"Toplum iktidardan çözülüyor ama henüz kime umut bağlayacağına karar vermiş değil"

Vakayiname
-
Aa
+
a
a
a

Bekir Ağırdır, KONDA'nın verileriyle siyasi ve toplumsal gidişatın yönünü, "kararsız" seçmenleri ve yakın gelecekte Türkiye'yi nelerin beklediğini yorumladı.

Bekir ağırdır fotoğrafı
Siyasi ve toplumsal gidişat ne yöne?
 

Siyasi ve toplumsal gidişat ne yöne?

podcast servisi: iTunes / RSS

(3 Aralık 2021 tarihinde Açık Radyo’da Vakayiname programında yayınlanmıştır.)

 

Güven Güzeldere: Vakayiname’ye hoş geldiniz! 95.0 FM Açık Radyo’dasınız, programı Ömer Madra, Özlem Teke ve ben Güven Güzeldere birlikte sunuyoruz. Bugün konuğumuz Bekir Ağırdır. Hoş geldiniz Bekir bey!

Bekir Ağırdır: Merhaba efendim, iyi yayınlar!

Ömer Madra: Hoş geldiniz Bekir bey, merhabalar!

BA: Merhaba abi!

Özlem Teke: Merhabalar! Konuğumuz araştırmacı, yazar Bekir Ağırdır, ODTÜ İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İşletme Bölümü’nden mezuniyetinin ardından çeşitli sanayi şirketlerinde yöneticilik yaptı. 2003-2005 yıllarında Türk Tarih Vakfı’nda, 2005 yılından bu tarafa Konda Araştırma ve Danışmanlık bünyesinde çalışmalarını yürütüyor. Kendisi ayrıca Demokratik Cumhuriyet Programı kurucu üyeliği ile TESEV yönetim kurulu üyeliğinin yanı sıra T24 internet gazetesinde yazmakta. Türkiye’deki siyasi iklim ve toplumsal değişimler üzerine gerçekleşen yayınlarda yorumcu olarak yer almaktadır. Hoş geldiniz hocam!

BA: Merhaba Özlem hanım.

GG: Bekir bey çok teşekkür ederiz katıldığınız için. Biz Vakayiname’de geçen hafta iktisatçı Uğur Gürses’i konuk ettik, onunla “ekonomik gidişat üzerine ne düşünüyor?” bunu öğrenmeye çalıştık. Sizinle de genel anlamda bir gidişat programı yapalım istedik; siyasi gidişat, ülkede gidişat ne yönde, nereye gidiyoruz? Pek önümüzü göremediğimiz günlerden geçiyoruz ama siz veri de topluyorsunuz. Dolayısıyla belli bulgular ışığında analizler yapıyorsunuz. Gidiş ne yana?

"Siyasi veya kimlikler arasında kutuplaşma, hâlâ buz olarak önümüzde duruyor"

BA: Gidiş valla ya ben iflah olmaz bir romantiğim tabii, bir kere ben iyimserim ‘gidiş ne yana’dan dolayı. İzin verirseniz ben bu programda tabii araştırmacı kimliğimle konuşayım. Dolayısıyla siyasi aktörler ya da kurumların ne yaptığından daha çok toplumda ne oluyor, bunun üzerinden konuşmayı tercih ederim. Ama şimdi toplum üzerinden bakınca, tabii ki pandemi ve ekonomik krizin ürettiği müthiş bir kaygı ve endişe hali var. Hem işsizlik meselesinden hem enflasyon meselesinden hem gelir dağılımındaki adaletsizliğin kalıcılaşıyor olmasından dolayı toplum oldukça sıkıntılı. Yani birkaç tane sayı söyleyeyim size, somut örnek; mesela Türkiye’de hanelerin yarısı borçlu, bu yarının ya da borçlu hanelerin de her beş haneden dördü borcunu çevirmekte zorlanıyor. Çünkü 2018 yılındaki ölçümümüzde hanenin borcu, hanenin gelirinin 11 katı imiş, şimdi 22 katına çıkmış. Yani üç yılda borcu ikiye katlamış, dolayısıyla ülkenin %40’ı zaten borçlu yaşıyor ve borcunu çevirmekte zorlanıyor. Bir sayı bu. Başka bir sayı söyleyeyim; Türkiye’deki hanelerin yarısına giren gelir artık ücret gelirine dönmüş; yani girişim ya da esnaf yahut kendi geliri değil emeğini satıp ücret gelirine dönmüş. O yarının ya da işte hanelerdeki ücret gelirlerinin de %47-48’i artık asgari ücret seviyesinde. Bugünkü enflasyondan ve son üç ayda bile yaşadığımız çalkalanmadan bakınca neredeyse ülkedeki her dört haneden biri asgari ücretle geçiniyor ve o asgari ücret sayılarıyla ortalıktaki i çiçek yağı ya da şeker fiyatları yahut ekmek veya simit fiyatları da meydanda. Dolayısıyla toplum bu açıdan bakınca son derece sıkıntılı, kaygılı, endişeli ama bir yandan da normale dönmek ve bir an önce işlerin düzelmesi konusunda son derece hevesli ve de telaşlı. Sadece umut arıyor. Yani benim tezim şu; toplum bir ortak umut, ortak başarı, ortak heyecan arıyor, umutlanma ihtiyacı çok yüksek ama henüz sıkıntılarını, sıkıntılarının kaynağını, ne yapılması gerektiğini bilmiyor ama nasıl yapılacağı veya hangi yol yordam içinde bu işlerin çözüleceği meselesi de tabii ki siyasetçilerin ve aydınların işi. Dolayısıyla eskisinden daha güçlü, arzulu, gayretli bir biçimde kulağını, gözünü aydınlarından, okumuş-yazmış çocuklarından ya da siyasetçilerinden gelecek bir çareyi, sözü ya da sesi duymaya açmış halde. İşin bir yanı bu. Uzun bir başlangıç oldu ama yine araştırmalar üzerinden başka bir şey daha söyleyeyim; son bir senedir biz, yani Konda olarak, bütün bu hikayede, bütün bu pandemide, işte can derdi, ekonomik geçim derdi gibi somut, reel dertlerin yanı sıra “peki toplumda buradan çıkışa dair nasıl bir beklenti… Ya da yol yordamı bilmeyebilir ama “temel ilkeleri, hedefleri ne olsun?” gibi, gelecek sistem üzerine bir dizi araştırma yürüttük. Oradan üç temel bulguyu söyleyeyim. Bir yandan bakınca evet hâlâ, hani “donmuş bir göle bakar gibiyiz” diye bir metafor vardır, onu kullanıyorum ben, o gölün üstündeki buz, kutuplaşma, siyasi veya kimlikler arasında kutuplaşma, hâlâ buz olarak önümüzde duruyor. Bir yandan da aşınıyor, eriyor çünkü buzun altına indiğimizde birkaç tane temel değişme var: Birincisi her şeyden önce karşılıklı bir, bu özellikle pandeminin ve ekonomik buhranın ürettiği sonuç olarak kültürel kimliklerin ürettiği ihtiyaç, talep ya da gerilimler, öfkeler, duygular kadar şimdi ekonomik sınıfsal durumun pozisyonlarının ürettiği duygular, ihtiyaçlar, dertler, talepler var. Yani Türkiye ilginç bir döneme girdi, çünkü uzun süredir dünyada da bütün bu kimlik problemleri varken şimdi Türkiye kimlik probleminin yanı sıra eski bildiğimiz geleneksel, sınıfsal, ekonomik sınıfsal ihtiyaç ve taleplerden beslenen gerilimleri aynı anda yaşar oldu. Dolayısıyla iki farklı dinamik, toplumu iki farklı yere doğru çekiyor gibi görünüyor ama bunların yanı sıra da bu ekonomik sınıfsal gerilimlerin yükseliyor olması şöyle bir fırsat penceresi de açıyor ki hani Türk-Kürt gibi, muhafazakar-seküler gibi, Sünni-Alevi gibi ya da modern hayat tarzı olanlar-muhafazakar hayat tarzı olanlar gibi kimliklere dayalı, kutuplaşmalar bunun karşısında da eriyor. Çünkü insanlar bir yandan da görüyor ki pandeminin o haneye değip değmemesi, işsizlik derdiyle ya da geçim derdiyle uğraşmanın Türk veya Kürt olmakla, muhafazakar ya da seküler olmakla alakası yok. Emeğini satan insan olup olmamakla, yoksul olup olmamakla ilgisi var. Dolayısıyla karşılıklı bir empati ve dayanışma duygusu, yaşama özen gösterme duygusu da aynı zamanda güçleniyor. Yine olumlu bir bulgu olarak söyleyeyim; muhafazakar hayat tarzı kümesindeki insanların -Türkiye hâlâ bir yandan göçlenmeyle, metropolleşmeyle de meşgul olduğu için ve bu dinamikler hâlâ güçlü bir biçimde çalışıyor ve etkin olduğu için de- muhafazakarların gündelik yaşam pratiklerinde daha kentli prototiplere, daha metropollü gündelik hayat pratiklerine göre doğru döndükleri, yani yeme-içme alışkanlığından kültürel tüketim alışkanlığına ya da giyim-kuşamdan tatil alışkanlığına, internet ilişkisine gibi gündelik pratiklerde seküler dünyanın ya da kentli pratiklerin artık iki tarafta da baskın ve hakim olduğu ortaya çıkıyor ve dolayısıyla da aynı duygudaşlık orada da yaşanıyor. Çünkü ortak yaşam pratiğinin içine girince sonuç olarak aynı dertlerle meşgulsünüz. Bunlar da işin olumlu tarafları. Dolayısıyla toplumdaki bütün bu devinim buzu çatlatacak bir yerde ya da küresel dinamikler, güneş gibi buzu yukarıdan çatlatacak, belki fırsatlar açacak. Ama bugün hem alttan, toplumdaki dip dalgalardan, filizlenmelerden dolayı hem küresel yeni arayış -işte iklim meselesine çare arayış, işte yeşil mutabakat vs.- gibi bütün bu arayışlardan dolayı belki de yukarıdan buz eriyecek ve Türkiye başka bir evreye sıçrayacak diye bir umudum var benim. Dinamikler de onu gösteriyor. Bundan sonrası artık siyasetçilerin, aydınların, entelektüellerin işi. Yani toplumun önüne büyük bir iddiayı, yeni bir ortak yaşamı, onurlu yaşamı, yeni bir ortak kaderi inşa etmek ve bunun yolunu, yöntemini üretmek artık siyasetçilerin, aydınların, entelektüellerin işi.

GG: Peki, ben -şimdi buradan da ilerleyeceğiz tahmin ediyorum ama- borç meselesiyle ilgili bir şey sormak istiyorum; ilk bahsettiğiniz, insanların ne kadar borçlu olduğu üzerineydi. Şimdi benim çocukluğumla bugün arasındaki en büyük farklardan biri benim çocukluğumda işte belki bakkala, manava borçlanırdı insanlar ama onun ötesinde bir borçlanma, kurumsallaşmış bir borçlanma yoktu. Bugün, yani sizin de söylediğiniz gibi, pek çok insan büyük borçlar altında, hatta bunu yarın ödemeleri gerekse ödeyemeyecek durumdalar. Bunun yarattığı belirsizlik ve bu belirsizlikten kaynaklanan bir stres olması lazım diye tahmin ediyorum ama bu tabii, yani kimin ne kadar borçlu olduğu buz dağının görünmeyen yüzü, kimsenin alnında yazmıyor ne kadar borçlu olduğu. Mutlaka bu borcun böyle artmasının siyasi seçmen davranışına da bir etkisi olsa gerektir, bu konuda herhangi bir ölçüm yapılıyor mu ya da sizin gözleminiz var mı?

"Toplumun büyük çoğunluğunun beklentisi olan yeni bir ortak geleceğe dair, yeni bir anlatıyı inşa etmek gerek"

BA: Var. Yani şu; bir kere şimdiye kadar ya da son 10 yıldır, yani 2010 referandumunu baz alsak, 2010 referandumundan bu tarafa Türkiye dört genel seçim, iki yerel seçim, iki cumhurbaşkanlığı seçimi, iki de referandum yaptı 10 yılda. Yani aşağı yukarı 10 kere, senede ortalama bir kere sandığa gitti. Şimdi o sandık sonuçlarına baktığımız zaman aslında kutuplaşma ayan beyan ortada. Yani -aşağı yukarı diyelim- 22-24 milyon aralığında AKP oyu var, 11 milyon mertebesinde bir CHP oyu var ki yüzdelerin değişiyor olması seçime katılma oranlarına bağlı. Dolayısıyla biz son 10 yıldır aslında kimlik sayımı yaptık, seçim yapmadık, siyasi tercih belirlemedik, kimliklerimizi saydık; sekülerler kaç kişi, muhafazakarlar kaç kişi, Kürtler kaç kişi sayımı yapmış olduk. Bugün bizim gördüğümüz araştırmalarda bu sınıfsal olan da artık yükseldi. Ya da bu borç vs., işte ekonomik durum ya da hanelerin dirlik, düzenlik kavgası, geçim derdi doğal olarak şöyle bir sonuç üretiyor ki bu tarafta o kimlik, sonuçta soyut bir anlatı özü itibariyle. O soyut anlatıya sığınma hali bu gerçekliğin karşısında eriyor ya da o soyut anlatı artık bir cevap üretmiyor ya da ona anlam üretmiyor. Yani örneğin, diyelim dindarlar ya da muhafazakarlar için Ayasofya’nın ibadete açılması çok büyük manevi anlamları olan ya da siyasi hedefler açısından da kendileri için önemli bir şey olabilir. Normal koşullarda ve kültürel kimliklerin bu kadar baskın olduğu bir dönemde, diyelim hükümet 2012’de Ayasofya’yı açmış olsaydı ya da 2011 seçimlerinden önce açmış olsaydı bunun sonuçlarını da muhtemelen daha köpürmüş bir halde görürdü. Bugün pandeminin ortasında, yani insanlar hem can derdinde hem geçim derdinde yaşarlarken örneğin o Ayasofya anlatısı araştırmalarda AKP’ye bir puan bile kazandırmış değil. Çünkü insanlar ya da diyelim muhafazakar yahut dindar ve bu Ayasofya meselesini çok önemseyen birisi, evet bir cuma namazına gittiğinde oraya ağlıyor, gözleri yaşarıyor, yüreğinde çok coşku hissediyor olabilir ama namazdan, camiden, Ayasofya’dan çıktığı anda evine giderken bakkala girdiğinde ekmek alırken, şeker alırken gerçeklikle karşı karşıya. Dolayısıyla o anlatı da orada kaldı. Artık evinde sofrasının gerçekleriyle baş başa. Dolayısıyla bütün bu ekonomik tablo, insanların seçim motivasyonunu ya da seçimdeki siyasi tercih motivasyonunu çok bariz biçimde bir kere etkilemiş durumda, etkiliyor. Burada paradoksal gibi görünen ya da Türkiye’ye özgü bir durum var ya da muhalefetin de ne yapması ya da aydınların, entelektüellerin ne yapması gerektiğine dair de bir ipucu olan durum var; o da şu, evet iktidardan toplumsal destek çok, kayda değer oranda eksilmiş durumda. Yani şöyle bir şeyi baz alsak, en son, diyelim 1 Kasım 2015’te, hani AKP’nin maksimum yaptığı, 50% oy aldığı oyu baz alsak, bugün bu oyun yarısının da gerisinde ya da 2002’deki sahneye çıktıkları ilk seçimde aldıkları 34% oyun da gerisinde. Sorun şurada başlıyor; sorun, muhalefet henüz toplum ve iktidarla ilişkisinde ya da iktidara şimdiye kadar oy veren insanlar bu gerçek meseleler nedeniyle daha rasyonel seçmen davranışı göstermeye başlayıp iktidara destekten vazgeçiyor ama yeni bir umuda yahut yeni bir lidere veya yeni bir söze, sese de çıkış için kendini bağlamış ya da güven inşa etmiş durumda değil. Dolayısıyla herkes emniyet şeridine arabayı çekmiş durumda diyorum ben. Bu da muhalefete bir ödev yüklüyor, o da nedir? Muhalefetteki aktörler, yalnızca siyasi iktidarın hatalarıyla oyunu kaybetmesini bekleyerek seçimi kazanamazlar. Onun yerine seçmenin ya da toplumun büyük çoğunluğunun, hatta 2/3’ünün beklentisi olan yeni bir ortak kadere dair, ortak geleceğe dair, ülkenin geleceğin dair yeni bir iddiayı, yeni bir anlatıyı inşa etmeleri gerek. Orada şöyle bir sorun var, şu ana kadar muhalefet aktörlerinin yaptığı ya da bizim geleneksel siyasetin baskın karakteri, işte birtakım projeler vaad etmek falan… Halbuki bugün şunun farkında değiller; toplum bugün toplumsal bekayı daha çok önemsiyor. Örneğin iklim değişikliği, örneğin çevre problemleri, yeşil aktivistlerin dertlerine falan, bu konularda çok daha duyarlı hale gelmiş durumda. Dolayısıyla toplumun beklediği çılgın proje öyle çılgın çılgın, yok ÖTV’yi yok ettik, KDV’yi 10 puan indirdik, asgari ücrete 1000 lira daha fazla zam yaptık değil. Toplumun beklediği çılgın proje bütün bu ülkenin farklılıklarıyla onurlu yaşamı inşa edecek bir iddiayı toplum bekliyor. Bizim siyasetçiler bir dönem böyle soyut laflarla çok ağırlıklı siyaset yaptılar. Sonra 2008-2009’lardan sonra böyle somut projeler vaad etmek lazım gibi bir modaya kapıldılar. Bugün ise ülkenin hem ekonomik olarak hem de siyasi olarak bir reform paketine ihtiyacı var, toplum da onu bekliyor. Yani toplum sadece sokakta bu huzursuzluk sürsün ama asgari ücret de altı bin lira olsun demiyor. Toplum her iki problemi de bir yandan yaşadı, geldi, deneyimledi, biriktirdi ve bugün onun için diyorum hem kültürel kimliklerini, ihtiyaç ve taleplerini hem de ekonomik sınıfların ihtiyaç ve talepleri aynı anda çalışıyor. Dolayısıyla bu daha yeni bir durum. Biz muhalefetteki siyasi aktörlerin bu yeni durumun karşısında çok daha sağlam, hem ekonomik hem siyasi reformları kapsayan hatta hukukun, devletin yeniden yapılandırılmasını sağlayan.. Yani cumhurbaşkanı kim olursa olsun, bugünkü merkezi sistem sadece cumhurbaşkanına itirazla halledilebilir bir mesele değil ki. Güçler ayrılığının olmadığı, denge, denetleme mekanizmalarının kurulmadığı, şeffaflığın, denetimin olmadığı bir yerde Cumhurbaşkanı Erdoğan olsa, Ahmet bey olsa, Mehmet bey olsa ne olur? Dolayısıyla toplum da bunun farkında. O yüzden toplum önünde daha kayda değer, bütünlüklü ve ülkenin muasır medeniyet seviyesine ulaşmasını hedefleyen, yani aynı küresel dünyaya da bir sözü olan yeni bir siyasi projeyi bekliyor. Muhalefetteki ittifak ya da ittifak çabaları yahut aktörlerin her biri buna bir çare üretebilirse, toplum onu bekliyor. Dolayısıyla toplum iktidardan çözülüyor ama henüz kime umut bağlayacağına, kimin sesine, sözüne, kalbini, yüreğini, oyunu döndüreceğine karar vermiş durumda değil. 

ÖM: Bu noktada ben de bir şey sormak istiyorum izniniz olursa. Yani çok somut olarak, T24’te “Kutuplaşmanın yarattığı buzlar çözülürken” başlıklı yazınızda da iki tane çok reel sorundan bahis var, biraz önce de konuştuk. Yani bu geçim derdi, büyük kırılma ve işsizliğin ürettiği reel sorun, muazzam hararetli bir şey. Bir de yoksulluk, adaletsizlik ve müthiş bir eşitsizlik, işte üstteki 1% milli gelirin 24%’ünü alıyor, dünyada da böyle.

BA: Aynen.

ÖM: Fakat bunun muhalefetteki şeyi, bunlar reel sorunlar olmasına rağmen sürreel de bir ortam var. Bunda medyanın muazzam bir sorumluluğu ve sorunu var tabii. 

BA: Evet.

Seçimlere doğru giderken muhalefetin yaptığı dört hata

ÖM: Yani yalnız iktidara yakın medya değil, genel olarak medya yeterince bu kafkaesk, kafkasal ortamı, sürreel ortamı yeterince şey yapamıyor. Burada muhalefetin de yeni, işte sözünü ettiğiniz “CHP’nin seçimi kazanma motivasyonunu da mitinglerle, somut şeylerle arttırır” diyordunuz ‘Sayıların Dili’nde, Murat Sabuncu’yla yaptığınız yorumda ama bir reele geçme, reel değişiklik yapma, yani ancak ümit ölür eylem başlar şeklinde bir somut şey var, reel bir çıkışın gerektiği şey. Halbuki mesela hâlâ casus retorikleri, işte allaha kalmış açıklamalar yapılıyor, ormanlar üzerinde müthiş tehlikeli yönetmelik değişikliği var, yok edici şeyler var.

BA: Evet.

ÖM: Çok önemli açıklamalar oluyor, bunlara ilişkin somut bir hem muhalefette hem de medyada görmüyoruz. Böyle bir… Ne diyorsunuz bunlara?

BA: Çok paradoksal, tuhaf bir durum var Ömer abi. Yani birincisi muhalefetin hatası, hatalarından bir tanesi, muhalefet AKP’den çözülen seçmenin sanki kültürel kimliği nedeniyle oradan ayrıldığını, yani sanki AKP daha az dindarlık yapıyor ya da muhafazakarlığı daha az kolluyor da ayrılıyormuş gibi sanıyor ya da öyle bir dil kuruyor. Halbuki oradan çözülen seçmen kimliğini bırakıp çıktığı için değil, ekonomik dertleri ya da reel sınıfsal dertleri eşitlik, adalet talebi sıkıntıları veya problemlerinin onun üzerinde ürettiği neden-sonuçlar itibariyle oradan ayrılıyor. Şimdi böyle gördüğü için de muhalefet, örneğin İyi Parti işte “Ömer’in adaleti” diyor mesela ya da işte CHP zaman zaman “muhafazakarları anlayalım, dinleyelim” diyor, vs. Halbuki o insanlar AKP kültürel kimliklerini eksik temsil ediyor diye ayrılmış değiller. Bir yanı bu. İkinci bir hata yapılıyor; bir yandan da sanki bu insanlar sadece uzay boşluğunda bireylermiş gibi kabul ediliyor. Yani sanki siz, ben, seçmen olarak, bu ülkenin 60 milyon seçmen yaşındaki insanı olarak koltuğa oturduk, televizyonda böyle banka reklamlarına bakarak banka seçiyoruz ya da deterjan reklamlarına bakarak deterjan seçiyoruz gibi sanıyorlar. Yani ilişkiyi, seçmenle, toplumla ilişkiyi bir tarafta sadece hem lider hem sözcü, gücü olan hem de işte her şeyi yapacak, “ben bugün cumhurbaşkanlığına yüklenmiş olan bütün o tanrısal güçleri doğru yönetirim, o yetkileri Erdoğan’dan daha iyi kullanırım” diyen bireyler, bu tarafta da seçmen olarak bireyler varmış gibi bir ilişki biçimi ve söz var ortada. Halbuki bu insanların aynı kültürel aidiyetleri var, aynı zamanda sınıfsal aidiyetleri var, aynı zamanda hanelerinin derdi kadar sokaktaki hayata dair de bir dertleri var. Ülke bütün bu yaşananları görmüyor değil ki kimse, yani her şeyden önce seçmen “sadece benim hanem iyi olsun ama sokak yansın” falan, böyle değil bu ülkenin, memleketin insanları. Dolayısıyla daha bütünlüklü bir bakış ve daha bütüncül reform dizisi önerilmesi lazım. Onları yapmak yerine, sadece liderin “ben daha iyi yönetirim veya bu yetkileri daha doğru kullanırım” diyen yeni Tayyip Erdoğan adaylarının diyeyim yani biraz abartarak söylüyorum ama yerine bu yetkileri doğru kullanacak aday aranıyormuş gibi bir siyaset üretiliyor gibi bir şey. Yine bir başka hata yapıyorlar, üçüncü hata da muhalefet itirazı sadece siyasi iktidar üzerinden yapıyor. Aslında tam da sizin sorunuzun içindeki temel mesele; itirazın sistem üzerinden yapılması lazım. Yani sadece bir aktör ve iktidar partisi üzerinden itiraz noktasını geçti Türkiye. Yani Hollanda’da konuşuyor olsak, yani sanayi toplumu olmanın temel kurumsal yapılanmalarını, hukukunu, eğitimini, laikliğini, güçler ayrılığını, denge, denetleme mekanizmalarını inşa etmiş bir ülkedeki iki partinin siyasi rekabetiyle Türkiye’deki rekabet aynı değil. Dolayısıyla bireylerin ihtiyaç ve talepleri de aynı değil. Hollanda’daki bir bireyi, evet televizyondaki kampanyalara bakarak ya da Facebook’ta atalarını manipüle etmiş bir atraksiyon mesajlarıyla ikna edebilirsiniz ama Türkiye’de insanlar aynı anda hem yoksulluğunu düşünüyor hem -diyelim- bir Kürt veya muhafazakar, yahut seküler kendi kimliğini düşünüyor. Dolayısıyla bütün bu hikaye Türkiye’de farklı ve siyasi aktörler meseleyi sadece iktidara muhalefetten ibaret sanıyorlar. Muhalefet, sistemden, “sanayi toplumu olma sürecini bir an önce tamamlayıp da bilgi toplumuna geçelim” gibi bir büyük anlatı ve hikayenin de farkında değiller. Yani daha acı olan şudur; dördüncü hata da bence o, ‘dünyada ne oluyor’dan da koptular. Dünyada yeşil mutabakat diye, BM’in sürdürülebilirliği gibi, Paris İklim Anlaşması gibi… Onları bırakın, bir yandan da işte son altı aydır Türkiye’de yaşadığımız orman yangınları veya işte sel kıyametleri meydanda. Bütün bunlar hakkında bile, ‘dünya neyi tartışıyor ve buna dair, yani iklim değişikliği meselesine, yer kürenin ritmindeki bozulmanın ürettiği problemlere karşı ne yapalım?’a dair bir fikirleri olmadığı gibi ne tartışmaları izliyorlar ne o tartışmalardan besleniyorlar ne de Türkiye’de buna dair olan sivil toplumdaki enerjinin farkındalar. Dolayısıyla hâlâ işte “efendim yeni anayasada cumhurbaşkanının yetkilerini şunu yapalım, bunu yapmayalım” tartışmasıyla, sanki sokaktaki simitçi cumhurbaşkanı 12 yetkisinin yedincisine itiraz ediyormuş sanıyorlar. O yüzden asıl problem ya da önümüzdeki dönemde odaklanmamız, bakmamız gereken kısmı -iktidarın ne yapacağını ve neler yapmayı arzuladığını az buçuk deneyimledik yeterince- asıl hikayeyi ve ülkenin geleceğini, muhalefet aktörlerinin neyi, nasıl yaptıkları ve yeni bir ortak kaderi, ortak anlatıyı, ortak ütopyayı inşa edip edemeyecekleri belirleyecek. 

"Kritik olan şey seçimi kazandıktan sonra bütün bu yapısal reformları yapmayı başaracak siyasal güce ulaşmak"

GG: Peki şimdi programın aslında sonuna geldik sayılır. Ben o zaman son bir kapatma sorusu sorayım. “Muhalefet aktörlerinin belli bir şekilde davranmaları gerekiyor ki seçmeni hareketlendirebilsinler” dediniz. Bu emniyet şeridine çekmiş beklemekte olan ve henüz ne yapacağına karar vermemiş olan seçmenler en geç 1,5 sene içinde bir karara varacaklar. Erkene alınırsa, o zaman daha erken de olabilir. Muhalefet partileri sizce kendilerinden beklenen hamleleri yapacaklar mı? Yani önümüzde muhalefetin gidişatı nasıl gözüküyor?

BA: Bir kere, tabii iki yıl önceye göre farklı. Yani bu kez en azından paradoksal biçimde, ilk kez bu otoriter ya da oligarşik liderlik yahut parti liderlikleri paradoksal olan kısımdı. İlk kez işe yaracak, çünkü partilerin ortak akılları ya da kurumsal akılları değil ama liderler bazında muhalefette bir iş birliğini kabul, ona inanç ve karşılıklı bir güven oluşmuş durumda. O da kurumsal akılların ya da kurumsal yapıların üreteceği… Yani çatlakları, problemleri şimdilik bastırıyor. Bir yandan da işte yine iki yıl öncesinden farklı olarak, biliyorsunuz anayasa konusunda, şimdi de ekonomi konusunda ortak kurullar oluşturuldu. En azından bunlar da önemli diye görünüyor, ama ülkenin hâlâ o hem bütününü kapsayacak hem siyasi hem ekonomik reformları kapsayacak, farklı katmanlarda kapsayıcılık eksik de olsa hâlâ bugün muhalefet ittifakında hani hep var olan bakış, en çok harfi yan yana getirmekmiş gibi sanılıyor. Halbuki mesele harflerin yan yana gelmesi değil, fikirlerin yan yana gelmesi. Yani kadın hareketi, örneğin o muhalefet ittifakında yok ya da yeşil hareket yok veya Kürtler yok, sendikalar, sınıflar yok. Dolayısıyla muhalefet bu duyarlılıkları kapsayacak hale dönüşebilirse başarı ihtimali yükselecek. Şunu söylemek mümkün; evet, önümüzdeki seçimi çok muhtemelen muhalefetin cumhurbaşkanı adayı kazanacak ama aradığımız veya tartıştığımız şey bütün bu sistem sorunlarını çözecek bütüncül, büyük bir reform hamlesini başlatacak siyasal güce muhalefetin ulaşıp ulaşamayacağını konuşuyoruz. 50+1’le yönetimi devralabilirsiniz ama bugünkü bu her şeyi tek adamın iki dudağının arasına bağlayan yönetim sistemiyle dünyanın en düzgün, en karakterli diye bildiğimiz insanını da getirsek işte ben altı günde bozulurum o altı ayda bozulur… Dolayısıyla aradığımız şey yeni bir Tayyip Erdoğan, genç Tayyip Erdoğan değil ki! Aradığımız şey bir sistem değişikliği. Dolayısıyla kritik olan şey seçimi kazanıp kazanmamak değil, kritik olan şey seçimi kazandıktan sonra bütün bu yapısal reformları yapmayı başaracak siyasal güce ulaşmak. Bu da kapsayıcılıkla olur.

ÖM: Süreyi bitirdik burada Bekir bey ama yani sizin de dediğiniz gibi gerçekten sistem değişikliğinden başka da hiçbir yol görünmüyor, bunu zorlaması lazım muhalefetin.

BA: Aynen, aynen.

GG: Peki böylece kapayalım o zaman. Türkiye’nin toplumsal ve siyasi gidişatını konuştuk. Bugün konuğumuz Bekir Ağırdır’dı. Çok teşekkür ederiz Bekir bey. 

BA: Ben teşekkür ederim efendim. Bu ülkenin, bu memleketin insanlarından umudu kesmemek gerektiğini bir kez daha sınayacağımız bir seçim olacak. Göreceksiniz ki bu memleketin insanları kendilerine dair kararları aklıselimle verebilecek olgunlukta olduklarını da bu seçimde bir kez daha gösterecekler. 

ÖM: Teşekkürler.

ÖT: Teşekkür ederiz.

GG: Evet, görüşmek üzere.