Afet bölgesindeki çocukları koruma altına alan çalışmalar

-
Aa
+
a
a
a

Yazar Nurcan Baysal'la deprem bölgelerinden son bilgileri, Diyarbakır Çocuk Ağı’ndan bir arkadaşımızın katılımıyla ise bölgedeki çocukları koruma altına alan çalışmaları konuştuk.

Bulent Kilic/AFP/Getty Images
Bulent Kilic/AFP/Getty Images
Afet bölgesindeki çocukları koruma altına alan çalışmalar
 

Afet bölgesindeki çocukları koruma altına alan çalışmalar

podcast servisi: iTunes / RSS

(Bu bir transkripsiyondur. Metnin son hâli değildir.)

Gürhan Ertürk: Bugün iki konuğumuz var. Nurcan Baysal ve Yeter Erel Tuma. Hoşgeldiniz arkadaşlar.

Nurcan Baysal: Hoşbulduk.

Yeter Erel Tuma: Hoşbulduk.

G.E.: Nurcan Baysal ile daha önce de program yaptığımız için hatırlayan dinleyicilerimiz olacaktır. Yazar, deprem bölgelerinden yeni döndü. Son durumlara ilişkin bilgileri kendisinden alacağız. Aynı zamanda Yeter Erel Tuma arkadaşımız da Diyarbakır Rengarenk Derneği'nden, Yönetim Kurulu Başkanı. Her iki arkadaşımız da özellikle çocukların koruma altına alınmasıyla ilgili çalışmalar yürütüyorlar. Bu çalışmalara da değineceğiz programımızın içinde. Evet. Muzaffer ve Elvan sizler de hoşgeldiniz programa, merhaba.

Muzaffer Tunçağ.: Merhabalar.

Elvan Cantekin: Merhabalar.

G.E.: Evet Nurcan, önce sen. Son bölgeyi dolaştın. Nerelere gittin ve son değerlendirmelerin nelerdir? Gözlemlerin nelerdir? Bu konuda bize biraz bilgi verir misin lütfen?

N.B.: Merhaba Gürhan. Tabii ben bu sefer üç yere gittim. Antakya, yani Hatay, İslahiye ve Maraş'tan sadece geçtim. Maraş'ta kalmadım ve Adıyaman. Antakya'da iki gün kaldım. Adıyaman ve İslahiye'de gece kalmadım. Yani gündüz oraları gidip gezdim biraz. Çünkü depremin ilk günlerinde daha çok Maraş ve Adıyaman'da kalmıştım. Antakya'ya ilk gidişimdi aslında. Depremin ilk haftası Antakya'ya girememiştim çünkü. Tamamen kilitlenmişti Antakya girişi. O yüzden de Antakya'daki dehşetin boyutunu -her ne kadar televizyonlarda görsek de- bu şekilde görmek çok aslında başka bir şeydi. Yani hani gerçekten Antakya yok. Öyle söyleyeyim. Ve dehşet aslında yaşanan, felaket olduğu gibi de yerinde duruyor. Yani ben gittiğimde 35. gündü, 34, 35, 36. gün oralardaydım. Ve mesela eski Antakya bölgesinde bir dolu yere girilmemişti. Zaten önüne branda çekilmişti girilemediği için oraya. Çünkü her şey dümdüzdü. Benim gözlemim hâlâ şöyle bir şey. Zaten şehrin içi neredeyse yok. O yüzden de insanlar daha yan mahallelere ya da kırsal alanlara gitmiş durumdalar. Bir yandan işte çadır -AFAD'ın oluşturduğu bazı çadır kentler var, şehirden biraz daha uzakta, Orhanlı gibi yerlerde- ama öte yandan bu çadır kentlere alternatif çadır mahalleler kurulmuş gibi. İnsanlar daha çok çadır mahallelerdeler. Mesela Hatay Serinyol bölgesinde oluşan çadır mahalleler, Defne'de oluşan çadır mahalleler var. Çünkü insanlar mahallelerinden bir şekilde çok uzaklaşmak istemiyorlar.

N.B.: Beni Hatay'da çok etkileyen bir şey de şu oldu: Aslında deprem kadar yaşadıkları güvenlik endişesi. O Hatay'da çok üst boyuttaydı. Depremden sonra işte bazı yağma olaylarının yaşanması insanları çok etkilemişti ve tabii genel olarak devlete olan güvensizlik, bu depremle birlikte belki de yüzyıllar boyunca yaşadıkları şey biraz daha ortaya çıkmıştı. Örneğin görüştüğüm bir kadın şöyle bir şey söyledi ki buna benzer şeyler duydum hep herkesten; “50 yaşındayım. 50 yıldır aslında böyle, bir yanım beklemiş bunu. Tamam, dedim. İşte şimdi o gün bugün, şimdi gelecekler ve üstümüzden dümdüz geçecekler. Bizi öldürecekler.” Yani bu tarz korkuları çok fazla duydum Hatay'da, Antakya'da. Mesela yine gittiğim bir yerde başka biri; “Yani bizi öyle dımdızlak bıraktılar. İşte şimdi, biz şey diye düşündük, sınırı açacaklar. Bir şekilde cihatçılar gelecek ve hani deprem bir yandan bir yandan da hep aslında biz bu korkuyla yaşadık.” Hatta bir kadın şey dedi; “Neyse, dördüncü beşinci gün gençler biraz silahlandı da biz kendimizi daha güvende hissettik” gibi bir şey söyledi. Ama bu korku, bu endişenin bu boyutta olduğunu görmek beni çok fazlasıyla üzdü. Toplumun kendi içinde de birbirine karşı aşırı bir güvensizlik oluşmuştu, onu da hissettim. Mesela genç bir eczacı şöyle dedi; “Benim eczaneme ilk taşı komşum atmış. Daha sonra diğerlerini çağırmış yağmaya. Ben şimdi nasıl tekrar onlarla yaşayacağım,” gibi böyle şeyler. Fakat gittiğim yerlerde insanlardaki en büyük endişe, mesela Harbiye'de, gece Harbiye'ye gittim, iki ışık yanıyor ve insanlar çok fazla korkuyorlar. Çünkü hep şu endişe var; “Bu gece gelir ve birileri bir şey yaparsa ben ne yapacağım? Hiçbir güvenliğim yok.” Hâlâ bu güvenlik endişesinin bu boyutta olduğunu görmek açıkçası beni çok üzdü. Bunu söylemek lazım.

Geleceğe dair güvensizlik insanların tekrar ayağa kalkmasını engelleyen bir şeye dönüşüyor

Bir diğer şey mahallelerde çok fazla çadır kentler oluşuyor. Yani AFAD'ın o kurduğu büyük devasa çadır kentlerin dışında ve bu mahallelerde oluşan çadır kentlerde yerel insanlar, yerel sivil toplum örgütleri ya da aktivistler minik minik bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. İşte bir bakıyorsunuz bir yerde bir grup öğretmen okulun bahçesinde alternatif eğitim kurmaya çalışıyor. Başka yerde bakıyorsunuz bir tiyatro grubu bir şeyler yapmaya çalışıyor. Yani küçük küçük örgütlenmeler, küçük küçük mahalle arası çadır kentler ve oralarda tekrar kurulmaya çalışılan yaşamlar var. Yani beni Antakya açıkçası çok çok fazla etkiledi. Onların üzüntüleri, onların endişeleri bunca yıl böyle bir endişeyle yaşamış olmaları aslında üstümde çok ağır bir şey bıraktı doğruyu söylemek gerekirse. İnsanlarda yine gelecekle ilgili de aynı endişe var, çünkü “gidersek başkalarıyla dolduracaklar”, bunlar bu çok fazla söylendi Antakya'da. O yüzden gitmemeliyiz. O yüzden geri dönmeliyiz. Yani o kadar büyük bir güvensizlik var ki bunu hissediyorsunuz. Yani Antakya'nın her yanında hissedilen en büyük hissiyat bu. Bende en çok bu hissiyat kaldı.

Antakya’da insanlar daha kırsal alanlarda yaşayacaklar bir müddet. Kooperatiflerin elinde çok ürün kalmış, o ürünleri almak çok önemli. Yani mesela ben bir seracıyla konuştum, “Artık ben bir ihaleye bilmem neye giremem,” dedi. Zaten ailesinden kaç kişi ölmüş. Yani belediyelerin gidip oradaki yerel seraların elinde kalanları, kooperatiflerin elinde kalanları alması lazım. İnsanların bunu yapması bence çok önemli. Alışverişi yerelden yapmak, mümkün olduğunca o insanları ayağa kaldırmak çok önemli. Okulları hemen açmaya çalışmak çok önemli diye düşünüyorum. Antakya'da değil ama İslahiye'nin bir köyünde yine karşılaştığım bir kız Erciyes'te tıp okuyordu sanıyorum. Şu an işte geri dönmüş ve internet yok. Zaten Telekom o köylere üç ay internetin gelmeyeceğini söylemiş, böyle durumlar var. Okullar açılır ve bu öğrenciler yurtlara giderlerse eğitimlerine devam edebilecekler. Bundan sonrası için güvence vermek çok önemli. Yani insanlar derin bir kaygı, geleceğe yönelik kaygı ve güvensizlik yaşıyorlar. Çünkü mesela bazı iş insanları gördüm. Daha önce işte otelleri falan olan ama bugün çadırda olan. Mesela bir kadın; “Ben her şeyimi Antakya'nın taşına yatırdım. Antakya'nın eski otellerine yatırdım. Şu an hiçbir şeyim. Altımda iç çamaşırım yok. Nasıl ayağa kalkayım,” dedi. Yani düşündüğümüzden çok daha dehşet bir durumda insanlar ve bu geleceğe dair güvensizlik de insanların tekrar ayağa kalkmasını engelleyen bir şeye dönüşüyor. O güvensizliği biraz güvene çevirecek, onlara güven verecek bazı adımlar atılması gerekiyor diye düşünüyorum. Eğer çok uzatmadıysam İslahiye ve Adıyaman'ı azıcık söyleyebilirim.

G.E.: Lütfen.

N.B.: Tamam. Adıyaman'ı Yeter daha iyi biliyordur. Uzun süredir orada. O yüzden belki biraz da İslahiye'den bahsedeyim. İslahiye'nin özellikle köylerinde kayıp çok büyüktü. Bir köyde yetmiş kişi falan ölmüş ve insanların söylediği şey devletin gelmediği. İşte genellikle özel şirketler. İşte madencilik şirketleri, o bölgede olan ya da inşaat şirketleri falan hep bunlar kendi vinçleriyle, kamyonlarıyla insanları enkazdan çıkarmışlar. Mesela bir şirketin çalışanıyla konuştum, “Yüz kırk kişiyi sadece ben gömdüm,” dedi. Parmak izini şey yaparak savcılıkla birlikte. Yani bu tarz şeyler yaşanmış ve oralarda da aynı şekilde derin bir güvensizlik var ve onlar, köyler tam fay hattında. Tam fay hattında olduğu için de tek katlı olsa bile tamamen gömülmüşler ve ölüm sayıları İslahiye'nin köylerinde çok çok yüksek. İnsanlar ne kadar süre o şekilde yaşayacaklar, nasıl destekler verilecek? Ve işte oralara başkaları yerleştirilmeyecek. Hem bu şekilde güvenceler vermek gerekiyor hem de bundan sonra hayatlarını biraz kolaylaştıracak bazı şeyler yapmak gerekiyor. Şimdi aşevleri yavaş yavaş kapanmaya başladı. İnsanların kendi yemeklerini yapmaları gerekecek. Birçok yer şu an için gıdamız var dedi bir aylık. Ama bir ay sonra tekrar bu yardımlar gelir mi emin değiliz dediler. Bazı iller, yani bizim orada biliyorsun Gürhan yaz çok sıcak geçer. Hatta hiç bahar yaşamayız. Yani muhtemelen Nisan’dan sonra Adıyaman gibi yerler, işte İslahiye gibi yerler korkunç sıcak olacak ve yaza uygun bir takım şeyler gerekecek. İşte terlik gibi veya farklı tür tekstil ürünleri gibi. O yüzden de ona göre birtakım şeyler lazım olacak.

İnsanlar evsiz ve ne yapacaklarına dair bir bilgileri yok!

Bir diğer gözlemim de -aslında deprem bölgesinin ilk anda boşalmayla birlikte ben hem Antakya hem Adıyaman hem İslahiye'de onu gözlemledim- çok yoğun olmamakla birlikte geri dönüş gözlemledim. Çünkü insanlar gittikleri yerlerde kirayı ödeyemiyorlar. Zaten kiraları ödeyebilecek olsalar bile kiralık ev yok. Şu an neredeyse bölgenin hiçbir yerinde ev yok. Mersin, tıklım tıklım. Her yer tıklım tıklım. Ben deprem bölgesinden sonra işim vardı, bir gün sonra Silopi, Cizre ve Roboski tarafına kadar gitmek durumunda kaldım. Silopi, Cizre her yer, her yer depremzedelerle dolmuş durumda. Mesela Silopi ve Cizre’de Adıyaman'dan bir dolu depremzede vardı. Başka yerde, başka yerden depremzedeler vardı. Diyarbakır, Sur’da bile depremzedeler var başka şehirden gelmiş. Hani Diyarbakır'da dört bin ev zaten ağır hasarlı, yüz binlerce insan işsiz, ama ona rağmen Diyarbakır'a bile bir dolu depremzede gelmiş durumda. Yani tüm bölgede acayip bir kaos, acayip bir afet yaşanıyor aslında. İnsanlar evsiz ve ne yapacaklarına dair bir bilgileri yok. Barınma sorunu var. Adıyaman'da da bunu gördüm. İslahiye'de de bunu gördüm. Antakya'da, Diyarbakır'da her yerde barınma sorunu var, çünkü ev yok! Ev yok ve kiralar çok çok yüksek. Silopi, Cizre gibi yerlerde insanlar belki de küçük yer olmasının da etkisiyle depremzedelerden kira pek almıyor. Daha fazla destek veriliyor falan filan. Ama daha büyük şehirlerde bu iş öyle değil. Diyarbakır'da kiralar iki, üç katına çıkmış durumda. Mersin'de keza aynı şekilde. Yani bu insanlar barınacak hiçbir yer bulamıyorlar. Böyle bir sorun var ve o yüzden de barınma sorununun çok acil bir şekilde çözülmesi lazım. Kiralara el atılması, belirli standartlar konulması lazm bundan yükseği olmayacak diye. Yani şu an, tamamen boşluk. Ne denir ona vahşi! Yani bir serbest piyasanın içerisine bırakılmış durumda bu depremzedeler. Antakya'da mesela bu barınma sorunu çok yüksek noktada, insanlar dönüp köylere gitmek durumundalar. Bunun için çadırlara falan filan ihtiyaçları var. Öte yandan ben gittiğimde 35. gün hâlâ açık tek bir market yoktu. Yani şöyle düşünün; peyniri bile alacak olsan en yakın yer Mersin. Böyle çok ciddi sıkıntılar var.

Bir de belki şeyi ekleyebilirim; psikolojik destek. Bence bu da artık bir an önce başlanılması gereken bir şey diye görüyorum. Çünkü insanların ayağa kalkması için bir desteğe ihtiyaçları var. Böyle bir yıkımdan sonra ayağa kalkmak çok zor. Çünkü güvensizlik devam ediyor. Korkular devam ediyor. Aynı zamanda hâlâ sürekli sallanıldığını düşünün. İşte insanlar konuşuyorlar aa o da mı vefat etmiş, bu da mı vefat etmiş? İşte, onunla haftaya buluşacaktık, şunu yapacaktık. Bir yandan tüm bu haberleri alıyorsun. Öte yandan da bir çadırdasın ya da bir prefabrik bulmaya çalışıyorsun ya da işte belki evin bir odasındasın yıkılmayan ama büyük bir güvensizlik yaşıyorsun. Gece Antakya'da her yer karanlık. İnsanların bana en çok söylediği şey bu; korkuyoruz gece karanlık olduğu saatten itibaren acayip korkuyoruz bu gece bir şey olur mu diye. Yani depremin dışında bir şeyden bahsediyorum. İnsanlarda böyle bir korku var Antakya'da. Acayip bir boyutta bu korku. Benim yine ziyaret ettiğim bir evde tüfek vardı masanın üstünde, çünkü bütün o mahallede sadece iki ışık var. İki evde ışık var. Diğerleri kapkaranlık. Yani bir şekilde buna ilişkin de insanlara bir güven verilmesi lazım diye düşünüyorum.

G.E.: Evet güvenliğin sağlanması lazım.

N.B.: Kesinlikle bu çok dile getirildi. Evet. Antakya'da bu çok dile getirildi.

G.E.: Yeter Hanım Diyarbakır çok hızlı harekete geçti ve hemen depremin olduğu günün sabahından itibaren ilk 83 kuruluşun bir araya geldiğini ve hemen arkasından kuruluş sayısının da arttığını biliyoruz. Hem Diyarbakır'a koşturmaya çalıştınız, aynı zamanda Adıyaman'a ve Kahramanmaraş'a da yetişmeye çalıştınız. Bu anlamda yürütmekte olduğunuz kriz masasındaki son durum nedir?

Diyarbakır’ın zaten örgütlü bir yapısı vardı

Y.E.T.: Ya Diyarbakır'da aslında bu krizi yönetmek diğer kentlere oranla nispeten daha iyi ve kolaydı. Çünkü zaten örgütlü bir yapısı var Diyarbakır'ın. Kriz masasının bileşenleri ilk gün 83’tü. Fakat bunlar kriz olduğu anda yan yana gelmedi. Aslında Ticaret Odası’nın çok yakın bir zaman önce oluşturduğu Kent Platformu’nun bileşenleri olarak kriz masasına doğru çalışmak üzere yan yana geldik, toplandık. Yani dolayısıyla bir oluşum vardı ve oradan doğru hareket etmek de çok hızlı oldu. İlk üç gün Diyarbakır'da sadece insani ihtiyaçların giderilmesi, oralardaki ihtiyaçların tespit edilmesi ve bunun temin edilmesi üzerine çalışmalar yürüttük çok yoğun ve bunu aslında sadece platform değil, sizin de az önce söylediğiniz gibi daha sonra dahil olan inisiyatifler, aktivistler, iş insanları hep birlikte hareket ettik. Burayı koordine etmek ve buradaki ihtiyaçların giderilmesi meselesi daha kolaydı. Fakat bu en kısa, hani üç gün sürdü. Üç günün sonunda işte Diyarbakır'da toplamda 186 tane geçici barınma alanı vardı. Aslında baktığınız zaman Diyarbakır'da işte hasar az gibi görünüyor diğer kentlere oranla fakat ikinci depremden sonra Diyarbakır'ın yüzde 90’ı maalesef evine girmeye korkuyordu çok haklı olarak. Dolayısıyla yüzde 90’ı dışarıdaydı. Bütün okullar, camiler, spor salonları, düğün salonları, kafeler, hani insanların güvenli bulduğu bütün alanlar maalesef doluydu ve işte yemek, ısınma, bebekler için, kadınlar için hijyen ihtiyaç malzemeleri, hızlıca önce bunların tamamlanması ve ihtiyaç sahiplerine yetiştirilmesi gerekiyordu. Biz üç günün sonunda şöyle bir kendimize gelip aslında şeyi fark ettik afetin ne kadar büyük olduğunu… Fakat o zaman bile Hatay ve Maraş söz konusuydu ama Adıyaman asla konuşulmuyordu. Adıyaman'da bulunan arkadaşlarımızın, yani platform bileşenlerinin doğrudan Adıyaman'daki arkadaşlarından aldığımız bilgilerle aslında orada da ciddi bir tahribat olduğu, depremden çok ciddi etkilendiği ama hiçbir şekilde desteğin gitmediği bilgisini aldık ve üçüncü gün itibarıyla ekipler göndermeye başladık. Tabii ki giden ekipler ilk önce temiz su, gıda, battaniye, ısınma araçları, bunlarla gittiler ama platformun bütün üyelerinin olduğu bir WhatsApp grubunda oraya yetişen arkadaşlardan şöyle mesajlar almaya başladık; arkadaşlar yemek göndermeyin, battaniye göndermeyin, kefen gönderin! O zaman anladık aslında ne kadar büyük bir enkazla karşı karşıya kaldığımızı. Bir süre sonra artık tüm platform üyeleri ve sivil toplum örgütleri kendi uzmanlıklarına göre Adıyaman'da çalışmaya başladılar. Hâlâ çalışmalarımızı üçüncü günden beri Adıyaman'da ağırlıklı olarak sürdürüyoruz.

Diyarbakır'da şöyle engellemelerle karşılaşıyoruz. Şimdi biz platformun içinde de aslında şöyle ayrıldık; kadın hakları alanında çalışan örgütler kadın kriz anı, çocuk hakları alanında çalışan örgütler çocuk kriz anı, LGBT alanında kendi. Yani orada da enerjilerimizi doğru yere kanalize edelim, hepimiz aynı iş için değil, burada da bölünelim ve bütün insanların ihtiyaçlarına cevap olabilecek destek çalışmalarını başlatalım gibi kendi içimizde de bölündük.

İnsan ya da doğal kaynaklı hiçbir krizde çocuklara güvenli bilgi verilmiyor maalesef

G.E.: Yeter Hanım burada bir ara verebilir miyiz? Reklama gitmek zorundaymışız.

Y.E.T.: Tamam anlaştık.

G.E.: Bir buçuk dakika sonra tekrar evet Açık Radyo’dayız. Altın Saatler programı Deprem Özel Yayını’nın ikinci bölümündeyiz. Bugün iki konuğumuz var; Nurcan Baysal ve Yeter Erel Tuma. Evet Yeter Hanım lütfen sizi kesmek zorunda kaldım. Reklama gideceğimiz için. Lütfen devam edelim. Buyurun.

Y.E.T.: Problem değil rica ederim. Adıyaman'daki son duruma gelmeden hemen önce şeyi de söylemek isterim; bugün hâlâ Adıyaman'da maalesef merkezi yönetimin çok etkin olduğu söylenemez. Hâlâ sivil inisiyatiflerin, platformların, aktivistlerin ve örgütlerin çok ağırlıklı, çok yoğun olarak çalışmalar yürüttüğü bir bölge Adıyaman maalesef. Biz mesela çocuk krizi ağı olarak hâlâ Hatay ve Maraş'a yetişemedik. Çünkü Adıyaman'daki çocukların ihtiyacını karşılayabilecek durumda değiliz, o kadarına aslında kapasitemiz de yetmiyor. 18 bileşeni olan bir ağ burası, ama Adıyaman'da şimdilik sadece köylerde ve Narlıkuyu’da sivil örgütlerin oluşturduğu çadır alanında çalışmalarımızı yürütüyoruz. Aslında şöyle bir hedefimiz vardı, yani Diyarbakır'da biz bir sistem oturttuk; çocuk hakları odaklı kriz yönetim ağı Türkiye'de bir krizden hemen sonra oluşturulmuş ve çocukların haklarını gözeten ilk oluşum olarak aslında tarihe geçmiş oldu. Bizim de buradan doğru aslında bir pratiğimiz ve deneyimimiz var. Üst üste çok fazla kriz yaşadık. Bunun üstüne işte savaşlar, depremler, pandemi, daha depremin etkisinden kurtulamamışken üstüne seller yaşadık ve yirmi yıldır sahada aktif çalışmalar yürüten örgütlerin olduğu bir ağ olduğumuz için neye ihtiyacımız olduğunu bilerek o sistemi oluşturmak çok uzun zaman almadı. Burada ilk öncelikle toplanma alanlarının çocuk haklarına uygunluğuyla ilgili iki izleme çalışması yaptık. Bununla ilgili rapor yayınladık, suç duyurusunda bulunduk, bilgi edinme kanunu kapsamında başvurularımız oldu. Bunlar ağın hukuk birimleri tarafından yapıldı. Diğer tarafından bu geçici barınma alanlarında çocukların ilk önce ihtiyacı olan şey -bakın hep şeyi kaçırıyoruz, evet önce insani temel ihtiyaçlar, ama hiçbir zaman hiçbir koşulda ve hiçbir krizde insan ya da doğal kaynaklı hiçbir krizde çocuklara güvenli bilgi verilmiyor maalesef. Çocuklar kendilerini bir anda bir kaosun içinde görüyorlar ve ne olduğunu anlamlandıramıyorlar. Dolayısıyla buradaki açığı da kapatmak için ağ olarak birtakım çalışmalar yaptık. Ama dediğim gibi afet çok büyük ve sadece buradaki kriz ağının tüm afet bölgelerine yetişebilecek kapasitesi yok. Ama zaten çok ihtiyaç da yok. Baktığınız zaman Türkiye'de bütün sivil toplum örgütleri bir şekilde sahada. Maalesef şöyle bir şey var onu da söylemeden geçemeyeceğim, sivil toplum örgütlerinin son zamanlarda, afetten hemen önce pasifize edilmeye çalışıldığı, kriminalize edildiği, itibarsızlaştırıldığı, işte yöneticilerinin, gönüllülerinin gözaltına alınarak çalıştığı bir süreçte, bugün bu büyük afetin aslında en önde gidenlerinin, en ciddi destekleri sağlayanların sivil toplum örgütleri olduğu gerçeği de açığa çıktı. Yani sivil toplum örgütleri ya da aktivistler olarak kimseden teşekkür beklemiyoruz tabii ki. Tüm insanların daha adil, daha onurlu, daha insani bir şekilde yaşaması için hiç durmadan çalışmaya devam edeceğiz tabii ki. Ama bu emeğin bir kere görünmesi ve bir önceki dönem o pasifize edilmeye çalışılan örgütlerden aslında bir özür dilenmesi gerektiğini düşünüyorum. Tarlabaşı Toplum Merkezi hakkında kapatma davası açıldı biliyorsunuz. Arkadaşlar, Göç İzler’den arkadaşlar gözaltına alındı. Yine Rosa Kadın Derneği öyle. Fakat baktığınız zaman ilk günden beri sahada hiç durmadan çalışan örgütler bunlar. Dolayısıyla sivil topluma ne kadar ihtiyacımız olduğu, sivil toplumun aslında bu tür afetlerde, bu tür krizlerde ne kadar büyük sorumluluklar ve roller üstlendiği gerçeği de böylelikle görünür oldu. Bunu da söylemeden geçmek istemedim.

Güvenlik endişesi Suriyelilerden kaynaklı bir güvenlik endişesi değil

Şimdi Adıyaman'daki durum şöyle, biz ilk üç gün size az önce de söylediğim gibi alanda çalışmaya başladık. Giden arkadaşların yaptığı ilk şey enkazlarda işte arama, kurtarma ekiplerine yardım etmek, çadırların kurulumuna destek olmak falandı. Bir taraftan da köylerde yıkım çok fazla ama hiç köylere gidilmemiş. Oralara doğru harekete geçti arkadaşlarımız. Şöyle korkunç bir gerçekle karşılaştık; şimdi Adıyaman'da bazı köylere, sünnilerin yaşadığı köylere AFAD ya da işte bir şekilde devletin desteği gitmiş, ancak alevilerin yaşadığı köylere hiçbir temiz su bile ulaştırılmamıştı. Buradaki bu ayrımcılık o insanlar tarafından da çok anlayabildikleri ve görebildikleri bir yerdeydi. Sivil toplum örgütleri olarak da aslında nerelere yoğunlaşmamız gerektiğini fark ettiğimiz bir yerdeydi. Düşünün temiz su hani. Az önce Nurcan Abla dedi ya, tabii ki bütün insanlar güvenlik kaygısı yaşıyorlar. Ama o ihtiyaçlar hiyerarşisinin birinci basamağında temel ihtiyaçlar var. Yani önce buraların karşılanması lazım, ama Adıyaman'da hâlâ o temel ihtiyaçlar yeteri kadar yetiştirilmiş durumda değil maalesef. İnsanlar zaten uyku uyuyamıyorlar, gece yatamıyorlar. Bunu çocuk özelinde değerlendirmek gerekirse şöyle bir şey söyleyebileceğim…

N.B.: Aslında Yeter ben hemen bir şey ekleyebilir miyim? Güvenlik endişesiyle ilgili belki Gürhan onu da eklemem lazım. Suriyelilere ilişkin çok fazla şey söylendi, ancak bu güvenlik endişesi Suriyelilerden kaynaklı bir güvenlik endişesi değil. Öncelikle onu söyleyeyim. Yani Antakya'da da bana en çok söylenen bu, çünkü ben de bunu özellikle sordum. Bu yağma falan mesela, yok dediler. Suriyeliler değil, böyle dışarıdan gelen çete gibi gruplar valizlerle çıkıyorlardı dediler. Antakya'da da Adıyaman'da da öyle sanırım en çok ölenler Suriyeliler, çünkü en yoksul yerlerde yaşayanlar, en kötü evlerde yaşayanlar onlar olduğu için.

G.E.: Ayrıca şu anda can korkusuyla yaşıyorlar...

N.B.: Aynen öyle. Yani onu da eklemek önemli. Tekrar söylemek istedim bunu, çünkü özellikle sordum. Antakya'ya giden herkes de biliyor bunun Suriyeliler meselesi olmadığını. Yani bu başka bir şey. Gelmişler, valizlerle gelmişler. Bunları yapmışlar. Nerelerden geldiği bilinmiyor. Ama maalesef orayı bilmeyen insanlar, biz, Suriyeliler meselesiymiş gibi bu dile getirildi. Halbuki Suriyelilerin mahalleleri en kötü mahalleler. Dediğim gibi çok ciddi bir Suriyeli nüfus da hayatını kaybetti.

G.E.: Evet Yeter Hanım.

Y.E.T.: Aslında tam da Nurcan Hanım'ın söylediği mesele biraz ana akım medyaya doğru işaret ediyor. Çünkü orada gösterildiği gibi değil. Orada tam da böyle haberlerin verilmesi, bilgilerin buradan doğru yanlış aktarılması insanlardaki o nefreti maalesef keskinleştiriyor. Dolayısıyla çadır alanlarında yaşayan insanlar şeye karşı, işte mülteciler geldi, onlar Suriyeliler. Onlar da bize zarar vereceklere karşı kendilerini korumaya çalışıyorlar. Bunu çok yakın çalıştığımız çadır alanında da gördük biz. Düşünün AFAD'ın değil bu arada. Bir sivil yapının alanında çalışmalarımızı yürütüyoruz. Çadır alanımıza çok yakın. Üç dört tane çadır var. Çok yakın ama içeride değil, çünkü aileler kabul etmemişler onları. Onlar o alana giremiyor. Oranın tuvaletini kullanamıyor. Banyosunu kullanamıyor. Oradaki çocuklar bizim kendi oyun alanımıza gelemiyorlar. Çünkü aileler inanılmaz endişeli bize zarar verecekler ya da çocuklarımıza diye. Bu bilgi nereden gidiyor? Işte tam da bu medyadaki körükleştirilen o ayrımcılıktan. Hani burayla nasıl mücadele ederiz gibi düşünmeleri gereken yerde bu nefreti nasıl daha keskin hale getiririzin anlamsız bir çabası var maalesef. Halbuki o insanlar da bu afetten etkilendiler. Yine Nurcan Hanım’ın dediği gibi hayatlarını kaybettiler, evlerini kaybettiler. Onlar da şu anda en az destek alan kesimler olarak bir tarafta duruyorlar. Ben biraz karışık...

G.E.: Hayır hayır. Çok çok iyi. Ben buradan hareketle hemen şimdi aynı zamanda Diyarbakır'da bir çocuk ağı kurdunuz. Sanıyorum depremden sonra oluşan bir birlik, bir ağ. Biraz da onu konuşabilir miyiz? Yani hem bu çocuk ağı konusunda bilgi rica edeceğim sizden ve Nurcan'dan, aynı zamanda neler planlıyorsunuz, neler yapıyorsunuz? Çocukların durumu nedir? Bu konuları da biraz konuşalım.

Y.E.T.: Hı hı. Ben hemen Ağ’ın biraz oluşumundan bahsedeyim. Aslında dört çağrıcı kurumla; İnsan Hakları Derneği, Rengarenk Umutlar Derneği, Çocuk Çalışmaları Derneği ve Baro’nun Çocuk Hakları Merkezi olarak biz öğlen saatlerinde yaşadığımız ikinci depreme toplantı halinde yakalandık. Yani çok hızlı yan yana gelip bir an önce çocuklar için ne yapacağız, onların güvenliği ve korunmasını nasıl sağlayacağız diye hızlıca hareket ettik. O ilk gün dört kurumdu. Bugün 18 bileşeni var. Ağ şöyle çalışıyor; bunun için de Tabipler Odası var, Sosyal Hizmet Uzmanları Derneği var, işte Baro var, Eğitim-Sen var. Aslında bölgede doğrudan ya da dolaylı olarak çalışan örgütlerin oluşturduğu bir ağ ve kendi içinde birimleri var. Bu birimlerde örgütler aslında sahada da kendi uzmanlıklarından doğru destek oluyorlar. Mesela psikososyal destek biriminin sorumlusu, psiko-sosyal alanda çalışan Sosyal Hizmet Uzmanları Derneği, Mezopotamya Psikologları Derneği ve Rengarenk Umutlar Derneği. Çalışmalar onun koordinasyonunda ilerliyor. Ya da izleme çalışmaları, ağırlıklı olarak izleme çalışmaları yapan örgütler alanların, çadır kentlerin, geçici barınma alanlarının, konteyner kentlerin çocuk haklarına uygunluğuyla çeşitli izleme çalışmaları yapıyorlar ve bunlarla ilgili raporlar yayınlıyorlar. Yine hukuk birimimiz var. Bence burası önemli, çünkü izleme çalışmasının tespit ettiği hak ihlalleriyle ilgili hukuk birimi ilgili yerlere suç duyurusunda bulunuyor. Bilgi edinme kanunu kapsamında taleplerde bulunuyor. Mesela bir basın açıklaması yaptık bütün örgütler olarak. Şu anda sekiz tane birimi var. Hani bunun içine kaynak geliştirmeydi, işte iletişimdi bu birimleri de eklersek toplamda sekiz tane birim aktif olarak çalışıyor ve bu 18 bileşen bu sekiz birimde sorumluluk almış ve aktif olarak çalışmalarını yürütüyor.

Refakatsiz çocukların durumunun ne olacağının da takipçisiyiz

Çok önemli bir şey daha var onu da söyleyeyim. Sonra Nurcan Hanım'ın belki katkı sunacağı yerler vardır. Kayıp çocuklar meselesi çok ciddi. Biliyorsunuz 118 tane çocuk ihbarıyla aslında biz harekete geçtik. Bu çocukların nereye gittiği, nasıl gittiği ve kimin kontrolünde gittiği, bir an önce bunun araştırmasını yapalım dedik. Sosyal medyaya da çok yansıdı. Biliyorsunuz bu çocuklar maalesef cemaatlerin yurtlarında ya da işte onların örgütlerine teslim edilmiş durumda. Bunu da biliyorsunuz Menzil Tarikatı’nın Beşir Vakfı doğruladı. Bin küsur tane çocuğun devlet tarafından onlara teslim edildiği ve onların korumasında olduğu açıklamasını yaptı. Şimdi buralar çok çok önemli bizim için. Yani bu refakatsiz çocukların durumunun ne olacağı, bu çocukların güvenliklerinin nasıl sağlanacağı, bu çocukların alacağı destek meselesinin de biz kriz yönetimi olarak takipçisiyiz. Bununla ilgili de Özgür Hukukçular Derneği, Sağlık Emekçileri Sendikası ve Tabipler Birliği üçlü ekip ortak çalışmalar yapıyor. Sahadan verileri topluyorlar, raporlar hazırlıyorlar, ilgili yerlere başvuruda bulunuyorlar. Ama dediğim gibi sivil toplum hâlâ o kadar merkezi yönetim nezdinde muhalif ki dolayısıyla bir bilgi edinme kanunu kapsamında yaptığımız başvurular bile çok saçma gerekçelerle reddediliyor. Alanlara, mesela AFAD alanlarına asla alınmıyoruz biz. Hiçbir şekilde alınmıyoruz, sürekli bir uzaklaştırma çabası. Sürekli bizi bir etkisizleştirme çabası. Halbuki bir şekilde yine sahadayız. Tabii ki bırakmayacağız sahayı. Oysa tam da ortaklaşmamız gereken yerde, tam da güçlerimizi birleştirmemiz gereken yerde yapılacak en yanlış şeyi yaptılar maalesef. Fakat biz hani sahada çalışmalarımızı sürdürmeye bir şekilde devam ediyoruz.

G.E.: Evet kolaylıklar diliyoruz. Evet Nurcan?

N.B.: Ben belki genel olarak sivil toplumla ilgili birkaç şey söyleyebilirim.

G.E.: Lütfen.

N.B.: Ben bu afet dönemlerinde özellikle fon kuruluşlarının da dikkat etmesi gereken şeyler olduğunu düşünüyorum. Çünkü bir Yeter'in dediği gibi zaten bu bölgede sivil toplum 2015-2016’da çıkan KHK'larla ciddi sayıda kapatılmıştı. Ama kapatılsa bile aktivistler sonuçta oradaydı. Zaten oralı insanlar bunlar. Afet döneminde sivil toplum kuruluşlarının kalanları da bir kısım üyelerini kaybettiler. O nedenle de şuna dikkat etmek lazım. Çünkü fon kuruluşları genelde karşılarında bir kurumsal yapı olursa ancak fon veriyorlar. Bu tarz afet dönemlerinde özellikle sahada hâlâ hayatta kalan aktivistleri desteklemenin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Yani ben kendim kişisel olarak ona dikkat etmeye çalışıyorum. Bazen bakıyorsunuz bir yerde bir grup üç tane ya da dört tane öğretmen hayatta kalmışlar ve bir şey yapmaya çalışıyor. Bu afet döneminde kalkıp dernek kur, bilmem ne başvurusu yap... Onlar zaten çeşitli farklı farklı bilgi düzeyleri gerektiriyor. Bu o insanlar için çok zor. Halbuki minik kaynaklarla bu insanlar bazı şeyleri çok rahat bir şekilde yapabilirler ya da bir bakıyorsunuz işte bir tiyatro topluluğu, dört, beş kişi artık hayatta ve bu dört beş kişi işte çadırlarda çocuklarla inanılmaz şeyler yapıyorlar. Bunu görüyorsunuz. Ben biraz da bu sefer deprem bölgesine bu nedenle gittim. Kimler aktivistler olarak, yerel aktivistlerden bahsediyorum, kimler hâlâ ayakta ve bir şeyler yapmaya çalışıyor ve biz bu insanları nasıl destekleyebiliriz? Bence biraz bunun yollarını düşünmek lazım artık. Çünkü zaten hem sivil toplum çok az bir yandan öte yandan da işte bu hayatta kalan ve bir şeyler yapmaya çalışan aktivistleri de yereldeki insanları da desteklemek gerektiğini düşünüyorum. Bir bakıyorsunuz kooperatiflerden birkaç kişi kalmış. Şimdi biz kurumsal yapı yok diye bu insanları desteklemeyecek miyiz? Bu insanlar ayaktalar ve bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. O nedenle de bence fon kuruluşlarının da bütün bu çalışmalara ona göre bakmaları ve afet döneminde belki bazı kurallarını esnetmeleri ve hayatta kalan bu aktivistlere nasıl destek vereceklerinin yollarını düşünmeleri gerekiyor diye düşünüyorum. Ben böyle bir dolu güzel küçük küçük gruplar oluşturan aktivistlerle tanıştım. Antakya'da, Adıyaman'da ve daha birçok yerde ve bu insanlar harika işler yapıyor. Zaten dünya bu insanların hatırına dönüyor bir yandan da. O yüzden de yerelde böyle insanların yaptığı işlerin bir ucundan tutabilmenin bu dönem çok önemli olduğunu düşünüyorum açıkçası.

G.E.: Evet Elvan'ın sorusu var.

E.C.: Benim sorum değil esasında ben Nurcan Hanım'ın söylediklerine biraz böyle bir yorum yapmaya çalışacağım. Şöyle bir durum var baktığınız zaman esasında, insani yardım anlamında yaratılan kaynakların çok bölümü belli işte hükümet dışı kuruluşlara ve büyük sivil toplum kuruluşlarına gidiyor. Yerel sivil toplum kuruluşları dediniz ki onların önemli bölümü zaten yok oldular, mensuplarını kaybettiler, kapatıldılar, şu bu filan. Yerel sivil toplum kuruluşlarında bile esasında bu uluslararası fonların aktarılacağı kapasite zaten yoktu. Şimdi durum iyice vahimleşti sizin de söylediğiniz gibi. Bu noktada bir mekanizma ortaya çıkartılmasında fayda yok mu? Yani bu uluslararası fonların yaptığı -Türkiye içerisinde de yaratılacak bir takım fonlar varsa bilemiyorum- Türkiye'de yaratılan fonların gittiği kanallar çok belli ama hani olur da böyle bir fon yaratma söz konusu olursa bu köşede yerel aktivistler olsun, yerel sivil toplum kuruluşları olsun, bunlara bir şekilde aktarmayı sağlayabilecek bir ara mekanizma nasıl kurulabilir? Bence bunu düşünmemiz gerekiyor.

Uluslararası fonların yereli desteklemesi çok önemli

N.B.: Ara mekanizmayı aslında insan hakları meselesinde geçmiş dört beş yılda kurdular bir şekilde. Yani şöyle kurdular: Bu alanda uluslararası örgütlerden gelen büyük kaynaklar İstanbul merkezli daha çok üç dört büyük sivil toplum örgütüne geldi. Onlar da Anadolu'daki sivil toplum örgütlerine küçük fon çağrıları yaptılar. Ama baktığımız zaman bunların yine sivil toplum örgütlerine fon çağrısı şeklinde olduğunu görüyoruz. Küçük sivil toplum örgütlerini güçlendirmeye yönelik mekanizmalar çok da iyi oldu. Çoğu da yerine gitti ki çoğunu takip ettik. Ama bir de işin şöyle bir tarafı var, şimdi mesela büyük STK'ların çoğu Antakya'da -Antakya'yla Hatay'ı kastediyorum tabii- AFAD'ın kurduğu büyük kampların içindeler ve ben mesela bunlardan bir tanesine gittim. UNICEF de oradaydı. Hatta UNICEF'ten iki kişi vardı. Ya dedim burada ne yapıyorsunuz? Çok az insan var. Evet kamp çok büyük ama kamp şehir dışında. Asker, polis çok yoğun ve insanlar mahallelerinde olmayı tercih ediyorlar. Mahallelerde alternatif çadır mahalleler var bir kere. Fakat hani o en büyükler oralardalar ve kaynaklar da orada. Öte yandan mahallelerde insanlar kaynaksız şekildeler. Bu durumda siz ne yapacaksınız? Bir de şeyi düşünmek lazım; ya sivil toplum yoksa? Yani işte Adıyaman'da yok, Diyarbakır gidiyor. E Diyarbakır nereye kadar gidecek? Hadi gitsin gitsin altı ay gitsin Adıyaman'a. Adıyaman'da tek bir sivil toplum örgütü yok ki! Şu an yok diye biliyorum ben. Yani Nurdağı'nda yok ki sivil toplum örgütü ya da İslahiye'de yok ki. Ama her yerde birkaç aktivist var, birkaç tane güzel öğretmen var, birkaç tane güzel doktor var. İyi ve güzel insanlar var bir şeyler yapan. Peki biz o iyi ve güzel insanları destekleyecek mekanizmayı kurmayacak mıyız? İlla ki işte resmi kurum, resmi kurum diyerek kurulabilir. Yani ben en azından bunu yapmaya çalışıyorum. Bir yerde iki üç tane aktivist güzel bir şey mi yapıyor? Varsa bir yapabileceğimiz desteği onlara yapmaya çalışıyorum. Çünkü hem oranın insanları, oranın ihtiyaçlarını biliyorlar hem de ayağa kalkmaya çalışıyorlar ve diğer insanları birlikte iyileşerek ayağa kaldırmaya çalışıyorlar. Bizim artık bunları düşünmemiz lazım. Silopi'de sivil toplum mu var? Olan da kapatıldı. Cizre’de sivil toplum mu var? Olan da kapatıldı. Ama mesela o zaman ne yapmıştı? 2015-2016’dan sonra mesela Anadolu Kültür, Osman Kavala çok güzel bir şey yapmıştı. Ben de çok desteklemiştim. Belki de Türkiye'de o mekanizmanın ilklerinden biriydi: Sivil toplum olmasın, biz çocuk fonu kuralım ve sivil toplum olmayan, STK olmayan yapılar da, yani insanlar da aktivistler de başvurabilsin. Yeter ki bir şeyler yapmak isteyen insanlar başvurabilsin demişti. Ve çok yerine ulaştı. Bu aktivistler zamanla sivil toplum örgütlerini de kurdular. Hem de sivil toplumun aslında tohumlarını atmış oluyorsunuz. Yani bu yapılamayacak bir şey değil. Biraz istemek biraz insana güvenmek yani... Hayat zaten biraz da güvenmek üzerine olmalı diye düşünüyorum. Şahsen kendi gelecek bir yılımı deprem bölgesinde neler yapabiliriz diye bunun üzerine kurguladım. Mümkün olduğunca yerelde çalışan, oranın insanlarını, oranın aktivistlerini mümkün olduğunca desteklemek lazım diye düşünüyorum. Bu mekanizmalar dünyada çok olmasa da var. Türkiye'nin de buna geçmesi gerekiyor. Çünkü İstanbul'dan bir STK, yani o neden orada bir yıl boyunca gidecek gelecek. Zaten uçak bilmem ne paranız orada bir aktivistin altı ay işte çadırlarda bilmem ne yapma parası. Yani o yüzden yereli desteklemek çok önemli ve istenirse de bu mekanizmalar bulunuyor.

Antakya'da gördüğüm bir şeyi daha vurgulamak isterim beni de çok rahatsız eden bir şey. Savaştan sonra Suriyeliler geldiğinde de aynı şeyi yaşadık ve bütün Antep, bütün o hat sivil toplum örgütü dolu. İşte bir dolu uluslararası örgüt, bir dolu kaynak ve bir anda sivil toplum örgütleri kuruldu. Bunların bir kısmı iyi çalışan örgütler. Bir kısmının adını hiçbir zaman bilemedik. Ama böyle yabancı kaynaklar, uluslararası kuruluşların getirdiği sivil toplum örgütleri de oldu. Şimdi aynı şey mesela Antakya'da olacak diye korkuyorum. Çünkü her taraftan işte BM'dir, şudur budur, işte projeler açılıyor, şunlar oluyor, bunlar oluyor. Gidiyorsunuz Antakya'ya nerede bu insanlar? Çünkü mahallelerde insanlar çok yalnız ve küçücük STK'lar yanlarında üç öğretmen bir yerde bir şey yapmaya, iki psikolog bir yerde bir şey yapmaya çalışıyor. Uluslararası bir kaynak girecek bu bölgeye, ama bu kaynak nasıl kullanılacak? Gerçekten buna bakmak ve bu uluslararası kuruluşlarla konuşmak lazım. Yani bırakın siz kendi adamlarınızı bilmem kaç bin maaşlarla getirmeyin. Bu paraları küçüklere dağıtın, yerellere dağıtın, ayağa kalksınlar. Belki bunu söylemek lazım diye düşünüyorum.

G.E.: Evet. Yani özellikle ikinizin de vurguladığı son derece önemli bir nokta var. Bu iş uzun sürecek ve o uzun süre boyunca da mutlaka sivil desteklerin devam etmesi lazım. Çalışmaların devam etmesi lazım. Ben arkadaşlar önümüzdeki döneme ilişkin olarak oldukça iyimserim. Bu iyimserliğimi de kuvvetlendiren Diyarbakır gibi o kadar büyük badireler atlatmış, birçok sivil toplum kuruluşu kapanmış bir yer bütün Türkiye'de ilk harekete geçen ilk bir araya gelen ve o güzel örneği sergileyen il oldu. Ayrıca gene birçok engellemeye rağmen siviller kuruluş olsun, bireyler olsun pek de gözlerini sakınmadan bölgeye indiler ve bölgede bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Ben o anlamda sivil toplumda da bir iklim değişikliğinin -seçimle de bağlantılı olmadan bunu düşünüyorum ve söylüyorum- olduğu kanısındayım. Bu moralin önümüzdeki dönemde de devam etmesi için elimizden geleni yapmaya biz şu anda halihazırda kentte olanlar olarak da gayret göstermeliyiz diye düşünüyorum. Programımızın son üç dakikasındayız. Yeter Hanım sizden son görüşlerinizi alalım. Sonradan da Nurcan'dan son sözlerini rica edeceğim.

Çocukların kültür güvenliğinin sağlanması da önemli

Y.E.T.: Yani ben çok kısaca şeyi söylemek isterim; krizlerin etkisi aslında hemen değil, uzun vadede çıkıyor. Özellikle çocuklardan. Bu krizlerin etkisi psikolojik. O travmanın etkisi. Şimdi Türkiye'nin her yerinden sivil toplum örgütleri bu bölgelere bir şekilde destek oluyorlar. Olmaya da devam edecekler. Ama çocukların kültür güvenliği bizim için çok önemli. Çünkü biz Sur Savaşı'ndan sonra çocukların aslında öz kimliğiyle ilgili çok ciddi bir barışık olmama haline geldiğini gözlemledik. Dolayısıyla çocuklarla psikososyal destek çalışmaları yapacak tüm ekiplerin Diyarbakır'daki kriz ağının oluşturduğu psikososyal destek modüllerini kullanması gerektiğini her yerde söylüyoruz. Burada da ayrıca söylemek isteriz. Hem dil hem kültür meselesi ve buralardaki güvenliği sağlamak için çok önemli. Depremin yıkıcı etkisi maalesef devam ediyor. Hâlâ temiz suya erişemiyor insanlar. Umuyorum ki sizin de dediğiniz gibi hani bir an önce o iyi ve toparlanabilmiş günleri, o güzel günleri hep birlikte görürüz. Teşekkür ederim ben de.

G.E.: Çok teşekkürler. Biz de size teşekkür ediyoruz. Nurcan?

N.B.: Bu uzun sürecek. Yani çok uzun yıllar alacak belki de bu insanların tekrar toparlanması, ayağa kalkması. O yüzden de bizim de o desteği devam ettirmemiz lazım. Özellikle temizlik malzemeleri, hijyen malzemeleri çok fazla dile getirilen ihtiyaçlar oldu. İç çamaşırı. Çoğu insan bir aylık gıdamız var, bir ay sonrayı bilmiyoruz dedi. O yüzden de bunların akmaya devam etmesi ve az önce de söylediğim gibi yereldeki insanların yerel aktivistlerin yereldeki hak savunucuların, yerelde bir şeyler yapabilecek insanların ayağa kalkıp diğerleriyle birlikte bir şeyler yapabilmesi için desteklenmesi çok önemli diye düşünüyorum.

G.E.: Çok çok teşekkürler arkadaşlar. İkinize de çok teşekkür ederiz. Çalışmalarınızda başarılar diliyoruz. Bol kuvvet sizlere.

Y.E.T.: Hepimize. Sağolun.

G.E.: Evet bugün Altın Saatler programı Deprem Özel Yayını’nda iki konuğumuz vardı; Nurcan Baysal ve Yeter Erel Tuma arkadaşlarımız. Kendileriyle deprem bölgesindeki son durumları konuştuk. Aynı zamanda Diyarbakır'da kurulmuş olan Diyarbakır Çocuk Ağı’nı konu ettik. Evet yarın 14:30’da yeni bir Altın Saatler programı, Deprem Özel Yayını’nda görüşmek dileğiyle hoşçakalın.