İdeolojiden Tahayyüle Bir Cumhuriyet Ütopyası

-
Aa
+
a
a
a

Ben Buradan Okuyorum’un yeni bölümünde Esin Hamamcı, müzikolog Uğur Küçükkaplan ile Türk Beşleri; İdeolojiden Tahayyüle Bir Cumhuriyet Ütopyası kitabı üzerine konuştu.

Uğur Küçükkaplan’ın Türk Beşleri: İdeolojiden Tahayyüle Bir Cumhuriyet Ütopyası adlı kitabının kapağından Dilek Erkoç imzalı illüstrasyonlar.
"Türk Beşleri İdeolojiden Tahayyüle Bir Cumhuriyet Ütopyası"
 

"Türk Beşleri İdeolojiden Tahayyüle Bir Cumhuriyet Ütopyası"

podcast servisi: iTunes / RSS

Esin Hamamcı:  Türk Beşleri; İdeolojiden Tahayyüle Bir Cumhuriyet Ütopyası kitabınızda Osmanlı’dan Cumhuriyet’e kadar Batı müziğiyle olan ilişkilenme hâllerimiz üzerinde duruyorsunuz. Değişimin belirgin, edebiyat sahasında da görülen izlerinden bahsediyorsunuz. Örneğin, “Ahmet Mithat ve Halit Ziya Uşaklıgil gibi döneminin önde gelen romancılarının eserlerinde bilhassa müzik teması üzerinden Doğu-Batı arasındaki kültürel çatışmaya sıklıkla yer verildiğini”, bunun da eğitim ve kültürel farklılıklara vurgu yapan metinler olarak karşımıza çıktığını söylüyorsunuz. Örneğin, Aşk-ı Memnu’da mürebbiyesinden piyano dersleri alan Nihal ile ut çalan Bihter arasındaki farklar kültürel karşıtlıklara dayanırır. Mehmet Rauf’un Garam-ı Şebab’ında, Eylül’ünde, Karanfil ve Yasemin’inde, Batı müziğine duyulan hayranlık kendini gösterirken, geleneksel müziğin de aşağıladığını söylüyorsunuz. Ben de tezimde Halit Ziya ve Mehmed Rauf çalışmış ve özellikle Mehmet Rauf’un Karanfil ve Yasemin’ini yayına hazırlamış biri olarak müzik üzerinden duygu tasvirleri yapıldığını söyleyebilirim. Özellikle hülyalar, renkler ve müziğin sedası kahramanların dile getirilmeyen sözleri oluyor. Peki Tanzimat’tan Servet-i Fünûn’a kadar Osmanlı Batı müziğiyle nasıl bir ilişki hâlinde? Neden birdenbire Batı müziği bizim romanımıza girmeye ve değer kazanmaya başladı?

Uğur Küçükkaplan: Bu sualin cevabı için ütopya kavramına kısaca değinmek gerekiyor. Aslında insanlık tarihi kadar eski bir kavram olan ütopya, her ne kadar 16. asrın başlarında Thomas More’un aynı adlı eserini yazmasıyla bir tür olarak kabul görmeye başlamışsa da, kökleri antik çağa, hatta öncesine uzanıyor. Siyasi ve toplumsal koşullardan duyulan memnuniyetsizliğin tetiklemesiyle farklı bir zaman ve mekânda ideal bir düzen ortaya koyma fikri üzerine kurulu olan ütopyanın temelinde, birçok dinde mükâfat olarak vadedilen cennet kavramının olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla bireysel bir tasavvur olarak belirse de yeni bir toplumsal düzen kurma fikri üzerine inşa edilen ütopyalar, ideolojik bir perspektif içinde vücut bulur. İmparatorluğun son yıllarında Batılılaşma politikasının bir tezahürü olarak Osmanlı bürokratları ve aydınları arasında yeşeren düşünceler, Tanzimat döneminden itibaren Türk edebiyatında ütopyaya karşı bir ilgi oluşmasını sağlamıştır. Avrupa medeniyetine öykünme ile başlayan bu eğilim sadece toplumsal düzenin değil, kültürel alanların da aynı doğrultuda tasarlanması gerektiği fikrini doğurmuş; sanat ve onun önemli bir şubesi olan müzik de adeta bu ütopyanın vitrini olarak edebiyatçıların ilgisine mazhar olmuştur. Kitapta somut örneklerle anlatılmaya çalışılan ve aslında yalnızca yazarların muhayyilelerinde karşılığı olan Batı müziği ile geleneksel Osmanlı/Türk musikisi arasındaki ikilemin, bu arzular dünyasının nesneleri arasındaki çatışmadan doğduğunu söyleyebiliriz.

“İnsanın doğası gereği arzularını ve alışkanlıklarını bir kenara bırakma, onlardan tümüyle vazgeçebilme direnci düşüktür.”

E.H.: Çalışmalarına referansta bulunduğunuz Bülent Akyol; musikide Doğu-Batı karşılaşmasının, bu iki yanlılığın o dönemin havasını, eskiye ve yeniye, her iki cepheye de dönük ruh hâlini yansıttığını söylüyor. “Biri ‘aklın’, diğeri ‘duygunun’ gereğiydi” diyor. Siz bu konuda ne söylemek istersiniz?

U.K.: Burada "akıl" ve "duygu", daha önce bahsettiğim ikilemin ya da çatışmanın cepheleri olarak da düşünülebilir. Batılılaşmanın veya modernleşmenin rasyonalite üzerine kurulu olduğu düşünülürse, dönemin baskın ideolojisinin ve o yıllardaki siyasi yönelimin de etkisiyle terazide aklı temsil eden tarafın ağır basması kaçınılmazdır. Nitekim öyle de olmuştur. İnsanın doğası gereği arzularını ve alışkanlıklarını bir kenara bırakma, onlardan tümüyle vazgeçebilme direnci düşüktür. O yüzden son iki asırdır Türk aydınlarının zihnini büyük ölçüde meşgul eden, adeta ruhlarını ikiye bölen bu ikilem hâlâ tam anlamıyla aşılamamıştır.

E.H.: “Batı müziği, geleneksel Osmanlı/Türk müziği üzerindeki tesirlerini arttırmaya başlıyor. Özellikle popüler bir tür olan operet ve daha sonradan şarkı formunun yapısını da belirgin ölçüde etkilemiş olan kantonun büyük ilgi görmesi üzerine bu etki artarak devam etmiştir.” diyorsunuz. İstanbul’da Pera ve çevresinde daha çok hissedilen bu etki, kültürel ve müzikal anlamda değişime yol açıyor. Ülkeye yavaş yavaş giren plak şirketleri müzik piyasasını oluşturmaya başlıyor. Tanburî Cemil Bey, Odeon’un ilk kayıtlarından Yorgo Bacanos ve Aleko Bacanos, Türk Beşleri üyelerinden Hasan Ferit Alnar, İhsan Aziz, Fahri Kopuz gibi isimler ortaya çıkıyor. Plak şirketlerinin kantolara ilgisi dönem müziğinde bir değişim etkisi yaratıyor mu?

U.K.: 19. yüzyılın son çeyreğinde sesin kayıt altına alınması devrim niteliğinde bir gelişme olmuş ve sonrasında plak şirketlerinin devreye girmesiyle müzik için yepyeni bir dönem başlamıştır. O günün koşullarına rağmen Osmanlı’ya da hemen hemen eşzamanlı olarak gelmiştir plaklar. İmparatorluğun başkenti olmanın yanında müziğin de merkezi olan İstanbul’un potansiyelinin farkına varan plak şirketlerinin ilgi gösterdiği türler arasında kantonun önemli bir yer tuttuğunu biliyoruz. Nitekim Cumhuriyet öncesi ve sonrası olarak iki dönemde ele aldığımız kantoların geleneksel Türk musikisindeki şarkı formunun 19. asrın ikinci yarısında başlayan başat bir form haline gelme sürecini hızlandırdığını görüyoruz. Bu gelişme 20. yüzyılda popüler Türk müziği için ayrı bir kulvar açmış, asıl etkisi de bu alanda olmuştur. O yüzden erken Cumhuriyet yıllarında temelleri atılan müzik inkılâbını destekleyen kesim, müzik piyasasına ve tercihlerine karşı her daim hoşnutsuzluk duymuş ve oldukça mesafeli yaklaşmıştır.

 

Cemal Reşit Rey'in el yazısıyla

Cemal Reşit Rey'in el yazısıyla nota çalışmaları.

Ziya Gökalp’in kültür sahası ve Türk müziği üzerindeki etkisi

E.H.: Ziya Gökalp bir sosyal bilimci olarak fikirleriyle dönemin siyasetine yön vermiş, Cumhuriyet ideolojisinin şekillenmesinde etkili olmuş bir isim. Gökalp, Turan ülküsü gereğince bütün Türkleri ortak bir kültür etrafında birleştirmeyi arzuluyor. Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak ve Türkçülüğün Esasları kitaplarını bu ideoloji etrafında yazıyor. Türkçülüğün Esasları’nda iki çeşit musiki olduğunu söylüyor. Fârâbî tarafından Bizans’tan tercüme olunan Osmanlı musikisi ve halk arasında kendiliğinden doğmuş Türk musikisi. Kendisi ne bir müzikolog ne müzisyendi. Bu nedenle Osmanlı/Türk müziği diye tarif ettiği şeyin terminoloji açısından eksik kaldığını ancak siyasi ideoloji olarak etkili olduğu söylüyorsunuz. Gökalp’ın Türkçülük düşüncesinin ve onun gibi düşünenlerin Türk müziğine etkisinden bahsetmek ister misiniz? Operalardan, tiyatrolara, verilen konserlerden radyolara Türkçülük düşüncesi ve bu ideoloji müziği nasıl etkiliyor?

U.K.: Gökalp’in ve Türkçülük düşüncesinin müziğe etkisi aslında kültür sahası üzerinden dolaylı bir biçimde olmuştur. Kendisinden önce dile getirilmiş meseleleri sistematik hâle getirerek daha bütünlüklü bir yol haritası çizen Gökalp’in fikirleri, Cumhuriyet ideolojisinin çekirdeğinde yer alan Türk milliyetçiliğinin genel hatlarını tayin etmiştir. Din kavramı başta olmak üzere kültürü oluşturan yapıları toplum mühendisliği kapsamında yeniden inşa etmek ve bu perspektif içinde müzik inkılabının da "Türk’ün öz zevkini" yansıttığını ileri sürdüğü halk müziği temeli üzerine kurulması gerektiğini savunmuştur. Nitekim Türk Beşleri de dahil olmak üzere, Cumhuriyet’in ilk yıllarında birçok besteci halk müziği öğelerinden yararlanarak yeni bir müzik ortaya koymak için mücadele vermiştir. Bir müzisyen olmamasına ya da sanatın herhangi bir branşıyla alakalı fikir beyan edebilecek yetkinliğe sahip olmamasına karşın, Gökalp’in düşünceleri Atatürk başta olmak üzere dönemin bürokratlarını ve sanatçılarını yoğun olarak etkilemiştir.

E.H.: Türk Beşleri’ne gelecek olursak, Cemal Reşit Rey, 1930’lu yıllarda yazdığı operetlerle ünleniyor. Opereti yazma hikâyesi ise dönemin İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ’ın Paris’te izlediği bir opereti beğenip Şehir Tiyatrosu için bir operet yazılmasını beklemesi. Bunun üzerine küçük bir caz orkestrası kurmaya karar veriyor Rey. İlk opereti Üç Saat’i yazarak Muhsin Ertuğrul’un kapısını çalıyor. Ardından Lüküs Hayat geliyor. 1940’lı yıllarda revülere ilgi artıyor. Yine bu yıllarda Ahmet Adnan Saygun’un Yunus Emre oratoryosu epey ilgi görüyor. Türk Beşleri olarak adlandırılan Ahmet Adnan Saygun, Cemal Reşit Rey, Necil Kazım Akses, Ulvi Cemal Erkin ve Hasan Ferit Alnar’ın gerek Paris’teki eğitim yılları gerekse Türkiye’de icra ettikleri müziğin ideolojisinin çıkış noktası neydi? Bugün etkileri sürüyor mu?

U.K.: Genel olarak Osmanlı’nın son döneminde ağırlık kazanan Batılılaşma politikası ve bu eksende gelişen fikirler, yeni bir rejime geçilmiş olsa da erken Cumhuriyet yıllarında da sistemli olarak sürdürülmüştür. Yeni bir ulus inşa etme anlayışıyla girişilen toplum mühendisliğinin önemli bir ayağı da Cumhuriyet ideolojisi ve milliyetçilik anlayışı çerçevesinde kültürel alanları yeniden tasarlamaktır. Yeni bir medeniyet dairesine girmeyi hedefleyen Cumhuriyetçiler, yüzlerce yıllık bir geçmişi olmasına karşın geride bırakılmak istenen Osmanlıyla özdeşleştirdikleri geleneksel musikiyle bağları koparıp, temelinde halk müziğinin yer aldığı yeni bir müzik inşa etmek üzere işe koyulmuşlardır. İşte Türk Beşleri de bu yolda kendilerine görev tevdi edilen ilk kuşak Türk bestecileri arasındadır. Erken Cumhuriyet döneminde kararlı bir şekilde uygulanan politikalar 1950’lerden itibaren zayıflamaya başlamış, buna koşut olarak müzik inkılâbına ilişkin fikirler de giderek etkisini kaybetmiştir. Yine de bilhassa eğitimin temelleri bu ideoloji doğrultusunda atıldığı için, belli bir kesimde bu fikirlere duyulan inancın ve bağlılığın ilkesel düzeyde de olsa sürdürüldüğünü söyleyebiliriz.