Ayşe Tütüncü, Uzun Yolun Yolcusu

-
Aa
+
a
a
a

"Alman Hastahanesine gelmeden, ...evet, köşede..., en üst kata çıkacaksın.”

Telefonda böyle sözleşmiştik, Nisan yağmurunun çiseliyerek ıslattığı sokakları geçip de beşinci kata tırmanırken Ayşe’nin nasıl olup da kilosunu koruyabildiğini de öğrenmiş oldum. O beni karşılarken gülüyordu, yüzündeki ifadeden ona nefes nefese gelen ilk konuğun ben olmadığımı anladım. Sırılsıklam pardösüyü en yakın iskemleye atarken girişin sol tarafındaki mutfakta çayın kaynadığını farkettim. Salondaki oturma grubuna rağbet etmeden ufak yemek masasına iliştim, burası not almak için daha uygundu. Salonun dibinden açılan bir başka oda dikkatimi çekti, burası evsahibemin çalışma odası idi. ‘Bak’ dedi, bir piyano, bir synthesiser, ve yüklü miktarda kaset ve CD’ler dikkatimi çekti. Ayşe benim bakışlarımdan ‘çay istermisin’ diye sorma gereği olmadığını hissettmişti, o mutfakta gerekli hazırlıkları yaparken ben onun kasetlerinin ne kadar değişik müzikleri kapsadığına şaşırmakla meşguldüm. Klavyeyi incelerken bunun Ayşenin tek klavyesi olmadığını öğrendim. Diğer ikisi bir yerlere ödünç verilmişti. CD ve kasetlerini dikkatli bir şekilde dizdiğini farkettim. Bunların arasında birçok stüdyo kayıtları olduğu da dikkatimi çekti.

Çaya başladığımızda fotografçı arkadaşım Sinan da geldi, yağmurlu bir Cuma öğleden sonrası Ayşe’nin ikram ettiği peynirli poğaçalara saldırdık. “Annen mi yaptı” diye sorma hakkım vardı, çünkü annesi Özcan hanım bizim çok eski bir komşumuzdu, onun yaptığı güzel poğaçaları bir çok kereler yemiştik. Ancak onun Ayşe’ye daha önemli bir katkısı olduğunu da bu vesileyle öğrendim.

"Annemi tanıyorsun, tam bir müzik delisidir. Beni çok küçük yaşta müziğe başlattı. Evimizin civarındaki bir okulun müzik kursuna gittiğimde daha beş yaşındaydım. O kursta Fırat Kızıltuğ’dan ders almaya başladım. Hocam çok ilginç bir insandı. Bana müziği çok sevdirdi. Sanırım bir çok başka çocuk da aynı şekilde müziğe onunla başladı ve sevdi. Diğer müzik kurslarının aksine onun sınıfında değişik enstrumanları çalan insanlar bir arada çalışırlardı. O bazen birimizle, daha sonra da diğerimizle arka arkaya ilgilenirdi. Mandolin, flüt, piyano, keman, akerdiyon çalan bir çok kişi aynı çatı altında hep beraber çalışırdık. O günlerimi çok hoş bir zaman olarak hatırlıyorum. Belki de bugün sürdürdüğüm grup müziği çalışmalarının bana çok doğal gelmesinin sebebi çocukluğumdaki o ortamdır."

Poğaçaların dışarıdan alındığını öğrenince “Savoy” dan mı diye sordum. Bu tahminim de boş çıktı ama iştahımız azalmadı. Sinan yavaş yavaş ekipmanını çıkarttı, Ayşe anlatırken o kendini fotografın gizemli dünyasına kaptırmıştı bile.

"1960 doğumluyum. Evet, kova burcu, sanırım hayagücümün gelişmiş olduğu konusunda haklısın. İlk müzik derslerimi gitarla aldım, bana küçük olduğum için yarım boy bir gitar aldılar. İki yıl böyle geçti, daha sonra hocam anneme müziğe yetenekli olduğumu ve piyanoya başlamamı; müziğe bayağı ciddiyetle eğilmemizi söylemiş. Böylece babam bir piyano aldı ve annemle haftada iki gün konservatuara gitmeye başladık. Ergican Saydam hocam oldu, tabii öncesinde bir yıllık bir hazırlık ve giriş sınavı falan var. İlkokulda, ya da lisede ise piyano çalıyor olmam şöyle bir durum yaratıyordu: Bilirsin her okulda bir piyano vardır. Ders aralarında arkadaşlarım piyano başına geçip günün popüler melodilerini çalmamı isterlerdi. Önce radyolardan işittiğim şeyleri sonra da yavaş yavaş televizyondakileri kulaktan çıkartarak çalmaya başladım. Akorları kendim uydurarak, melodilerin eksik kısımlarını tahminen doldurarak, değiştirerek ... Bu aynı zamanda benim için bir eğitim süreci de oldu."

Ayşe’ye öyküsünün bu kısmını George Gershwin’in Tin Pan Alley günlerine benzettiğimi söyledim. Bir zamanlar New York da müzik nota olarak satılırmış ve nota satan dükkanlarda müşterilerin seçtiği notaları çalan piyanistlerin oturduğu odacıklar varmış. Gershwin gençliğinde böyle bir yerde piyano çalarak hayatını kazanırmış. Bu benzetmeyi gülümsiyerek karşılayarak okul yaşamını anlatmaya devam etti.

"İlkokulu Sultanahmet’teki 44. İlkokul’da ve Etiler’deki Hasan Ali Yücel İlkokulu’nda okudum. Sonra Istanbul Erkek Lisesi’ne gittim. Sanırım okulun adı artık değişmiş, ‘erkek’ sıfatını çıkartmışlar. Almanca bilmem ve Alman kültürüne olan yakınlığım oradan geliyor.”

Sinan onu piyano başında da çekmek istiyordu, poz vermeyi sevmediğini biliyordum, bize bir şeyler çalıp çalamıyacağını sordum. Piyanonun başına oturduğu an bizim oturduğumuz odadan ruhunun çıkıp gittiğini hissettim. Sinan piyanonun başında çalarken kendisine doğru bakmasını istiyince tekrar bize katıldı. Çaldığı şey en son albüm çalışması olan ‘Çeşitlemeler’ den bir temaydı. Fotograf faslı bitince tekrar masamıza döndük, sıra benim en merak ettiğim bölüme gelmişti, bu sefer onu dinledik:

"Bilir misin, eski Yunanca'da müzik bir sanat uğraşı sayılmazdı. Fenni bir şey, bir hesap kitap işi olarak kabul edilirdi. 1978 yılında, liseyi bitirdiğim sene oldukça uzun bir kararsızlık döneminden sonra Boğaziçi Üniversitesinin Endüstri Mühendisliği bölümüne girmek istedim. Ancak puanım matematik bölümüne tutunca ben de oraya girdim. Orada okuduğum bir yılda şöyle hissettim; hani müzik, matematik, mühendislik, hepsi birbiri ile bağlantılı şeyler. Tam olarak sana açıklıyamıyorum ama böyle. Sonra kredilerimi saydırarak sosyoloji bölümüne geçtim, o bölümden bir sürü ders almıştım. Boğaziçi’nin iyi taraflarından biri de bu esneklik. Fakat okulu bitirmedim, dördüncü sınıfın ilk sömestirinde artık müzisyen olacağım kesinleşmişti. Bir diploma almak için ileride yapmayacağım bir meslek konusunda daha fazla zaman kaybetmek istemedim ve okulu bıraktım. Ailem bu kararıma önceleri üzüldü, ancak bana hala çok yerinde bir karar olarak geliyor."

Aslında ben de makina mühendisliği diplomasını alırken gerçekte Boğaziçi Üniversitesi Oyuncularından mezun olmuş bir eski öğrenci olarak onu çok iyi anlıyordum. Ama benim oyunculuk yeteneğim onun müzik yeteneği kadar gelişmemişti. Gülerek 1980’li yılların Boğaziçisine gittik.

"Müzisyen olmamda okuldaki klüplerin de çok önemli bir katkısı oldu. Hazırlık sınıfı da dahil Boğaziçinde 6 yıl okudum. Şimdi hala öyle mi bilmiyorum, ama o devirde klüpler her bakımdan kendi kendilerini yönetirlerdi. Müzik klubünün yanısıra tiyatro klubünde de çok çalıştım. Bir çok oyununa katkıda blundum. ‘Julia ve Magdelena’nın İbret Verici Öyküsü’, ‘Bay Jül Sezar’ın İşleri’, ‘Mutfak’, ‘Bulunmaz Fırsatlar’ gibi bir çok gösteride çalıştım. Bazen oyuncu, bazen müzikçi, zaman zaman dramaturg, şarkıcı, ve dekorcu gibi katkılarım oldu. Tiyatronun bir çok değişik aşamasında çalıştım, bir tek kostüm tasarımı yapmadım. Daha sonraları bir Brecht yorumu olan ‘Adam Adamdır’da ve Amerika’nın 1930’lu yıllarını hicveden ‘Bulunmaz Fırsatlar’ oyununda müzik yaptım. Daha önceleri yaptığımız ‘Kartal Kanatlı Kanarya’da ise orkestrasyon ve koro düzenlemelerini gerçekleştirdim. Daha bir çok ‘küçük oyun’a değişik katkılarım oldu. Hatırlıyorum, aile büyüklerinden birisi üniversitede hangi bölümde okuduğumu sormuştu da farkında olmadan ‘tiyatro bölümünde’ deyivermiştim. Okulda böyle bir bölüm olmadığını bilen kadıncağız çok şaşırmıştı."

Ben de ona kendi benzer öykülerimi anlattım. Makina mühendisliğindeki advisor hocam orta karar olan mühendislik dersleri notlarıma ve iyi olan sanat dersler notlarıma bakarak ‘sen galiba Art Engineering okuyorsun demişti. Metallurji mühendisliğinden devşirme ve sürekli iş idaresi ve sanat derslerini elecitive olarak ala ala ben hiç bir sınıfa ve bölüme ait olmayan bir Boğaziçi vatandaşı olmuştum. Ama ilk bakışta garip görünen bu durum ikimize de değişik bir boyut getirmişti. Onun öyküsünü dinlemeye devam ettim:

"Tüm bu çalışmalarda şunu öğrendim. Öğrenmenin en iyi yolu öğretmek. Okuldaki klüplerde önce öğrenir bir sonraki yılda ise öğrendiklerimizi öğretirdik. Yani bir önceki yılın öğrencisi bir sonraki yılın öğretmeni olurdu. Böyle bir süreç insanı sağlamlaştıryor, öğrendiği şeyin düzeyini ve içeriğini denetliyor ve kişiyi sürekli gelişmeye teşvik ediyor. Klüplerde öğrendiğim bir başka şey de bir işin değişik bölümlerinde döne döne çalışmanın ne kadar yararlı bir öğrenim süreci olduğudur. Bu öyle bir çalışma düzeni ki, bu dönem kostümcü olmuş bir kişi gelecek oyunda dramaturg olarak çalıştığında artık bir kostüm bölümünden isteyebileceklerinin sınırını anlamış olarak çalışıyor. Böylece aynı işin farklı birimlerinde çalışan kişiler olarak birbirinle iletişim kurmayı, ortak bir çalışma platformu oluşturmayı, bütünü kavramayı ve ortak hedeflere varmayı öğreniyorsun. Boğaziçindeki klüplerden hepimiz yaşama dair bir çok şey öğrendik."

Ona neden tiyatrocu değil de müzisyen olduğunu sordum. Geldiği noktayı bilmesem anlatıklarından bir tiyatro sanatçısı ile konuştuğumu sanabilirdim.

"1978-79 yılları benim Boğaziçinde geçirdiğim en mutlu, en verimli yıllar oldu. Gerçekten kardeşçe çalıştık ve bir çok değerli şey ortaya koyduk. Ama ben daha ilk başından beri müziği bırakamıyacağımı biliyordum. O devirde müzik bir meslek olarak kabul edilmezdi. Müzisyenim dediğinde, ‘tamam, anladık bu hobin, ama mesleğin ne’ derlerdi. Bir meslek sahibi olmak gerekiyordu ama parçalanmaya da gelemiyeceğimi hissettim ve meslek olarak müzisyenliği seçtim. Ancak şimdi geldiğim yerde görüyorum ki iyi ki tiyatro ile yoğun olarak ilgilenmişim. Tiyatroda öğrendiğim bir çok şey bana müzisyenlik yaşamımda da yol gösterdi.

1983 yılında Mozaik grubunu kurduk. İlk albümümüz bir konser kaydı olan ‘Ölümden Önce Bir Hayat Vardır’ oldu. Daha sonra üç tane daha stüdyo kaydı albüm yaptık. Önce ‘Ardından’, sonra ‘Çook Alametler Belirdi’ en sonra ise ‘Plastik Aşk’ı yaptık. O senin çok sevdiğin albüm galiba bu sonuncusu idi. Bu albümlerden seçilmiş dört parçamız bir Alman yayıncı firmanın yaptığı ‘The Other Side of Turkey’ albümünde yer aldı.”

Ben gelirken yanımda onun en son çalışması olan ‘Çeşitlemeler’i getirmiştim. Bir çay arası verdik. Sinan’ın iki makara filmi bitirdiğini gördüm. Benzini bitmişti, izin aldı. Bir müddet albümü sessizce dinledik sonra kafamdaki sessiz soruları yanıtlamaya başladı.

"Benim müzik anlayışım biraz salataya benziyor. Belki de çocukluğumdan ve tiyatro klubünden gelen bir etki bu. Çok değişik şeyleri harmanlayan bir müziği seviyorum. İçinde klasik var, rock var, jazz var. Mozaik’de çalışırken çeşitli milletlerin folk müziklerini, rock müziğini, şarkı ve ballade geleneklerini derinlemesine taramıştık. Bu süreç içerisinde yavaş yavaş jazz müziği ile ilgilenmiye başlamıştım ve bu ilgi gittikçe gelişti. Ama bugün kendimi bir jazz müzisyeni olarak tanımlıyamam. İlle de bir tarif istiyorsan şöyle diyebiliriz; bir sürü müzik tarzı arasında ve değişik coğrafyalarda gezinen bir müzisyenim. ‘Çeşitlemeler’ benim Mozaik çalışmalarından sonra çıkarttığım ilk albüm. Benim dışımda grubumda dört tane perküsyoncu var, işte Saruhan, Timuçin, Ümit ve Serdar Gönenç, Oğuz Büyükberber de nefesli sazlarda yer alıyor. Bazen onun yerini başka nefesli saz çalan arkadaşlar alabiliyorlar."

‘Çeşitlemeler’ yapıldığı yıl olan 1999 dan bugüne 5000 taneden fazla satmış. Bu sayının çok yüksek olmadığı düşünülebilir ama jazz müziğinde böyle bir satış seviyesi oldukça iyi sayılıyor. Ona yabancı müzisyenlerle bir albüm yapsa idi hangileri ile çalmak istiyeceğini sordum. İlk olarak benim tanımadığım bir Amerikalı kontrbasçı olan John Goldsby adını verdi. Ama hayalindeki grubun diğer elemanlarını çok iyi tanıyordum. Davulda Paul Motian, saksofonda Charlie Mariano, piyanoda ise Lennie Tristiano var. Kendisi piyanist olduğu halde bir başka piyanist ile çalışmasının sebebi de ilginç. Kendisini bu grubun müziklerini düzenliyen elemanı olarak hayal ediyor. Peki nasıl bir müzik yapardınız diye sorunca gene aynı yanıt geliyor, ‘salata’. Sonra bu hayalimizden vazgeçiyoruz, çünkü biraz daha düşününce yapmayı düşündüğü müzik için bu grubun uygun olmayacağını düşünüyor.

"Bundan sonra yapacağım ilk albüm sırf piyano müziği olabilir. Aklımda olan bir başka proje de değişik dans müziklerini yorumlamak. Son zamanlarda polka, samba, govend, Ege oyunları gibi çeşitli danslara kafamı takmış vaziyetteyim .... ‘Çeşitlemeler’deki derdim ise sanırım şöyle bir şeydi: Ben Türkiye’de sanat geleneklerinin bir nesilden diğerine kesintisiz sürdürüldüğüne inanmıyorum. Örneğin bugün 200 yıl önce burada yapılan müzik hakkında yeterli bilgimiz yok. Bağlar kopuk. Bu albümüm şöyle oluştu: Yıllardan beri değişik müzikler yaptım. Bunlar arasından hangilerini sevmişim, neleri benimsemişim, neleri kendime mal ederek çalmışım... Tüm bunları tekrar değerlendirmiş oldum. ‘Çeşitlemeler’ benim için başlangıç platformunu oluşturdu."

Ayşe’nin müzik dağarcığına katkıda bulunmuş bir çok değişik müzik insanı var. Bunlardan en önemlisi ünlü Rus besteci Sergey Prokofiyev, onun armoni yi kullanış biçimini, melodi ve armoni arasında kurduğu ilişkiyi, basit bir melodiyi armoniyi kullanarak değişik biçimlere sokuşunu beğeniyor. Sohbetimizin bu bölümünde aklına gelen diğer isimler ünlü Kurt Weill ve Nino Rota. Weill ile ilişkisi tiyatro çalışmalarındaki Brecht oyunlarına dayanıyor. Fellini filmlerinin unutulmaz bestecisi Rota’nın albümlerini İtalya’da arayıp da bulamadığını anlatırken gülüyoruz, aynı şeyin benim de başıma geldiğini anlatıyorum. Derken sıra onun beğendiği jazz müzisyenlerine geliyor.

"Abdullah İbrahim, Herbie Hancock, Chic Corea ve tabiiki Carla Bley’i beğeniyorum. Son zamanlarda Jaki Byard ilgimi çekmeye başladı. Ama kendimi gerçekten özdeşleştirdiğim müzisyeni merak ediyorsan önce Prokofiyev, sonra da jazz piyanistleri arasından Lennie Tristiano diyebilirim, bir de son zamanlarda dinlemeye başladığım bir piyanist Mikhail Alperin. Türk müzisyenler arasından da bir çok beğendiğim insan var. İlk aklıma gelenler Cengiz Baysal, Cem Aksel, ve Oğuz Büyükberber. Genç yaşta kaybettiğimiz Nükhet Aruca’yı da bu listeye dahil etmeliyim, çok yazık oldu. Tuna Ötenel’i de çok beğeniyorum ..."

Yağmur biraz durmuştu. Evin balkonuna çıktık. İlerde Alman hastahanesinin eski binası görünüyordu. Binanın eski Alman mimarisine göre tasarlanmış olan çatısı tıpkı peri masallarındaki kocaman çikolata evlere benziyordu. Oturduğu daireyi neredeyse sırf bu benzerlik yüzünden beğenerek kiraladığını öğrendim. Ancak hayaller ne yazık ki burada bitiyordu ve insanın başı balkondan birazcık sağa sola dönünce karşısına acımasız bir Türkiye mimari gerçeği çıkıyordu. Ona yaşadığımız ülke hakkında neler düşündüğünü sordum. Uzun süreden beri ilk defa ekonomik krizin içinde yer alamadığı bir Türkiye konuştuk:

"Türkiyede tabii ki müzik yapılıyor. Ancak sistematik çok eksik. Bizde müzik yapmak biraz trende gitmeye benziyor. Ama şöyle bir tren: İkide bir trenden inip rayları döşemek zorundasın. Ancak haksızlık da etmeyeyim. Günümüzde raylar daha sağlam. Organizasyon yetenekleri çok gelişti. Artık konser ekipmanı taşımak gibi şeyler mesele olmaktan çıktı. Gerçi müziğin yapılabilmesi için gereken alt yapı hala çok eksik ama son zamanlarda katıldığımız festivallerde gerçekten mükemmel organizasyonlarla karşılaştık. Bunlar insana enerji veren şeyler, demek ki istenirse organizasyonlar eksiksiz olarak gerçekleştirilebiliyormuş.

6. Eskişehir, 4. ODTÜ, ve geçen hafta da 1. Afyon jazz festivallerine katıldım. Afyon içlerinde en ilginci idi. Orada 7 yaş ile 17 yaş arası gençlerle ‘ workshop’ larda bir araya geldik. Orada çok ilginç sorularla karşılaştım. Bana niye bazı müzisyenlerin, örneğin popçuların, yaptıkları müzikal yolculuğun kısa yoldan sonuca ulaştığını, bazılarının ise, örneğin jazz ile uğraşanlarınkilerin neden uzun sürdüğünü sordular. Onlara uzun olan yolu kendimin isteyerek seçtiğimi söyledim. Bence bir insan bir restauranta gidip de, daha çabuk pişiyor diye sevmediği bir yemeği ısmarlamamalı. Türkiye yaşanması zor ama çok renkli ve zengin bir ülke. Başka ülkelerde de bulundum ama burada yaşamayı seviyorum."

Vaktimizin ve çayımızın sonuna geldiğimizi biliyordum. Evden çıkmadan önce daha evvelce hazırlamış olduğu bir biyografisi olup olmadığını sordum, varmış. Bazı şeyleri de oradan öğrendim:

Mozaik grubu Paris, Münih ve Nürnberg’de konserler vermiş. Ayşe bu arada jingle’lar, ve film müzikleri yazmış. ‘Yeni Türkü’ ve Bülent Ortaçgil’in yaptıkları albüm çalışmalarına katılmış. 1996 da Akademi Istanbul’da çalışmaya başlamış. Katıldığı festivaller arasında 6. Istanbul Jazz Festivali ve 1. Istanbul Müzik festivali de var. Sanırım bu yazı yayınlandıktan sonra BÜMED dergisinde kendisi hakkında bir de röportaj yayınlandı diye ilave edecek diye düşünüyordum ama bana gösterdiği gazete kliplerinden anladım ki ondaki yaratıcılığı ilk keşfeden yayın organı bizim dergi değilmiş. Bunlardan ‘Roll’ dergisinde yayınlanmış olan bir tanesi onun piyanosuna nasıl baktığını anlatıyordu. İlginç buldum:

"Piyano bana göre hem maskülen hem de feminen bir şey. Bu ikisinin çok da iyi bir karışımı aynı zamanda. Piyano başında herşeye aday olabilirsin. Bir kere hiç kimseye muhtaç olmadan tek başına müziğini çalıp bitirebilirsin. Sen kendine eşlik edebilirsin. Solist olabilirsin, alt yapı olabilirsin, bir senfoniyi piyano ile çalabilirsin. Bir piyanist zihniyeti ile çok yapı kurucu düşünebilirsin müziği. Halbuki solist olduğunda, alt tarafta ne döndüğü seni ilgilendirmiyebilir. Ortalığı çekip çevirmek, derleyip toplamak feminen bir işse bir piyanist bunları yapmak zoru nda. Ama yapı kurmayı, bir şeyin karkasını oluşturmayı maskülen bir şey olarak kabul ediyorsak bir piyanist bunları da yapmak zorunda.

Başka bir şey daha geliyor aklıma..., İlk defa bir viyolenseli elime alıp tuttuğumda fark ettim ki; başka bir enstrumanla kurulabilecek başka bir ilişki daha varmış piyanoda yapılamayan. Bir viyolensele sarılabilirsin, kucağına alabilirsin, çalarken sağa sola hareket ettirebilirsin, piyano ise orada durur. Sen eğilip bükülürsün. Piyano ‘Cool’ takılır yani. Piyano durur, sen kırk dereden su getirisin. Ona vurup, ona yumuşak dokunup...yani çırpınırsın ilişki için. Ama o karşılık verir de.

Dergi titizlikle sakladığı bir arşivin parçası, önce onu ödünç aldım ama sonra ne olur ne olmaz diye bir kırtasiyecide fotokopisini çektirdim ve iade ettim. Fotokopici dergiyle uğraşırken ben de ona son sorumu sordum. Bakın Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri arasından kendi seçtiği yolu seçmeyi düşünenlere ne tavsiye ediyor:

"Bana göre bir insan ne denli zor olursa olsun istediği işi asılıp yapabilmeli. Yapmak istediğim daha bir çok müzik var, onları her ne kadar sözlerle tarif edemiyorsam da sese dökerim inşallah."

Bize de düşen bu güzel dileğe gönülden katılmak oluyor az seçilen yolun tatlı yolcusu.

Her şey gönlünce olsun.

(BÜMED dergisinde yayınlanmıştır)