"Türkiye’de altın madenciliği ve genel olarak da madencilik bir neoliberal politika alanıdır"

Ekonomi Politik
-
Aa
+
a
a
a

Ekonomi Politik'te Ali Bilge, İliç'te meydana gelen altın madeni faciasının detaylarına iniyor.

""
Ekonomi Politik: 19 Şubat 2024
 

Ekonomi Politik: 19 Şubat 2024

podcast servisi: iTunes / RSS

Ömer Madra: Günaydın Ali Bey, merhabalar!

Ali Bilge: Merhaba Ömer Bey, merhaba Özdeş!

Özdeş Özbay: Merhaba!

A.B.: İyi haftalar diyerek başlayalım.

Ö.M.: İyi haftalar. Çok karanlık, hem fiziki olarak - şu anda İstanbul’da hava biraz karanlık - hem de dünyanın dört bir tarafından korkunç sayıda terör, ölüm, baskı, demokrasi yokluğu haberleri geliyor. Bunların hepsini rapor etmekle yükümlü sayıyoruz kendimizi ve devam ediyoruz. Edgar Morin'den bahsettik, ‘Hiçbir şey yapamıyorsanız tanıklık edin’ diyor.

A.B.: Aslında Morin ile ilgili olarak başlı başına bir program yapmalıyız. Morin’in gazetecilik ve düşünce hayatımda da çok önemli bir yeri var. Gazetecilik hayatımın en önemli söyleşilerini onunla yaptım diyebilirim. Onu tanımak güzeldi, çok önem verdiğim bir insan. Morin’in bahsettiğiniz açıklamasını henüz okumadım ama yayından sonra okuyacağım. Morin, 103 yaşında, 20. ve 21. yüzyıla tanıklık eden bir kişidir, dünyanın en yaşlı filozofu unvanına da sahip. Hâlâ çalışıyor, üretiyor. Morin’i izlemek gerekiyor.

Ö.M.: Müthiş bir demeç vermiş kendisi de Yahudi olduğu halde; direnişçi.

A.B.: Selanik Yahudisidir, bana hayatını anlatmıştı. Osmanlı döneminde Selanik’te yaşayan bir aileye mensup, sanıyorum Balkan harbinden sonra Fransa’ya göçmüşler. Morin Fransa’da doğmuş ve bu bağlar nedeniyle de Osmanlı’ya ve Türkiye’ye karşı yoğun ilgisi olmuş. Bana, “Çocukluğumda Türkçe kelimeler duyardım annemin babamın konuşmalarında ve aşinaydım Türkçe sözcüklere,” demiş ve, “Ailem Türkçe biliyordu, Osmanlı ve Türkiye’ye ilgimin başlangıcı da böyle oldu,” diye de eklemişti. Genel olarak Osmanlı, bilhassa da Balkan Osmanlısı üzerine çok önemli tespitleri olan bir kişidir. Biz kendisini Türkiye’de çok geç tanıdık.

Ö.M.: Şunu diyor bu arada, son bir cümleyle özetleyeyim - programdan biraz vaktinizi almış olacağım ama “Bu korkunç katliamlar bir yana, bir de dünyanın sessizliğini görmek çok ağır” diyor. “ABD’nin ve Batı dünyasının, Batı Avrupa ülkelerinin sözüm ona kültür, insanlık ve insan hakları savunucularıydılar ama korkunç bir trajedi, dehşet verici bir trajedinin içinden gidiyoruz ve güçsüz de hissetsek tanık olmaya devam edelim. Yapacağımız son şey tanıklıktır, devam edelim,” diye de ekliyor.

A.B.: Biz de yaşadığımız Türkiye’deki tanıklığımıza devam edelim isterseniz. Türkiye’de katliamlardan katliamlara koşuyoruz. Geçen hafta deprem katliamını konuşuyorduk. Memlekette demokrasi dahil her şey bir katliama dönüşüyor. Son olarak insan eliyle gerçekleşen Erzincan İliç altın madeni katliamını yaşadık. Bu programda mesleki hayatımda tanığı olduğum Türkiye’nin yakın dönem altın serüveninden bahsederek, konuyu bugüne, İliç altın madeni katliamına getirmek istiyorum. Manşeti başta atayım; Türkiye’de altın madenciliği ve genel olarak da madencilik bir neoliberal politika alanıdır. Meseleye böyle bir çerçevede bakmak gerekli diye düşünüyorum. Elbette, 22 yıllık AKP iktidarı boyunca uygulanan neoliberal politikalarla kamusal servetin kişisel servete dönüştüğüne ve kamusal alanların, tabiatın katliamına da şahit olduk.

80’lerin ortasında ekonomi yayıncılığı ve gazeteciliğine başlamıştım. 80’lerin başından itibaren dış ticaretin liberalleşmesini yaşıyorduk. Daha sonra sermaye hareketlerinin serbestleşmesine kadar uzanan bir liberalleşme süreci yaşandı. Serbestleşmenin temel amacı da ülkenin gelişmesini sağlayacak ucuz mali kaynaklara ulaşmaktı! Borçlanma ile kaynaklara ulaşmak için bir serbestleşme modeli uygulanmaya başladı. O yıllarda borçlanma dışında kaynaklara ulaşmanın bir yolu olarak gündeme getirilen başka bir konu daha vardı; Yastık altında bulunan altınları mobilize etmek, yastık altındaki tasarrufları ekonominin içerisine katmak. Yastık altındaki altını ekonomiye kazandırmak için neler yapılması gerektiği üzerine ANAP döneminde rahmetli Adnan Kahveci’nin çok uğraştığını hatırlıyorum. Aslında tüm iktidarlar bu işe kafa yormaya çalıştı.

1985’te Türkiye’de 50 - 60 yıldır değişmeyen maden yasasında değişiklikler yapıldı ve yabancı firmalara da hak tanındı. O dönem, aynı zamanda döviz - altın piyasaları dahil Merkez Bankası bünyesinde olmayan piyasaların kurulmaya başlandığı bir dönem oldu. Döviz ve altın piyasası ile genel olarak finansal piyasalarla ilgilenmeye başladık çünkü biz bu kavramlara uzak bir iktisat eğitiminden geliyoruz. Biz, daha çok kalkınma iktisadı okuyarak geldik. Merkez Bankası’nı ve işlevlerini biliyoruz ama yeni dönem Merkez Bankacılığına ve serbest piyasalara uzağız. Doğrusunu söylemek gerekirse, piyasalaşma sürecine tam tanıklık ettik.

O dönemde dergi olarak pek çok kamuya açık toplantı düzenlediğimiz gibi yapılan pek çok toplantıya katılıyordum. Böyle bir toplantıda biri Türk, diğeri yabancı - sanırım Güney Afrikalıydı - iki kişiyle tanıştım. Kendilerinin Dünya Altın Konseyi’nin temsilcisi olduklarını söylediler. Muhtemelen 1989 - 1990 yılı olması lazım çünkü bunlarla altın meseleleri üzerine 1991’de bir mülakat yapmıştım.

Onlara, ‘Peki siz niye Türkiye’ye geldiniz/geliyorsunuz?’ diye sordum. Çünkü bizim bildiğimiz - Ömer Bey de sanırım böyle hatırlar - lise ve üniversitede söylenen, öğretilen Türkiye’de eksik olan, olmayan şeylerden biri petrol, diğeri de altın. Raman’dan iki kova petrol çıkar; fazla bir şey yok, altın da yok... Tarih boyunca Anadolu coğrafyasında Lidyalılar’da altın var ama Osmanlı döneminde çok güçlü madencilik yok, Cumhuriyet döneminde de altın çıkarılmıyor. Her türden iktisatçı, siyasetçi de hep hayıflanırdı, ‘Ah bir petrolümüz olsa, altınımız olsa’ diye.

Tanıştığım kişiler bana, ‘Dünya Altın Konseyi olarak yakında Türkiye’ye temsilcilik açacağız’ dediler. ‘Peki, kardeşim niye açacaksınız ki, Türkiye’de altın yok?’ diye sorduğumda ise, ‘Yok, yok Türkiye de altın var’ dediler. ‘Peki, nasıl oldu bu?’ sorusunu yönelttiğimde ise yanıtları şöyle idi, ‘Dünyada altın rezervi tespit etme teknolojisi değişti ve yeni taramalarda artık elverişsiz gibi görünen yerlerden de altın çıkıyor, biz artık Türkiye’deyiz’ diye cevapladılar.

Bu bilgi üzerine iletişim devam etti, altın meselesi dikkatimi çok çeken bir durum oldu ve daha sonra da temsilcilik açıldı. Türkiye’de 90’lı yıllardan itibaren altın piyasası düzenlemeleri yapıldı, serbestleşme devam etti, altın borsasına, altın rafinerisi kurulmasına kadar uzandı, altın ithalatı serbestleşti, böyle bir yolculuk başladı.

Tüm bu gelişmelerin devamı olarak 2001’de de yabancı ortaklıklı Ovacık’taki altın üretimi başladı. 90’lı 2000'li yıllara kadar, Türkiye’nin geleneksel bürokrasisi madencilik konusunda çoğunlukla devletçi anlayışa uygun hareket etti, liberalizasyonla tam kucaklaşmadı. AKP iktidarları boyunca 2002’den sonra bürokrasiyi aşmak, şirketlere kolaylıklar sağlamak üzere maden kanununda altını da içeren 21 kez düzenleme yapıldı, 22. de Meclis’te bulunuyor. İliç katliamı olduğu için henüz görüşülmesine başlanmadı. Madenler ve kömür düzenlemelerini programlarımızda çok konuştuk, Ekonomi Politikte değerlendirmeye çalıştık. Yapılan kanuni ve idari düzenlemelerin neredeyse tamamı maden şirketlerinin lehine yapılan düzenlemelerdi - tarım, çevre, iklim ve emek gözetilmedi.

Kritik tarihlerden biri 2012’de ruhsat işlemlerinin Başbakanlık’a bağlanmasıydı. O tarihte Başbakanlık müessesesi var, Erdoğan maden ruhsat işlemlerinin tamamını Başbakanlık’ta kendi uhdesinde topladı; en önemli radikal değişikliklerden biri de budur. Madenlere ruhsat izni verilmesi, kimlere verileceği, ruhsatların iptali bizzat Başbakanlık bünyesinde olmaya başladı - madencilik ve enerji bürokrasisinden koparıldı. Hatta o dönemde bu düzenlemenin nedeni olarak ‘PKK’ya da ruhsat verilmiş’ diye bir gerekçe kamuoyuna sunuldu. İnisiyatif tamamen Başbakanlık bünyesine ve Başbakana geçmiş oldu, daha sonraki yıllarda Başbakanlık kapatıldı ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi denilen tek adam sistemine geçildi, dolayısıyla her şey Cumhurbaşkanlığı sarayında toplandı.

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçildiği 2020’de maden ve enerji bürokrasisi üzerine radikal bir düzenleme daha yapıldı. Kararname ile Türkiye Enerji, Nükleer ve Maden Enerji Kurumu (TENMAK) kuruldu. Türkiye Atom Enerjisi Kurumu, Ulusal Bor Araştırma Enstitüsü ve Nadir Toprak Araştırma Enstitüsü kapatıldı. Bunların görevleri tek elde toplandı. Gerekçe ise sözde bürokrasiyi azaltmak gösterilmesine karşın, yerli - yabancı şirketlere yeni imkanları daha hızlı kullandırmaktı.

Bunları neden anlatıyorum? AKP dönemindeki inşaat sektörüyle zenginleşme modeline madenciliğin de eklenmesi gerekir, model eksik kalır.

Ö.M.: Evet, bu çok önemli. Pardon, bir ufak ekleme yapayım izninizle; Orhan Bursalı, Cumhuriyet’te dün çıkan yazısında ilginç bir noktaya değiniyor, ‘Anagold patronu daha işin başında olabileceklerini görmüş gibi 130’ar bin lira köylülere vermiş, bugünün parasıyla üç milyona yakın. Dahası bir kısmını ABD’de gezilere götürmüş, ikna etmiş ve sonra da bir kâğıt veya senet imzalatmış. Olabilecekler konusunda, şirket aleyhine hiçbir açıklama yapamazsın, hak iddia edemezsin, dava açamazsın diye. Bu ilginç bir durum yani, ‘Bugün yaşattığı felaket için köylülerin elini kolunu bağlamış, topraklarını bir bir satın almış’ diyor. İlk iş de bu belgenin geçersizliğini ortaya koymak, ilan etmek, avukatların işbaşına geçmesi gerektiğini söylüyor. İlginç bir nokta, sizin anlattıklarınızı tamamlamak için söyledim.

A.B.: Altın madenciliğini 1980’lerin sonundan alıp, 2001’e kadar getirip, sonra da bugüne bağlamak gerekiyor. Türkiye’nin serbestleşme politikalarının piyasalaşmanın içinden gelişmelerle meseleye bakmak lazım. Serbestleşme öncesinde altın ve döviz işleri Tahtakale dediğimiz piyasalarda yapılırdı - bu piyasaların kamusal ve özel alanda kurumsallaşmasına tanık olduk.

Ancak kritik, dramatik gelişmeler 2001’den sonra başlıyor. Madenciliğin tümünde ve altında ruhsatlar çok fazla verilmeye başlandı. Dikkatinizi çekmek istediğim bir husus da şu; altın işleme üretme teknolojisi Türkiye’de yoktu ve bu nedenle yabancıya ihtiyaç oluyor. Dünyada da üç büyük tekele bağlı, 600’ü aşkın firma ile altın işini kontrol ediyorlar. Türkiye’de altın arama ve işletme ruhsatları veriliyor ama ruhsatı alanların tamamı bu işten anlayanlar değil. Müteahhitlerin çoğu maden ruhsatlarına da sahiptir, Cumhuriyet tarihi boyunca da böyledir. Müteahhitlik sektörü üzerine yıllar önce bir araştırma yapmıştım; müteahhitler mutlaka ilişkileri çerçevesinde maden ruhsatı da alırlar, devlete ödenmesi gereken harçlar neyse onları öderler, sürelerini uzatırlar ve günün birinde bir ortak bularak işlem yapmaya çalışırlar, üretiminden pay almak suretiyle redevans yönetimiyle çalıştırırlar.

Ö.M.: Redevans ne demek?

A.B.: Kiralama diyelim yani madeni siz işletmiyorsunuz, işletenden pay alıyorsunuz.

Ö.Ö.: Bu daha önceki kazalarda da çokça dile getirildi.

A.B.: Kömürde çok kullanılır. Zaten 2012’den sonra güç bir yerde toplanınca, maden ruhsatları yürütmenin başında Başbakanın uhdesine toplanınca, inşaat ihalelerin dağıtımı günlük dilde ‘havuz’ sistemi dediğimiz şekilde nasıl dağıtılıyor ise maden ruhsatları da aynı şekilde dağıtılmaya başlandı. Havuz, sadece merkezi sistemde değil, yerel sistemde de bulunuyor - dikey ve yatay eksenlerde, büyükten küçüğe çalışan bir dağıtım sistemi söz konusu. Türkiye’de her alanda ruhsatlar ve ihaleler iktidarın kendine bağlı bir sermaye sınıfının gelişmesi için kullanıldı. Kapanmış kömür madenlerini bile açtı AKP iktidarı.

Maden ruhsatları, merkezden yerele bu amaç için değerlendirildi, teşkilatlar bu şekilde güçlendirildi. İşten anlayan anlamayan, önemli değil, ruhsatı alıyorsunuz ve sonra kiraya verip kazanç elde ediyorsunuz. Altın daha farklı olduğu için yabancı ortağa ihtiyaç oluyor. Altın işine yabancı ortakla ilk giren Koza Altın’dı. Bu şirkette Gülen Cemaatinin büyük bir gücü vardı. Şimdi ise bu şirket, 15 Temmuz’dan sonra iktidarın kontrolündeki TMSF’ye yani Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na bağlandı. Bildiğim kadarıyla Varlık Fonu’na almadılar henüz bu şirketi. Önceden cemaatçi altın işletmeciliği vardı, sonra AKP’li altın işletmeciliğine geçiş sağlandı. Tüm bu işlerin, büyükten küçüğe ‘havuz’ sistemiyle gerçekleşen bir dağılım içinde olduğunu görüyoruz.

Hali hazırda öne çıkan 25 altın işletmesi olduğunu görüyoruz. Bunların arasında Türkiye’nin AKP öncesi geleneksel sermayeden olanlar da var. Kendinize bağlı merkezi ve yerel alanda burjuvazi yaratmak istiyorsanız, büyükten küçüğe, aşağı doğru inen bir dağılım yapmanız gerekiyor, muhtarlara kadar inersiniz. Kamusal varlıkların özelleşmesi, devlet kaynaklarının ihaleler, ruhsatlandırmalar ve kiralamalar yoluyla dağıtıldığı bir mekanizmada, madencilik de önemli ayaklardan biri.



Ö.M.: İliç’te de zaten bir liç havuzu var. Yani bir havuz problemiyle karşı karşıyayız aslında!

A.B.: Evet, Türkiye bir havuzdur! Bizim kuşak Devlet Planlama Teşkilatı’nın doğuşuyla çok özdeştir. Kurumsal olarak Devlet Planlama Teşkilatı’nı önemseyen bir iktisatçılığımız oldu, ekonomi yayıncılığı ve gazeteciliğimizde Devlet Planlama Teşkilatı’nı çok yakından izledik. Devlet Planlama Teşkilatı,iktidarlara göre çalışırdı, Başbakanlığa bağlıydı ama oradaki uzmanların inisiyatifi ve özerkliği vardı. Bu uzmanların yaptığı değerlendirmeler, iktidarlar tarafından hasır altı edilse bile raporları önemliydi, okunurdu, konuşulurdu. Türkiye’nin gerçekten bu kadar altın rezervi mi var? Türkiye bu altın işine giriyor da bu attığın taş, çevre ve insan katliamına yol açıyor mu? Altının ekonomik değeri nedir? Altınla ilgili ifade edilen rakamlar çok uçuk, astronomik rezerv miktarları uçuşuyor. Türkiye, altınla, madenle gelişecekmiş... Altına hücum! Peki, bu rakamlar, hedefler nasıl oluşuyor? Kim yazıyor, kim söylüyor bunları? Devlet Planlama Teşkilatı mı? Devlet Planlama Teşkilatı yok artık. Türkiye, altınla ve doğal gazla gelişmiş ülke olacakmış... Madenlerle her yer delik deşik! Bakın, mermercilik denilen bir olay var, delinmedik dağ kalmadı.

Ö.M.: Tekrar araya girdim ama şu son bir gemi battı, altı denizci kayboldu, birinin galiba cesedi bulundu. Aslında Marmara’da batan gemide mermer tozu varmış. Mermercilikle mahvolmuş olan yerler vesileyle bir kez daha hatırımıza gelmiş oldu.

A.B.: Servet transferiyle türeyen AKP sermeyesine, yerelde ve merkezde madencilik alanları da bölüştürüldü. Kamusal kaynaklar il AKP zenginleri yaratıldı, varlıklıları devleşti. Sorumuza dönelim, Türkiye’nin altından elde ettiği gelire bakalım; ne elde ediyoruz? 2020’de Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Fatih Dönmez açıklıyor; 2020’de tarihi rekoru kırmış yıllık altın üretimimiz, bakana göre üretilen altının ekonomiye katkısı 2,4 milyar dolar olmuş, Rusya’dan alınan S400 füzesi için 2,4 milyar dolar ödendi ve bu füzenin akıbeti nedir bilmiyoruz, hurdası çıkacak. Ne olduğu belli değil, düşünebiliyor musunuz?

Yıllık ortalama altın ithalatımız 170 ton. Son yıllarda cari açığımızın büyük bir bölümü altın ithalatından geliyor. Sürekli olarak şu söyleniyor; ‘Üretim yaparsak, ithalat için ödediğimiz dövizi dışarıya ödemeyeceğiz’. Altın hakkında rakamlar doğru bir ölçümlemeye mi dayanıyor? Hep söylüyorum; hukukun ayaklar altına alındığı, hukuk güvenliğinin olmadığı yerde bilgi ve veri güvenliği de olmuyor. Muhtemelen altın da üfürülüyor, doğal gaz da üfürülüyor, her şey üfürülüyor ama bunları doğrulayacak açık bir sistem de yok! Devlet Planlama Teşkilatı’nı bu nedenle örnek verdim. Geçmiştede siyaset egemendi ama bu konular tartışılırdı, bugün böyle bir kurum artık yok.

Bugün, her şey merkezileşmiş durumda – ruhsatlar da, bilgiler de merkezileşmiş durumda. Bu nedenle, bu alanda yapılan açıklamaları ihtiyatla karşılamak durumundayız. Sektörün içinden gelen kişiler de böyle değerlendiriyor.

Türkiye’nin en önemli ekonomik derdi cari açıklardır. Ülkelerin iki türlü açığı ya da fazlaları olabiliyor. Birincisi; iç hesaplarından kaynaklanan iç açıklar - bütçe açıkları, genel olarak ‘kamu açıkları’ dediğimiz açıklar. İkincisi de; dış işlemlerden doğan durumlar - biz buna dış açık, ödemeler dengesi açığı, günlük dilde de ‘cari açık’ diyoruz. Cari açığın en önemli iki kaynağı bulunuyor - açığın büyüğü altın ithalatı ve enerji ithalatı, doğal gaz ve petrol ithalatından geliyor.

Altın ithalatı yapılınca mücevher sektörü çalışıyor, mücevher sektörü ithalat girdisiyle çalışıyor, içe ve dışa dönük üretim yapıyor, sektörün ihracatı var. Altın ithalatı son yıllarda ciddi yükselişler gösteriyor. İthalatın yükselmesinde içeride sektörün ihtiyacı olduğu gibi, yandaş altıncılığın da payı var. Ayrıca Türkiye’nin Rusya ve İran’a uygulanan uluslararası yaptırımların delinmesi için bir altın üssü olmasının da ciddi payı olduğu ifade ediliyor.

Doğrusunu söylemek gerekirse, OECD’nin yani Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’nün yolsuzluk ülkeleri listesinde yer almamızın nedenlerinden biri de altın işinde yaşananlar. Altın, aynı zamanda bir saklama aracı - rüşveti, yolsuzluğu saklama aracıdır, dünyada da böyle. Dolayısıyla altındaki gelişmelere, altının ekonomi politiğine tüm bunları ekleyerek bakmak lazım.

2012’den sonra ‘Ankara’da kömür dahil maden havuzları oluşturulduğu, 150 AKP’li şirketin bulunduğu, bunların gücüne, pazısına, bileğine göre pastadan pay aldığı’ haberleri gündeme gelmişti.

Son yıllarda madenlerde yaşanan kazaları hatırlayın - Soma’yı da hatırlayın. Zaten Türkiye’de maden kazalarında 10’un altında ölen oluyorsa haber olmuyor. Türkiye’de en büyük çevre felaketlerinden biri Cerattepe’de yaşandı, Cengiz Holding’e bağlı bir madendi.

Ö.M.: Evet.

A.B.: O holding dünyada son 10 yılda en fazla ihale alan şirket, bir havuz şirketi. İliç altın madeni katliamındaki de başka bir havuz şirketi, Çalık Holding. İliç altın madeninde kullanılan siyanürün önceki yıllarda Fırat'ın kollarına aktığını yansıyan haberlerden de biliyoruz.

Peki, altını ayrıştırmada siyanür kullanılıyor. Peki, siyanür nasıl bir şey, siyanürü kim ve kimler üretiyor? Türkiye’de üretiliyor mu? Türkiye’de siyanür üretilmiyor. Siyanür üreten uluslararası alanda üç büyük firma var, Türkiye’ye bunlardan ithal ediliyor.

Ö.M.: Bu siyanür ithal öyle mi?

A.B.: Evet.

Ö.M.: Çok ilginç, ben bilmiyordum!

A.B.: Başlı başına siyanür programı yapacak kadar materyal var. 2004’te siyanüre ilişkin bir düzenleme yapılıyor. Siyanür ithalatı müsaadeye tabi, izne tabi. Mallar listesinden olmakla birlikte, ithalatçılar iç piyasada bazı firmalara toptan veriyorlar. Bu firmalar da perakende satışını yapıyor yani siyanür perakende de bulunuyor.

Ö.Ö.: Ne yapıyorlar?

A.B.: İnternette bile satışı oluyor.

Ö.Ö.: Yani başka nerede kullanılıyor?

A.B.: Sanayide de kullanılıyor. Benim çayıma da katabilirsiniz mesela! İzmir’de, 2019’da akıl ve ruh sağlığı problemleri olan genç bir kimya öğrencisi, annesi ve babasını siyanür şerbeti ile öldürdü. İfadesinde siyanürü nereden aldığı sorulunca, bir kıraathaneden litresini 220 liraya aldığını söyledi. Bu ifade ortaya çıkınca konuya eğilinmek durumunda kalındı. Beş, altı ay bir düzenleme olmadı, yine aynı düzen devam ettikten sonra 2019’un Kasım ayında perakende satışı yasaklandı - ruhsata, izne tabi oldu. Arabada benzin bitince, pompadan, istasyondan elini kolunu sallayarak benzin alamıyorsun ya, ruhsatını, kimliğini veriyorsun, işte böyle bir izne tabi kılındı. Siyanür böyle ulu orta satılan bir şeydi - ‘Bir orta kahve yap, siyanürlü olsun’ şeklinde kıraathaneden almış ve annesini, babasını zehirlemişti. O zaman detayları öğrenmiştik. Meğer bu kadar rahat bir şeymiş. Siyanür satışının yıllarca bu kadar rahat olması başlı başına Türkiye’nin fotoğrafını gösteriyor bize.

Ö.M.: Evet.

A.B.: Dünyada siyanür üretenlerin başında Dupont firması var, dünyayı nasıl zehirlediği malum. Vaktimiz bitiyor galiba, pek çok detaya değinemedik, hızlı geçtik, saatlerce konuşacağımız bir konu...

Ö.M.: Galiba biraz daha devam ettirmek durumunda kalacağız. Çok ayrıntılı yani müthiş detaylar var ve sadece sizin bu programda söylediklerinizden de bir takım çarpıcı detaylarla karşılaştık. Onun için sürdürmek lazım, zaten bu mesele sürecek gibi gözüküyor.

A.B.: Son olarak şunu da söyleyeyim; bu işin sonunda, sınırı aşan suları zehirlemesi nedeniyle komşularla çatışma ve yaptırım da söz konusu olabilir. Sonuçta siyanürlü zehirler havayla karıştığı gibi, suya da karıştı. Envai çeşit zehir, son yıllarda ülkemize gelen sığınmacı ve göçmenlerin topraklarına gidiyor, yıllardır da bu böyle. Fırat ve Dicle bizim sınırı aşan sularımızın en önemlilerinden, böyle bir problemimiz de var.

Bu suların etrafında yaşayan insanların toprakları da zehirleniyor, bu insanlar zaten iklim krizi ve savaş nedeniyle bu taraflara göçüyorlar. Başlı başına suların zehirlenmesi de göçe zorlayan etmenlerden biri olmuyor mu? Irak ve Suriye için sınırı aşan sular zaten bir sorun. Bu işin çok detayı var, isterseniz bugünlük burada bitirelim.

Ö.M.: Evet. Yani Süreyya Karacabey’in Artı Gerçek’teki yazısında da şunu diyor, ‘Ülkede tek meşru edim para kazanmak, bu güce sahipseniz ve gücün semeresini gerekli kişilerle paylaşıyorsanız her şey sizden yana. İşçi ölmüş, inşaatınız çökmüş bir önemi yok. Murphy’nin altın yasası geçerli, altını olan kuralı koyar’ diyor.

A.B.: Üç, dört gün önce İliç katliamını konuşurken bir kömür madeninde göçük oldu, bir işçi öldü, yeni bir olay. Bunlar hiç sayılmıyor bile, haber de olamıyor artık. Hep onu söylüyoruz, içinde bulunduğumuz durumu rejimle ilişkilendirmeden bakamayız, demokrasi askıda ise sorunların çözülme imkanı da kalmıyor.

Ö.M.: Aynen öyle. Çok teşekkür ederiz Ali Bey, görüşmek üzere.

A.B.: Görüşmek üzere, hoşça kalın!

Ö.Ö.: Görüşmek üzere.