmem” şiirinden. Yani bu her zaman benim zihnimi açan bir mısra, Tevfik Fikret öyle biriydi zaten. Yani öyle bir şekilde başladı kafamda. Cem'den, oğlumdan çok etkilenerek tabii. Daha sonra radyonun kurulmasında çok önemli bir… Destek konuşuyoruz madem, hiç beklenmedik bir destek geldi Engin Altaş’tan. O zamanlar bir fabrikası vardı, fabrika yönetimindeydi, Gön Deri. “Şimdi tüm bunlar, bütün toplantılar yapılıyor…” diyor Meral Mutlu Madra, anlatıyor bu filmde, “…konuşmalar yapılıyor, pek çok insan inanıyor, pek çok insan ‘gidin başımızdan, olur mu böyle bir şey’ diyor. Şeyi görüyorsun, hepsi Ömer'in arkadaşları, dostları. Yani şunu görüyorsun ama…” diyor, “…Ömer gene çok iyi bir proje üretmiş ama eh işte yürümez. Bu işin zaten bir diğer tarafı da var…” diyor, “…bütün entelektüellerin yaptığı gibi ‘hoş bir proje, olur’ filan diye gülümsediler. Ama Engin Altaş farklıydı. Bütün anlatılanları ciddiye alıp daha ortada radyo filan yokken çıkartıp on beş bin dolar para verdi ortaklık payı diye. Parayı ne yapacağımızı bilemedik. Yani 1994 yılında ortada hiçbir şey yoktu ve götürüp parayı bankaya faize yatırdım. Sürekli de, her ay hesap verdim ‘şu kadar banka bilançosu’ filan diye. Yani ‘aman ne düşünürler acaba’ diye aylık gelen şeyleri Engin’e gönderip ‘bak böyle oldu, bu kadar oldu’ filan diye… İşte o zaman iş ciddiye bindi.” diyor. “Yani birinden para alıyorsun, bir şey yapacağım demişsin, bir proje anlatmışsın, inanmış; çıkartıp para verince de ciddiye biniyor iş. O zaman daha bir sorumluluk hissediyorsun.” diyor. “Bu gerçekten önemli bir sorumluluk ve epey bir süre radyonun altyapısını ve işte katılımcılarını filan belirlemek üzere zaman ayırmaya, kafa patlatmaya başladık.” diye gidiyor. “Bir bakıma oyundu” diyor -filmde var Engin Altaş da- “Oyun diyebiliriz çünkü bunun sürekli heyecanını düşürmemek için eğlencesini ihmal etmemek gerekiyor ama tabii çok ciddiye alınması gereken bir oyun.” diyor. “Oyunbozanlık yapmadan sürdürülen bir oyun ve bu yapıldı” diyor ki benim kulağıma küpe olmuş cümlelerden bir tanesidir. Yani radyonun kuruluşunda en önemli üç isim -Cem Madra ve Ömer Madra’yı saymazsak- Atilla Aksoy, Meral Madra ve Engin Altaş'tır. Ve yani manifestoya geçtiğimiz zaman şimdi… O bir gece yarısı kaleme alınmış bir metindi. Şimdi dönüp bakınca, yani bu filmde beş yıl geçmiş üzerinden, ne kadar hoş ve kapsayıcı şeyler söylediğimizi görmek mümkün ve birçoğu da gerçekleşti ama böylesine kolektif bir efor arkasından gelir ve destek bulur muydu diye düşündüğümüzden “emin değilim” demişim. “Yani her zaman optimist, iyimserdim ama bu olağanüstü bir kolektif çabaya dönüştü” diyor, filmde böyle diyorum ben. Yani bir önemli nokta da 2001’de radyonun dışında bu bilgisayar ve teknoloji gelişmelerinde internete geçtiğimiz zaman; orada da podcast konusunda çok önemli bir rol oynadığımızı düşünüyorum ben. Podcastlerde de öncülük yaptık ve işte, Güven bey sizin de daha iyi bileceğiniz gibi büyük izleme oranlarına ulaştığımız programlar var ve orada da, Açık Site manifestosunda da iki alıntı yapmışız; “nereden gelip nereye gidiyoruz, azimetimiz neresi? Giderken nerede duruyoruz, duruşumuz ne? Düşünüp taşınma zamanı galiba” demişiz, hepsi için topluca ve herkes için tek tek düşünüp taşınma… Ve iki alıntı var; “Türümüzün biyolojik bir hata olmadığını ispat etmek zorundayız” diyor ve “Özgürlük ve demokrasinin yalnızca kendi başlarına bir değer olmakla kalmayıp muhtemelen varlığımızın sürdürülmesi için de zorunlu birer unsur olduğunu ispat etmek için düşünmek zorundayız.” demişim, bu alıntı Noam Chomsky’den. Yani işte böyle bir dönemde bir de Açık Site’miz oldu. O zamanki adıyla web sitesinin adı Açık Site’ydi. “Zonk zonk atan bir yer” demişiz ve “Açık Site hayır ve şer güçlerinin çarpıştığı bu dünyanın karanlık yüzüne aydınlık bir gözle bakmaya çalışıyor. Yani ona kalem pille çalışan küçücük bir el feneri gözüyle de bakabilirsiniz.” yazmışız. İkinci alıntı da şu; “İnsan medeniyetinin onca güzellikleri, yani iki köktenciliğin, iki ideolojik kutbun ötesinde yatan bütün güzellikler; sanatımız, müziğimiz, edebiyatımız.” Bu da Hindistan'dan yazar, aktivist Arundhati Roy’dan yaptığımız bir alıntı. Bu da bağımsızlık şerhimizi, orada da, Açık Site’de de net olarak gösteriyor. Ve sonunda da şöyle bitiyor: “Kendisi küçük ama tutunulacak yeri istendiği kadar büyük olabilecek bir fener bu Açık Site” demişiz. Ve “Ne kadar el, ne kadar ışık, bunu hep birlikte göreceğiz.” diye de bitiyor. Vallahi gördük. Yani oldukça büyük bir destek alıyoruz, rekorlar kırılıyor ve bütün bu enflasyon ve savaş ve kara bulutların olduğu zamanda dahi ve otoriter eğilimlerin kol gezdiği bir şeyde dahi çok büyük bir destekleşme, dayanışma içinde olduğumuz da söylenebilir. Yani kuruluş hikayesi çok özetle böyle.

GG: Şimdi dinleyicilerimiz acikradyo.com.tr sitesine giderlerse ki gitmişken orada sağ üst köşede “Program destekçisi olun” diye bir buton var, oraya tıklayarak Açık Radyo destekçisi de olabilirler, lütfen olsunlar; fakat sol üst köşede “Hakkımızda” diye bir link var, oraya bastığınız zaman “Açık Radyo nedir?” diye bir sayfa çıkıyor karşınıza ve o sayfadaki ilk cümle şöyle: “13 Kasım 1995’te yayına geçen Açık Radyo, İstanbul ve çevresine yayın yapan ‘bölgesel’ bir radyo istasyonudur” diyor, bölgesel tırnak içine alınmış. Bence tırnak içine alınmasından dolayı aslında durumu kurtarıyor, çünkü yalnızca İstanbul ve çevresine yayın yapan bölgesel bir radyo istasyonu değil Açık Radyo; kâinatın her köşesinden dinlenen, sizin de bildiğiniz gibi Ömer bey, Avustralya'dan Avrupa'ya, Amerika Birleşik Devletleri'nden Afrika'ya kadar çeşitli dinleyicilerimiz bize zaman zaman yazıyorlar, söylüyorlar, oralardan Açık Radyo’yu dinliyorlar. Ben de şunu söyleyeyim, şimdi siz diyelim 1985  senesinde, işte darbe olmuş, YÖK gelmiş, siz istifa etmişsiniz, akademik kariyerden vazgeçmişsiniz, yayıncılıkla uğraşıyorsunuz… Ama mesela o noktada birisi size sorsa, yani bütün bu geçmiş radyo hevesleriniz ve maceranız olmasına rağmen işte “on sene sonra bir radyo kuracaksın ve yirmi yedi sene sonra hâlâ bu radyonun başında olacaksın” deseler inanır mıydınız? Böyle bir şey var mıydı aklınızda? 

“Paylaştıkça çoğalıyoruz”

ÖM: Katiyen! Asla inanmazdım. Radyo kuracaksın desen, “ne radyosu, ne kurması, ne diyorsun?” derdim. Cem'e de, oğluma da zaten öyle şeyler söyledim ama oldu. Yani çok… Vallahi bu on dokuzuncusunu yaptığımız destek günlerinin ilk gününde söylediğimiz Hrant Dink'in söyledikleri “Etik, estetik bütünlüğü sağlayan bir sığınak yarattınız” sözü beni çok etkiliyor. Hep, dönüp dönüp baktığımız sürece bir sığınak olması filan... Ama yani hakikaten bir dinleyicimizin de rahatlıkla, harika bir şekilde anlattığı gibi “Paylaştıkça çoğalıyoruz” diyebiliriz. Gerçekten de bütün zorluklara, olabilecek bütün her türlü keşmekeşe rağmen varlığımızı sürdürüp gelişmeyi de başarıyoruz. Ama destekçiler ve programcıların da rolü hiç yabana atılamaz. Yani programcılarınki… Hele bu sene net olarak görüldüğü üzere bütün programcılar kendi programlarında da kendi dilleriyle ifade ettiler ve bana da hayranlıkla izlemek düştü.

GG: Evet, Vakayiname’nin sonuna geldik sayılır. Programı kapatmadan önce Özlem hanım sizin söyleyeceğiniz birkaç cümle varsa daha sonra da Ömer beye sözü bırakıp yeniden destek istemeyi de unutmayayım. Dinleyici Destek Şenliği içindeyiz, artık sonuna yaklaşıyoruz. Sıfır iki yüz on iki üç yüz kırk üç kırk bir kırk bir numaralı telefondan ya da acikradyo.com.tr sitesinden destek olabilirsiniz. Lütfen destek olun diyorum, Özlem hanım, sözü size bırakıyorum.

ÖT: Teşekkür ederim. Açık Radyo iyi ki var. İyi ki Ömer Madra ve arkadaşları bu ilk hayali kurabilmişler ve bugünlere kadar radyomuz gelebilmiş. Açık Radyo bizim için bir ekosistem, nefes alabildiğimiz, büyüyüp yeşerdiğimiz çok önemli bir müştereğimiz ve bize çok değerli katkılar ve yaşama tutunma fırsatı veriyor. Böyle zor günlerde radyo o yüzden bence çok daha büyük bir destek karşılığı buluyor. Bunun da çok kritik olduğunu düşünüyorum. İyi ki var Açık Radyo. 

ÖM: Harika, çok teşekkür ederiz. Vallahi bunları duymak ne güzel ama birlikte varız. Yani başka türlü olamazdı zaten. Şeyi de söyleyeyim son olarak, bizim sadece program olarak tasarladığımız şey hiçbir zaman olmadı, o bahsettiğim program.

GG: Evet, ben de şununla o zaman biteyim izninizle; ben Açık Radyo’yu hep böyle dev bir gemiye benzetiyorum, okyanusta yol alan. Bu geminin elbette bir dümeni var, bu dümende duran bir kaptan var, bu çok önemli. Fakat başka personel de çok önemli. Yani idari çalışanlar, teknik ekip, kayıtlarımızı yapanlar, yayınlayanlar hepsine çok teşekkür etmek istiyorum. Onlar olmazsa… Sesleri duyulmayan Açık Radyo kahramanları bence bunlar, onlarsız Açık Radyo olmazdı.

ÖM: Yolcuları katayım tabii bunun içine. Onlar da programcılar tabii; teknenin yolcuları,  birlikte seyahat ediyoruz. 

GG: Evet ve dinleyiciler, destekçiler. 

ÖM: Evet.

GG: Peki o zaman. Açık Radyo’nun hikayesini bir parçaya nakletmeye çalıştık. Benim bilmediğim bir sürü şey vardı burada. Belki başka, dinleyenlerin de aslında aşina olmadıkları bilgiler aktardıysak ne mutlu. Aslında böyle programları yapmaya devam etmek istiyoruz, Açık Radyo’nun tarihini de bir şekilde belgelemek için. Bugün Dinleyici Destek Şenliği’nin son günlerinde yeniden destek istediğimizi tekrarlayarak Ömer Madra ve Özlem Teke'ye de teşekkür ederek programı kapatıyorum. 

ÖM: Çok teşekkürler, hoşça kalın.

ÖT: Teşekkürler, hoşça kalın.

GG: Görüşmek üzere.