1940 kuşağı öykücülüğünde Beyoğlu temsilleri

-
Aa
+
a
a
a

Abdullah Ezik, Ben Buradan Okuyorum’un yeni bölümünde Ercan Çankaya ile “1940 kuşağı öykücülüğünde Beyoğlu temsilleri” üzerine konuşuyor. Ercan Çankaya, “1940 kuşağı”nı merkeze alarak geliştirdiği araştırmasında bir kuşağı oluşturan şartları, ana eğilim ve yaklaşımları değerlendiriyor.

Afif Yesari ve Sait Faik Cumhuriyet Meyhanesi'nde. (1945)
Ercan Çankaya ile “1940 kuşağı öykücülüğünde Beyoğlu temsilleri” üzerine
 

Ercan Çankaya ile “1940 kuşağı öykücülüğünde Beyoğlu temsilleri” üzerine

podcast servisi: iTunes / RSS

Abdullah Ezik: “Representation of Beyoğlu in Short Story Writing of the 1940s Generation in Turkey” başlıklı doktora tezinizde Türk edebiyatı bağlamında “1940 kuşağı” olarak tanımladığınız kuşağın dokuz yazarını ve bu yazarların metinlerini inceliyorsunuz. Bu isimlerin genel olarak modern Türk edebiyatının öncü ve özel isimleri olduğunu söylemek mümkün ancak öte taraftan “kuşak tartışmaları” hâlâ Türkiye’de oldukça canlı ve çetrefilli. Öncelikle siz “1940 kuşağı”nı nasıl tanımlıyor, nasıl kuşatıyorsunuz?

Ercan Çankaya: Bu kuşak, daha önce genel itibarıyla şiir üzerinden tartışılmış bir kuşak. 40’lı yılların şairlerinden Mehmed Kemal, bu yıllarda edebiyatçılar ve aydınlar üstündeki devlet ve iktidar baskısını anlattığı kitabına Acılı Kuşak adını vermiş. Atilla İlhan, 40 kuşağının zulme uğramış ve buna rağmen şiirin onurunu korumuş şairlerini “fedailer mangası” diye çağırıyor. Çoğunluk ise bu kuşağı Garip şiiri üzerinden ve Garip’in yükselişindeki Nurullah Ataç etkisi üzerinden tartışıyor. Ben bu kuşağın öykücülerine odaklandım. Bu kuşağın genç öykücülerinin hemen hepsinde Sait Faik etkisinden söz etmek mümkün. Sait Faik öykücülüğünün ve Garip şiirinin birbirini beslediğini söyleyebiliriz. 

Genel itibarıyla bu kuşağın genç yazar ve şairlerini, erken Cumhuriyet dönemi yazarlarından ayıran temel özelliklerinin “devletten kovulma” olgusu olduğunu söyleyebiliriz. Erken Cumhuriyet dönemi yazarı derken bir ölçüde Balkan Savaşları’nın yarattığı sosyal yıkıma ve entelijansiya içindeki fikirsel dönüşüme şahit olmuş/katkıda bulunmuş, Birinci Cihan Harbi’ni görmüş, çoğunlukla Milli Mücadele’ye katılmış yazarları kastediyoruz bir yönüyle. Bu yazarların pek çoğu aynı zamanda siyasetçi ya da bürokrattır. Devletle daha sıkı fıkıdır. 40 kuşağı için bunu söylemek mümkün değil. Kuşağın en önemli öykücüsü Sait Faik, hayatını yazarak ve annesinden aldığı destekle idame ettirmeye çalışmıştır. İşsizdir. Bazı öykülerinde yazarlığın meslek olarak görülmemesinden yakınır mesela. Devletten kovulma olgusu maddi anlamda da yoksullaşmayı getirir. Bu sosyal koşullar, dönemin yazarlarının yüzlerini sokaktaki küçük adama dönmelerini kolaylaştırır. Öykülerde küçük adam figürü ve “empati” duygusu öne çıkar. 

A.E.: Bu kuşak içerisinde değerlendirdiğiniz Sait Faik, Afif Yesari, Cahit Sıtkı Tarancı, Haldun Taner, Naim Tirali, Oktay Akbal, Sabahattin Kudret Aksal, Samim Kocagöz ve Ziya Osman Saba isimlerini sizin için ilgi çekici kılan nedir? Kuşağa mensup yazar/şairler üzerine ne söylersiniz?

E.Ç.: Bu isimlerin hemen hepsinin öykülerinde yukarıda bahsettiğim küçük adam figürünün ve aylaklık temasının öne çıktığını görmek mümkün. Ayrıca dikkat çeken bir diğer nokta, yazarların öykülerinde anlatıcı olarak kendilerini çok sık ele almaları, kendi aylaklıklarını öykünün konusu hâline getirmeleri. Bu noktada, 1945’teki iki ölümden bahsetmek istiyorum. Afif Yesari’nin babası, yazar Mahmut Yesari bu yılın Ağustos ayında vefat ediyor. Öldüğünde 50 yaşında. Bu yılın başında, Ocak ayında da Osman Cemal Kaygılı 55 yaşında vefat etmiş. Bu genç sayılabilecek yazar ölümleri gazete köşelerinde de tartışılıyor. Ölümler yoksulluğa, hayatını yazarak sürdürmeye çalışmanın getirdiği düzensiz yaşamaya bağlanıyor haklı olarak. Benim incelediğim yazarlar arasında da Sait Faik, Cahit Sıtkı Tarancı, Ziya Osman Saba, hepsi 50’sini göremeden ölmüştür. Afif Yesari de erken yaşta ölen babası gibi hayatını düzenli bir işi olmadan sadece yazarak kazanmış. Kısacası söylemek istediğim, yazarın yoksullaşması olgusu üretimlerini sanıldığından çok daha fazla etkilemiş. 

İstanbul, Pera (1928)

İstanbul, Pera (1928)

A.E.: Tezinizde söz konusu bu dokuz yazarın 1930’lu yılların sonundan 1950’li yılların başına dek kaleme aldıkları öykülerdeki Beyoğlu temsillerine odaklanıyorsunuz. Beyoğlu ve çevresinin modern Türk edebiyatı çerçevesinde oldukça önemli bir bölge olduğunu söyleyebiliriz. Beyoğlu, 1940 öncesinde Türk edebiyatında nasıl bir imgeye sahipti?

E.Ç.: 40’lı yıllarda orta yaşlarında olan erken dönem yazarlarının tutumlarını tezimde Türkçeye edebi ikiyüzlülük/düşmanlık olarak da çevirebileceğimiz “literary/metaphoric hostility” sözcükleriyle kavramsallaştırmaya çalıştım. Böyle bir kavramsallaştırmaya gitmekten muradımı şöyle anlatabilirim: 40’lı yıllarda orta yaşlarında olan pek çok yazar; Yahya Kemal, Tanpınar, Yakup Kadri, Peyami Safa, Necip Fazıl, Beyoğlu’nu genellikle hep bir ikilik çerçevesinde ele almıştır: Doğu/Batı, saf/yoz, geleneksel/modern. İkiliklerin olumsuz tarafında hep Beyoğlu vardır. Gazetelere yazılan yazılarda, edebî eserlerde Beyoğlu iyi anılmaz. Ayıp sayılır. Bu Beyoğlu’nun Pera geçmişiyle ilgilidir. Sebebi, özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısında Pera’da yaşayanların kapitülasyonların getirdiği ekonomik imkânlarla zenginleşen gayrimüslimler ve Levantenler olmasıdır. Beyoğlu’nda güzel vakit geçirmek, yazılarda bundan bahsetmek “alafranga züppeliktir.” Ama öte yandan bu yazarların çoğu ya Beyoğlu’nda yaşar ya da burada çok sık vakit geçirir. Fakat yazılarında bunu işlemezler. Farklı ideolojilerden gelmelerine rağmen bunda muhafazakâr bakışları büyük ölçüde etkili olmuştur. 

A.E.: 1940 kuşağı içerisinde değerlendirdiğiniz isimler için Beyoğlu gerek yaşam alanı olması gerekse kurgu metinlerine taşımaları bakımından özel bir yer. Peki 1940 kuşağı için Beyoğlu’nun anlamı nedir? Beyoğlu imgesi 1940 kuşağı ile birlikte neye dönüştü?

E.Ç.: Bu kuşağın şairlerinden Mehmet Kemal, “Ankara bizim için takip edilmek, polis ve devlet baskısıydı” mealinde bir söz ediyor. İstanbul, bunun tam karşıtıdır. İstanbul içinde Beyoğlu ise köprünün ötesindeki geleneksel İstanbul’un karşıtıdır. Beyoğlu’nda “aylaklık edilen” vakitler, “İstanbul tarafındaki”, aile çevresindeki geleneğin “askıya alındığı” vakitlerdir. Beyoğlu’na değen öykülerde en sık geçen mekânlardan biri Galata Köprüsü’dür. Beyoğlu’nda gördüğü insan profillerini ya da Beyoğlu’nda geçirdiği aylak saatleri öyküleştiren öykücü, tabii Beyoğlu’nun farklı mekânlarına da öyküsünde değiniyor. Ama Beyoğlu’na gelmek için geçtiği köprü, köprünün üstünde gördüğü farklı milletlerden insanlar, çöpçüler, işportacılar, Boğaz’ı seyreden insanlar ilgisini çekiyor. Köprü’nün altındaki satıcılar, lokantalar, iskelelerde vapur bekleyen insanlar en çok karşımıza çıkan karakterler. Bu kuşakla birlikte Beyoğlu “ikiliklerin” bir tarafı olmaktan kurtuldu, güzel vakit geçirilen, aylaklık edilen, insanların ve camekânların izlendiği bir mekân haline geldi. 

A.E.: “Entelektüel” kimliğinin oluşum ve anlamı, Cumhuriyet’le birlikte yeniden tartışmaya açılan, zorlu geçen savaş yılları boyunca farklı noktalardan değerlendirilen bir mesele. 1940 kuşağına gelene kadarki yıllar bu anlamda birçok dönemece ev sahipliği yaptı. Salt 1900’lü yılları dahi Osmanlı-Cumhuriyet coğrafyası içerisinde onca savaş ile anmak mümkün. Sizin tezinizde de entelektüel ve söz konusu yıllarda entelektüelin kimliğine dair değişim/dönüşüm dikkat çekici. “Entelektüel” imgesi, II. Dünya Savaşı ve çok partili hayata geçiş döneminde neye dönüştü? Bu zorlu yıllar entelektüel kavramını ve entelektüelin görevini/varlığını nasıl etkiledi?

E.Ç.: Sanırım diğer türlerde de, zannedildiğinin aksine doğrudan II. Dünya Savaşı’ndan, adlı adınca bahsedilen ürün epey az. Öykülere gelirsek, savaş öykülerde daha çok sosyal etkileriyle, savaşın yoksullaştırdığı insanlar üzerinden temsil edilmiş. 1948’te Sabahattin Ali’nin katledilmesi, daha öncesinde Irkçılık Turancılık Davası’nda ırkçıların yargılanıp daha sonra deyim yerindeyse affedilmesi olayı var. Çok partili geçiş sürecinde yaşanan bu iki olay, bilinçaltında edebiyatçının devlete olan güvenini oldukça sarsıyor diyebilirim. Devletten ekonomik anlamda kopan genç edebiyatçı aydının duygusal kopuşunu da hızlandırıyor. 50’lerde bu resim daha da netleşecek. Birbirini besleyen İkinci Yeni Şiiri ve 50’ler öykücülüğünün karamsarlığı, 50’lerin siyasi iktidarının baskıcı, sağ ve popülist yaklaşımıyla birlikte okunabilir. 

A.E.: 1940 kuşağı ile birlikte “küçük insan”ın edebiyata girdiğini ve yoğun bir şekilde işlendiğini söyleyebiliriz. Kimdir bu “küçük insan” ve 40 kuşağı neden özellikle bu konu üzerinde durmuştur?

E.Ç.: Küçük insanı tek kelimeyle sokaktaki sıradan insan olarak tanımlayabiliriz. Sokaktaki adam, daha önceki edebiyatta yok muydu? Tabii, vardı. 40’ların farkı, öykücünün kendini sokaktaki insanlardan biri olarak görmesi. Küçük insanı bir gösteren olarak değil, kendisi olarak, kendi gündelik ortamında, küçük sorunlarıyla ele almasıdır. Birkaç örnekle daha iyi açıklayabilirim diye düşünüyorum. Peyami Safa’nın Fatih Harbiye’sinde Neriman, tam anlamıyla bir küçük insandır. Fakat romana küçük insan olduğu için girmemiştir, modern Harbiye’ye karşı Fatih’in “saflığını ve bozulmamışlığını” temsil ettiği için romanın konusu olmuştur. Ya da Yakup Kadri’nin Yaban’ında savaştan sonra emir erinin peşinden köyüne giden, yoksul, sakat Ahmet Celal bir küçük adamdır. Fakat aydın ve halk arasındaki uçuruma işaret ettiği için romanın konusu olmuştur, küçük adam olduğu için değil. 40’larla birlikte bu değişecektir. 

A.E.: “Küçük insan”ın Türk edebiyatında 1940 kuşağı ile birlikte daha yoğun bir şekilde işlenmesinde entelektüellerin yoksullaşmasının, yoksunlaşmasının, itilmesinin nasıl bir ilişkisi vardır?

E.Ç.: Tezimin temellerinden biri bu. Ben doğrudan ilişkili olduklarını düşünüyorum. Sokaktaki küçük insanı ele almak, 40 kuşağı öykücüleri için kendi bireyselliğini yansıtma aracı aynı zamanda. 

A.E.: Modern Türk öykücülüğünün en önemli durak noktaları arasında şüphesiz Sait Faik, Haldun Taner ve Sabahattin Kudret gibi isimlerin özel bir yeri olduğunu söyleyebiliriz. Bir tür olarak öykünün zirve yapacağı 1950’li yıllardan hemen önce, bu isimler nasıl bir öykü evreni inşa etti?

E.Ç.: 40’lı yıllarla birlikte öykü sokağa çıkacak. Öykücü kendi bireyselliğini, sokaktaki küçük adam ya da küçük adam olarak sokakta yaptığı aylaklık üzerinden yansıtacak. 50 kuşağı Batı’yı, Batı’daki düşünsel üretimi eşzamanlı takip eden ilk edebiyatçı kuşağı. Sartre, Camus, Beauvoir gibi düşünürler üzerinden varoluşçuluğa açılırken öyküde 40’lı yılların yazarlarına göre daha “içe dönük” bir yaklaşımı benimseyecekler.

A.E.: “Aylak küçük adam” sizin üzerinde durduğunuz bir diğer nokta. “Aylak” küçük adam kimdir?

E.Ç.: Aylak küçük adam, bir yönüyle öykücünün kendisidir. Sokakta aylaklık ederken diğer insanları gözleyen yazardır. Flâneur’dür yani. Bir yönüyle de sokaktaki sıradan insandır. Bir şekilde öykücünün radarına giren, iş çıkışı sokakta boş vakit geçiren emekçi, okul çıkışı aylaklık eden öğrencidir. Ya da bir işsiz ya da bir sokak çocuğudur. 

A.E.: Son olarak, 1940’lı yılların modernizm anlayışında Beyoğlu temsillerinin nasıl bir yeri vardır? Beyoğlu, bu süreci nasıl şekillendirmiştir?

E.Ç.: Flâneur’den bahsettik. Bu noktada Baudelaire ve Benjamin’i anmak gerekiyor. 40’lı yıllar öykücülüğündeki sokaktaki adam figürü, ilk olarak Baudelaire’in kullandığı, Benjamin’in 20’inci yüzyıla taşıdığı flâneur kavramını bu kuşağın öykücülerini incelemek için kullanışlı bir kavram haline getiriyor. Kimdir flâneur? Türkçeye kent aylağı olarak çevrilebilir. Daha serbest bir çeviriyle sokaktaki aylak adamdır. Flâneur’ün sokaktaki diğer küçük adamlardan farkı, işinin gücünün aylaklık etmek ve diğer “aylakları” izleyip sanatına konu etmesidir. İstiklal Caddesi, onun arka sokakları ve bütünüyle Beyoğlu, İstanbul’un 1940’larda da, bugün de aylaklık etmek, farklı insan profillerini izlemek için en ideal mekânıdır.