Hatay ve İslahiye'de Suriyelilerin sorunları

-
Aa
+
a
a
a

Yıldız Önen ve Taha El Gazi, Hatay ve İslahiye'de Suriyeli aileler ile görüştüler. İzlenimlerini, Suriyelilerin sorunlarını konuşacağız.

Hatay ve İslahiye'de Suriyelilerin sorunları
 

Hatay ve İslahiye'de Suriyelilerin sorunları

podcast servisi: iTunes / RSS

(Bu bir transkripsiyondur. Metnin son hâli değildir.)

Gürhan Ertür: Bugün Altın Saatler’de iki konuğumuz var programda, Yıldız Önen ve Taha El Gazi. Hoşgeldiniz arkadaşlar, merhaba.

Taha El Gazi: Hoşbulduk hocam, merhabalar herkese.

Yıldız Önen: Merhaba.

G.E.: Evet, Nuray Hocam, Elvan Cantekin. Sizler de hoşgeldiniz programa.

Elvan Cantekin: Merhabalar.

Nuray Aydınlıoğlu: Merhabalar.

G.E.: Evet. Yıldız Önen ve Taha El Gazi, Hatay ve İslahiye'de Suriyeli aileler ile görüştüler. Onların izlenimlerini, Suriyelilerin sorunlarını konuşacağız. Ama daha öncesinde Taha El Gazi zaten bölgedeydi. Oradan başlayabilir miyiz Taha Bey?

T.E.G.: Baştan tabii ki tüm vefat eden kardeşlerimize Allah'tan rahmet, yaralılarımıza acil şifalar dileriz inşallah. Depremin ikinci günü tabii ki oradaydık. Antakya merkezinde, çoğu bölgedeki ilçeleri dolaştık. Durum çok felaketti. Deprem tabii ki Türk vatandaşlarını, Suriyelileri maalesef bu konuda herkesin acısını birbirine kattı. Apartmanların altından, enkazların altından sesler gelirken kimisi Suriyeli, kimisi Türk’tü. Yani ölüm sonunda herkesi bir araya getirdi. O dönemde farklı müşahedeleri, farklı konuları biz tespit ettik. Bu konunun bir kısmını şöyle aktarabiliriz. Bazı Suriyeli aileler depremin birinci, ikinci ve üçüncü günlerinde çaresiz kaldı. Çünkü o günlerde, hatta birinci haftaya kadar bir kısım aileler yardım talep etme konusunda çekiniyorlardı. Ne yazık ki deprem öncesindeki aylarda bazı siyasetçilerin diline gelen ayrımcılık, ırkçılık ve nefret söylemleri de bu mülteci toplum içerisinde korku yarattı, “Acaba ben gidip yardım istersem Suriyeli olduğum nedeniyle bana yardım ederler mi yoksa bu konuda bize bir ötekileşme olur mu, olmaz mı?” diye. Hepimiz tabii ki bir vakaya şahit olduk ve duyduk, sosyal medya üzerinden takip ettik. Bir Suriyeli kişi enkaz altından kurtarılıyor ve sonra ona soruyorlar, “Ya sen niye ses çıkartmadın?” Dedi ki, “Ben Türkçe bilmiyorum. Arapça konuşsaydım büyük ihtimal buradan geçip bana yardım etmezdiniz,” dedi. Bu korkunç, aslında çok büyük bir vaka. Utanç bir vaka aslında enkaz konusuyla alakalı. Yardım konusuyla alakalı ise ilk günler kimse yardım konusunda herhangi bir sorun yaşamıyordu. Ne yazık ki bir parti lideri o bölgeye giderken ve Suriyeliler için, “Suriyeli burada yağma yapıyor, hırsızlık yapıyor.” dedi. O günden itibaren oradaki halkımızın bir kısmına bazı merkezlerin muameleleri değişti. Bu nedenle Suriyeli sığınmacılar herhangi bir yardım merkezine gidip yemek ya da su ya da giyim konusunda çekindi.
Çoğu ilk günlerde sokaklarda kaldı. O günler çadır malzemeleri de o kadar ortada mevcut değildi. Ayrıca vefat eden kişilerin cesedi günlerce, bazen iki gün bazen üç gün yollarda kaldı. Nereye gömeceğini, hangi mezarlığa gidebileceğini bilmiyorlardı. Tabii ki burada çok farklılık var. Yani bizim Türk vatandaş kardeşlerimizin, Allah rahmet eylesin, aileleri bile bu konuda nereye gidebileceğini, hangi resmi makamın kapısını çalacağını bilmiyorlardı. Bunun yanında Suriye sığınmacılar için burada çok acı bir durum vardı. Yalnız bırakıldı diyelim, iki üç gün. Bu konuda çok acı vakalar ortaya çıktı. Bazı kişiler, şu güne kadar ailesinde vefat eden fertler varsa da, aileye mezarlık evi verilse bile onların bilgilerine, isimlerine, hangi mezarlıkta toprağa verildiklerini bilmiyorum. Şu ana kadar her hangi bir bilgiye ulaşamadılar. Bu birinci ziyaretimizdi. Geçen hafta tekrar oradaydık. Yıldız Hocamla birlikte gittik. Mültecilerin ya da sığınmacıların ya da göçmenlerin ki ben bu kelimelerin kavramlarını kullanmak istemiyorum, insan olarak sorunlarını afetten bir ay sonra tekrar bir kontrol edelim, inceleyelim, soralım, ne olur ne olmalı dedik. Yani ilk günlere nispeten iyi insanlar. Daha deprem saatini, ne olduğunu, ne yaşadıklarını unutamıyorlar. En çok bundan etkilenen çocuklar. Çocukların durumu maalesef çok perişandı. Yardım konusunda bazı ailelere de gerçekten şu günümüze kadar herhangi bir yardım, herhangi bir çadır malzemesi gelmedi. Mesela Altınözü ilçesine bağlı Karsu diye bir köyde 58 aile tarlada, gayri münasip yerlerde yaşıyorlar. Çocukların çoğu o çadırlarda gitgide cilt hastalıklarına bulaşma noktasına geldiler. Şöyle aslında burada bizim Türk sivil toplum kuruluşlarımız (STK) aynı zamanda müesseseler aynı zamanda yardım merkezleri, bu konuya basit bir şekilde önem vereceği kısım Türk vatandaşları. Sığınmacıların yanında bu deprem sonrasında STK’ların kuruluşları, Suriyelisi olsun, Türkü olsun hala daha biraz uzak bir mesafede duruyorlar. Bu konudaki mesele sadece bir çorba verip ya da bir gemi verip de bitmiyor. Mesela şu an insanların geleceği nerede olacak? Yani bazı ailelerle biz görüşürken mesela bir kişi baba olarak avradını, eşini, çocuklarını kaybetti. Adam hala o şok noktasını yaşıyor. Adamla konuşuyoruz. Adam bir an gülüyor, bir an hüzün içinde yaşıyor. Çocukların bir kısmı annesiz kaldı. Çocuk bilmiyor. Annesiz kalma nedir? Hala daha çocuk soruyor, “Annem ne zaman gelecek?” Babası çocuğa diyor ki, “Annen işlerinden dolayı başka ile gitti. Ya da şehre indi ya da pazara gitti, gelir.” Bu konu çok önemli olacak. Çünkü ailelerin geleceği çok kötü. Ayrıca Suriyeli aileler günümüze kadar ne yaşadıklarını, nereye geleceklerini bilmiyorlar. Aslında istatik verebiliriz. Şimdi göç başkanlığının verilerine istinaden on ilde bir milyon yedi yüz bin Suriyeli sığınmacı yaşıyordu. Kayıtlı olarak yani Geçici Koruma sistemine kayıtlı olarak. Bir milyon yedi yüz kişi tabii ki depremden etkilendi. Kimisi gerçekten fiili etkilendi kimisi de uzaktan. Ama Antakya merkez olarak Narlıca, Nurdağı, İslahiye, Maraş yerle bir oldular. Maalesef insanların apartmanlarına, tekrar evlerine dönme ihtimali kesin bir şekilde mümkün değil. Çünkü çok tehlikeli. Hala daha depremin artçıları yaşanıyor. Antakya merkezli Narlıca, Nurdağı, İslahiye ve Maraş bölgelerinde Geçici Koruma sistemine kayıtlı olarak yaklaşık dört yüz bin Suriyeli sığınmacı vardı. Bu dört yüz bin Suriyeli sığınmacı şu durumda artık evsiz kaldı. Kimisi tabii ki başka illere gitti, kimisi akrabalarına gitti, kimisi başka bölgeye gitti, kimisi de maalesef hala o bölgelerde çadırsız. Aynı zamanda büyük ihtimalle beş aile, altı aile aynı çadırda kalıyor. Şimdi bunun tabii ki geleceği için çok önemli bir planı olması gerekir. Yani bu insanların sonunda durumları, gelecekleri nereye gelecek ve hangi noktaya ulaşacak? Bu arada da son olarak şöyle bir cümle kurabiliriz. Biz o hafta yani birinci ziyaretimizde, depremin ikinci günü aynı zamanda geçen hafta da giderken şu noktayı tespit ettik. Suriye halkı kendi arasında gerçekten müthiş, çok pozitif örnekler gördük. İnsanlar aynı çadırda da yaşıyorlar. Bazı çadırlarda bir Türk aile bir Suriyeli aile ile yaşıyor. Yani şu, insanların kendi aralarında herhangi bir ayrımcılığı yok. Bu ayrımcılık, nefret söylemi ne yazık ki üst makamlardan, bazı siyasi liderlerin ağzına yaptırılarak etki veriyor. Keşke Türkiye'de siyaset, halktan liderlere etki verse. Ne yazık ki bu bizim siyasetimize yukarıdan aşağıya ters. Bu deprem konusunda herkes kendi derdini, çilesini paylaşıyor. Hatta şöyle bir duruma geldik. Bazı Suriyeli kardeşlerimiz deprem sonrası ailesini kaybetti, eşini kaybetti, çocuklarını kaybetti. Bu insan bu çileyi, mağdur hissini yaşayamıyor. Çekiniyor yani adam kendi derdini anlatamıyor. Diyor ki, “Ya bana kimse inanamaz.” Mesela bir çorba dağıtım merkezine giderken çorba dağıtım sırasında durmuyor. Sorduk, “Niye?” Diyor ki, “Ben çorba dağıtım sırasında durursam birisi benim resmimi çeker, yarın ‘bakın Suriyeliler çorbamızı aldı,’ derler.” Yazık, yani gerçekten insanlık meydanında böyle düşünceler... Bir insan bu durumda böyle bir düşünce içinde yaşıyorsa demek ki biz ne yaptık ki bu insanlara bu kadar çekiniyorlar? Olabilir, şimdi halkımızın içerisinde bir kısır olabilir. Siyasetçilerin bir kısmı, Suriye sığınmacıların Türkiye'de olmalarını istemiyorlar. Bu ayrı bir mesele. Ama şimdi deprem. Yani sevmemezlik ya da düşmanlık deprem öncesi ama artık deprem hepimizin çilesi, hepimizi aynı yere getirdi. Yani bir deprem neticesinde bir apartman düşerse enkaz altındakine şu Suriyeli, şu Türk... Böyle bir şey sorulmaz. Hatta biz şu hadiseye şahit olduk. Bazı Suriyeli genç kardeşlerimiz onlarca Türk vatandaşımızı enkaz altından çıkarttılar. Herkese zaten bunu sosyal medyada gördü. Aynı zamanda da birçok komşumuz Suriye komşusuna yardım ediyor. Böyle örnekler bence bizim şu anda en çok muhtaç olduğumuz örneklerdir.

G.E.: Evet, birçok yere gittiniz. Bunlar hakkında da bilgi verebilir misiniz?

T.E.G.: Mesela bizim Antakya'da bir yardım ekibi var. İsmi ‘Ahit.’ Bizim okul arkadaşımız Ahit Bey, Suriye'deyken kendi grubundan on bir kişi ile depremin hemen aynı birinci gününde Şanlıurfa'dan Antakya'ya indi. Ahit orada tam on gün kaldı. On gün içerisinde yaklaşık yirmi dört Türk vatandaş aileyi enkaz altından çıkarttılar. Bu da çok başarılı bir örnek oldu. Ama ne yazık ki Ahit, son günlerde bu siyasetçilerin diline gelen ‘Suriyeliler yağma yapıyorlar,” söylemlerinden sonra saldırıya maruz kaldı ve sonunda da Antakya'dan çıkmak zorunda kaldılar. Ayrıca hatta orada bir Türk aile vardı, bir teyze. Hatırlıyorum, Antakya Emek Mahallesi'nde. Suriyeli komşusu ölmüş, cesedi gözüküyor. Teyze ağlayarak ellerinde hiçbir şey olmadan komşusunun cesedini çıkartmaya çalışıyor. Benim gerçekten bu vakalarla içimden farklı bir his çıktı. Yani bizim bu pozitif duygularımız, bizim kendi aramızdaki böyle hisler niye ortaya çıkmıyor? Niye? Ne yazık ki aylardır, yıllardır insanların Suriyeliler ile arasına nefret, kin söylemleri, sokak sesleri daha çok yüksek oluyor. Deprem sonunda bize bir mesaj çıktı. İnsanlığımızı tekrar insanlık noktasına aldı. Geçen de bir siyasetçinin ağzındna şöyle bir açıklama çıktı. Diyor ki, “Hatay'daki Türk vatandaşlarımız Hatay'dan başka ile gitmesinler. Çünkü giderlerse Suriyeliler Hatay'da yaşarlar, Hatay'ı işgal ederler.” Ya aslında böyle bir açıklama çok gayri mantıki. Çünkü deprem geldiğinde şöyle basit bir soru sorabiliriz; deprem geldiğinde Antakya'ya ya da Nurdağı’na ‘şu ev Türk, evi yıkalım, şu ev de Suriyeli, yıkmayalım’ mı diyecek deprem? Yani Suriyeliler nerede kalacaklar Hatay'da? Yani tamam, biz bu siyasetçinin ağzına geldik, fikrine geldik. Ya Suriyeliler depremden sonra nerede kalacaklar? Çok gayri mantıki ve utanç aslında böyle bir açıklama. Deprem, Suriyeli mi, Türk mü, küçük mü, büyük mü, öyle bir şey sormadı. Hepimizin acısı bir. Sonunda da hepimiz bu acıyı atlatmak için çalışıyoruz, çaba veriyoruz. Ne yazık ki hala bazı insanlar, bu duruma rağmen ayrımcılık ve nefret söylemlerini ortaya koyuyorlar.

G.E.: Evet, ben hemen Yıldız Önen’e sormak istiyorum. Aslında iki tane önemli bilgi var, onları vereyim öncelikle. Hatay Valisi Rahmi Doğan istifa etmiş. Fakat istifasının gerekçesi enteresan. AKP'den milletvekili aday adayı olabilmek için istifa etmiş. Yoksa bu deprem sırasında gerekli tedbirleri, önlemleri almadığı, müdahale çalışmalarını gerçekleştirmediği için sorumluluk hissedip istifa etme durumu söz konusu değil. Bir de Kemal Kılıçdaroğlu dün Hatay’da iki yıl içinde Suriyelileri kendi ülkelerine göndereceklerine dair bir açıklama yaptı. Bu konu üzerinde çok fazla yorum yapmamıza gerek yok ama özellikle Antakya merkezdeki çadır kentteki koşullar ve diğer yerlerdeki çadır kentlerdeki koşullar konusunda Yıldız Önen gözlemlerini rica ediyoruz.

Y.Ö.: Merhaba herkese. Biz Antakya merkezdeki itfaiye çadır kentine gittik. Ardından Altınözü'nde Kansu Köyü’ndeki dağınık şekilde, ikişerli üçerli çadırları ziyaret ettik. En sonunda İslahiye'de Atatürk Mahallesi'ndeki ondan fazla çadırı, bir caminin yanına konuşlanmış olan çadırları ziyaret ettik. Dolayısıyla birden fazla çadır kent ve çadır bölgesi hakkında fikrimiz oluştu. Gördüğümüz en derli toplu olan yer itfaiye çadır kenti idi. Yani birer tane kadın ve erkek banyosu, yedişer tane de kadın ve erkek tuvaleti vardı. Bu bayağı bir lüks sayılıyor. Ne Kansu Köyü’nde ne de İslahiye’deki çadırlarda böyle bir olanak yoktu. İtfaiye çadır kentinde herhalde elliye yakın çadır vardı. Kişiye göre hesaplarsanız, beş yüze yakın insana birer banyo, yedişerli tuvalet... ‘Ne kadar lüks’, sizin inisiyatifinize bırakıyorum ama son derece sınırlı olanaklar olduğunu gördük. Bugün galiba 37. gün ve 37. günde aktarabileceğimiz izlenimlerde hala en büyük sorun ‘insanca yaşanabilecek çadır’. Dün akşamki yağmurda, selde zaten gördük. Bizim hem itfaiye çadır kentinde gördüğümüz hem diğer yerlerde gördüğümüz çadırların %90’ı yağmura dayanıklı değildi. Biliyorsunuz bu deprem olaylarında, siz de programlarınızın pek çoğunda ısrarla altını çizdiniz. Bütün deprem hikayelerinde AFAD (Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı) sorumlu. Vallahi üç bölgede toplasak on tane AFAD çadırı görmedik. Bu arada AFAD çadırı diğer çadırlara göre en azından yağmura dayanıklılık açısından yaşanabilecek olanaklara sahip. Diğer gördüğümüz çadırlar hani tatile gidersiniz, çadır kurarsınız ya bu tür çadırlar ya da muşambadan çadırlardı. En kötü çadırlar Kansu Köyü’ndeydi. Yazılarımızda da paylaştık; tütün serası. Böyle tütünü ekiyorsunuz, üzerine muşamba çekiyorsunuz. İnsanlar tütün serasının içerisine battaniye serip yatıyorlar. Ya da halı sahanın dibine iki tane gene muşambadan çadır yapılmış, orada kalıyorlar. Daha önceki programları da ben dinlediğim için benzer problemlerin hala devam ettiğinin altını çizmek istiyorum. Hala en önemli ihtiyaç ‘çadır’. İnsanca yaşanabilecek çadır, temiz su, elektrik, tuvalet, yemek... Psikolojik destek filan da demek istiyorum ama artık temel ihtiyaçlar karşılanmadığı için ikinci sırada kalıyor.

G.E.: O bile lüks durumunda.

Y.Ö.: Bu psikolojik destek bence çok önemli. Taha El Gazi de bizimle beraber geldi. Kadınlarla baş başa sohbet ederken çoğu Türkçe bilmediği için Arapça çeviride bana yardımcı oldu kendisi. Kadınlar tabii farklı sorunlar da yaşıyorlar. Bugün bir arkadaşla konuşuyorduk. Deprem oldu çadırda kalıyorlar. İş yükümlülükleri azalmıştır gibi bir soru soruldu. Bana, “Öyle bir şey yok,” dedi. Bu aş evlerinden verilenler beş kiloluk yoğurt kaplarında veriliyor. Bunlar çadıra getiriliyor. Çadırda tabaklara aktarılıyor. Tabaklar sonra dışarıdan bir yerden su getirilip, ısıtılıp bir şekilde yıkanıyor. Sonra bu kirli sular bir yerlere dökülüyor. Çamaşırlar yıkanıyor gene. Camiden su getirip, su ısıtıp çamaşır yıkıyorsun. Çok sayıda çocuğu var ailelerin her tarafta tabii ki. Bu çocuklarla sürekli ilgilenmek gerekiyor. Bu depremde en dezavantajlılar kim diye sorulduğunda bence kadınlar ve çocuklar demek gerekiyor. Okul yok. Gittiğimiz hiçbir çadır alanında normal bir eğitim yoktu. Yakınlarda bir okul da yoktu. Daha önce bu programda da söylenmiştir. Antakya'da zaten hayat diye bir şey kalmamış. Her taraf enkaz, her taraf yıkıntı dolu. İşte bu itfaiye çadır kentinde ‘okul’ diye bir tabela var. İçeri giriyorsunuz, boyama kitapları ve oyuncaklar var. Çocuklara ders adı altında bunlar veriliyor. Arada bir birileri gelip imza alıyorlar derslere katılmıyor diye. Gene çocuk parkının içerisinde ‘psikolojik destek’ diye bir tane branda asmışlar. Ben de çok merak ettim, nasıl bir destek veriyorlar diye. Oyun parkında oyun oynuyor çocuk. Psikolojik destek almış oluyorlar. Her yaştan çocuk için çok ciddi bir ‘ne yapacaklarını bilmez’ durumları var. Tabii anneler ve babalar açısından da bu çocukları bir arada tutmak, 24 saat boyunca onları oyalamak sorunu var. Doğru dürüst elektrik yok. İtfaiye çadır kentte vardı ama ne Kansu Köyü’nde, ne İslahiye'de, ne de diğer yerlerde elektrik yok. Telefonlarını da bir yer bulup öyle şarj ediyorlar. Tabii yer nasıl bulunabilirse; işte bir kafe, bir Kızılay çadırı, AFAD çadırı gibi yerlere gidip telefonlarını şarj ediyorlar. 24 saat, 48 saat boyunca bir daha şarj etme şansları yok. Öyle olunca da dış dünyayla ilişkileri kalmamış duruma geliyorlar. Taha altını çizdi, ben de bir kez daha altını çizmek istiyorum. Sonuçta bir milyon yedi yüz bin Suriyeliden bahsediyoruz. Hulusi Akar'ın 11 Mart'ta yaptığı açıklamaya göre elli beş bini Suriye'ye gitmiş. Diyelim ki yüz bini de diğer illere, Mersin’e, İstanbul’a gittiler. Geride bir milyondan fazla Suriyeli kalmış durumda. Aynı şekilde çok sayıda yoksul Türk vatandaşlarının da hala deprem bölgesinde olduğunu gözlemledik. Bu bahsettiğim çadır kentlerde de, çadırlarda da Türkler ve Suriyeliler beraber, yan yana bulunuyorlar. Bu itfaiye çadır kentin Suriyeli ve Türk sayısı galiba yarı yarıya ve bunlar arasında herhangi bir problem çıkmıyor. Gene bir şeyin altını çizmek istiyorum. Normal koşullarda AFAD'ın, devlet görevlilerinin, kamu görevlilerinin her türlü yardımı örgütlemesi gerekirken gittiğimiz pek çok yerde gönüllü kuruluşlar, bazı belediyeler, bazı sivil toplum kuruluşları yemek olayını ve geri kalan olayları organize ediyorlar. Dolayısıyla bu sivil toplum kuruluşlarının ya da belediyelerinin Suriyelilere davranışları konusunda şikayet edebileceğiniz bir merci de yok. Biz itfaiye çadır kentte Muhammet ille bir röportaj yapmıştık. Sonra da yayınladık o röportajı. Muhammet, “Yani kim ne yapacaksa yapsın. ‘Ayrımcılık yoktur’ diyen gelsin, benle bir konuşsun. Ben bu ayrımcılıkları anlatayım,” diyordu. Gene biz çadır kentte kadınlarla otururken dokuz aylık hamile bir kadın, elinde üç yaşında bir çocukla geldi. Bir sivil toplum kuruluşu çocuklar için pamuk helvası dağıtıyormuş. Dokuz aylık hamile kadın da çocuğuyla sıraya girmiş. Türkçe konuşmadıkları için pamuk helvası verilmemiş bunlara. Yani dokuz aylık hamilesiniz, elinizde üç yaşında bir çocuk var, pamuk helvası istiyor o çocuk ve siz bunu alamıyorsunuz. Neden? Türkçe konuşamadınız. Ama bunu şikayet edecek bir merci yok. Çünkü çadır kentin bir organizatörü, bir koordinatörü yok. Gene kadınlar şunu söylediler. Çocuklara süt almak için yemek dağıtılan yere kadınların gitmesi gerekiyormuş ve çocukları görmek istiyorlarmış. Şimdi üç çocuklu, beş çocuklu bir kadın olduğunuzu düşünün. Üç beş yaşındaki çocuklarınızı toplayıp gideceksiniz, orada sıraya gireceksiniz. O sırada bekleyeceksiniz ki çocuğunuza vermek için size süt verilsin. Böyle sorunları çok yaşadıklarını söylediler. Hem itfaiye çadır kentte hem de Kansu Köyü’ndekiler öyle. Kansu Köyü’nde altmışa yakın Suriyeli aile böyle. İkişerli, üçerli çadırlar köyün her tarafına dağılmışlar. Onlar da yardım getirenlerin ayrımcılığından şikayetçiydiler ve bunu şikayet edebilecek bir mercinin de olmamasından şikayetçiydiler. Yani Kemal Kılıçdaroğlu'nun söylediklerine girmek istemiyorum. Çünkü iki yıl içerisinde Suriyelileri gönderebilecekleri bir Suriye için Birleşmiş Milletler’in ‘Geri Dönüşü Güvenli’ diye bir rapor vermesi gerekiyor. İki üç ay önce ‘Suriye güvenli değildir’ diye Birleşmiş Milletler rapor yayınladı. Uluslararası Af Örgütü de galiba geçen ay yanlış hatırlamıyorsam ‘Lübnan, Türkiye ve diğer yerlerden Suriye’ye dönenlere, geri dönüş yapanlara yapılan işkenceler ve baskılar’ üzerine bir rapor yayınladı. Ellerinde böyle belgeler varken, insani bir şekilde ‘Geri göndereceğiz,’ cümlesini nasıl kurabiliyor, bilmiyorum. Ama bu tür söylemler, deprem bölgesindeki Suriyeli ve Türkler arasındaki gerilimi arttıran söylemler. Böyle söylemlerden elimizden geldiğince uzak kalmak gerekir diyorum. Çünkü ben hayatımda on yıldır herhalde Taha Hoca'yla birlikte Suriyelilerle, Suriyeli insanlarla birlikte faaliyet yapmaya çalışıyorum. Bu depremden bu yana Suriyeliler arasında artık bir öfke birikmiş durumda. Enkazdan çıkarılamamış insanlar, enkazdan çıkarıldıklarında kendilerine insanca yaşama olanakları sağlanamamış insanlar ve sürekli olarak Esad diktatörlüğünün altındaki bölgelere geri gönderilmekle tehdit edilen insanlar... Bunların üçünün bir araya gelmiş olması pek çok insan üzerinde ama özellikle kadınlar ve çocuklar üzerinde bence çok ciddi sorunlar yaratıyor. Uzatmadıysam son bir cümle daha söyleyeceğim. Daha önceki programınızda kadınlar için söylenen bütün sorunlar, Suriyeli kadınlar için de geçerli. İç çamaşır ve hijyenik pedler dağıtılmıyor. Bunları kendi imkanlarıyla karşılamak zorunda kalıyorlar. Ama kendi imkanlarıyla karşılamaları konusunda da bizim görüştüğümüz ailelerin büyük çoğunluğu tesisatçı, inşaat işçisi ya da tarlada çalışan insanlar, günlük gelirleri olan insanlar. Şu anda bir aydır çalışamıyorlar ve dolayısıyla günlük gelirleri de yok. Hani bu tür ihtiyaçları satın alabilecek bir durumda da değiller. Bu da onlar için ayrıca bir sorun yaratıyor. Daha önceki programlarınızda Türkiye'deki depremzede kadınlar için söylenen sorunların iki katının Suriyeli kadınlar için geçerli olduğunu söylemek istiyorum. Bir de tabii ki ‘dil barajı’ da ekleniyor buna. En azından Türk bir kadın bir yardım görevlisine ne kadar olabilirse tabii ki, ihtiyaçlarını anlatabiliyor. Suriyeli kadınların kocalarına, abilerine, erkek kardeşlerine, Türkçe bilen birisine bu sorunlarını iletmeleri ve yardım getirenlere iletmeleri çok daha zor oluyor. Bu konuda da özellikle yardım götüren kadın platformları ve derneklerini Suriyeli kadınları da görmeleri çağrısını buradan yapmış olayım. Çünkü onlar da aynı sorunlara sahipler.

G.E.: Çok teşekkürler Yıldız Önen. Bu ayrımcılık, çadır cinsinde ortaya çıkıyor. Belirttiğiniz gibi yemek dağıtımında ortaya çıkıyor ve sadece Açık Radyo programlarında değil medyadaki haberlerden de birçok bilgiyi alıyoruz ayrımcılığın vardığı noktalar konusunda. Ben hemen uluslararası kuruluşların herhangi bir desteği var mı diye Taha El Gazi'ye sormak istiyorum. Bir süre önce bildiğimiz kadarıyla Birleşmiş Milletler, Ankara Ofisi kanalıyla bir ortak çalışmaya gireceklerdi deprem bölgelerinde. Bu aynı zamanda Suriyelileri de kapsayacaktı. Fakat sonrasında ne oldu? Anlayamadık bir türlü. O çalışmalar durdu. Sonradan yeniden başlar gibi oldu. Son durum nedir Taha El Gazi?

T.E.G.: Maalesef bugün depremin 40. gününe yaklaşırken Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nden hala ortada kimse yok. Tabii ki burada sadece Göç İdaresi Başkanlığı’nın görevi değil. Suriyeli, sığınmacı depremzedelerin aslında mesuliyeti, sorumluluğu birinci makamda Göç İdaresi Başkanlığı’na düşer. İkinci makamda da STK’lar ve Birleşmiş Milletler var. Biz Birleşmiş Milletler’deki yöneticilerle onların sahada bulunması, çadır temini gibi konular için günlerce iletişim kuruyoruz. Maalesef ortada kayıp var. Kimse yok. Hatta bazı ailelerle biz iletişime geçerken çoğu bizim buradaki arkadaşlara, STK Başkanı ya da diğer STK temsilcilerine geçen sene Aralık ayında Birleşmiş Milletler'in bahsettiği sistemi hatırlatıyor; Suriyeli sığınmacılara biz plan yaptık, dağıtım yaptık, yardım ettik gibi. Rakam çok büyük, dört milyar civarında bir rakam vardı. Ama fiili olarak şu an maalesef mülteciler yalnız bırakıldı. Suriyeli sığınmacılar yalnız bırakıldı. Şimdi burada tabii ki bir idari sorun olabilir. Çünkü
depremzedelere yardım konusu sadece AFAD yollarıyla, kanallarıyla oluyor. Bu da tabii ki Birleşmiş Milletler Ofisi'nin bir bahanesi oldu, “Biz bir şey yapamıyoruz. Sahaya inemiyoruz. Çünkü AFAD ya da Kızılay bu konuları takip ediyor,” diye. Ama sonunda Göç İdaresi Başkanlığı’nda biz bir konuyu tespit ettik. Hatay'da bir barınma merkezi vardı; Apaydın Geçici Barınma Merkezi. Bu geçici barınma merkezinde depremzede aileler ikamet ediyor. Biz sorarken ve bu konuyu takip ederken bu geçici barınma merkezinde sadece Türk depremzede ailelerimiz vardı. Biz şöyle bir şey düşünüyoruz. Keşke Göç İdaresi Başkanlığı geri gönderme merkezlerini aynı zamanda da bu geçici barınma merkezlerini müşterek bir şekilde, hem Suriyeli ailelere hem de Türk kardeşlerimizin ailelerine açsaydı ve oradaki depremzedeler bu konteynerlerde, bu çadırlarda olsalardı. Ama maalesef böyle bir şey olmadı. Ayrıca 15 gün önce Katar Devleti'nin Dış İşleri Bakanlığı şöyle bir açıklama yaptı. Dedi ki, “Biz Türkiye'deki Türk ve Suriyeli depremzedeler için on bin hazır ev, konteyner göndereceğiz.” Şimdi bu evlerin bir kısmı geldi. Ama biz tüm o on ilde ve bölgede yaşayan depremzede ve Suriyeli sığınmacı depremzedelere sorduk, “Herhangi bir aile konteynere girebildi mi? Ya da konteyner tahsil edip aldı mı?” Şöyle bir cevap bize geldi, “Biz çadırı bulamadık. Konteyneri anca on yıl sonra buluruz.” Bu soru, bir hak sorusudur. Madem şimdi hem Türk kardeşlerimize hem de Suriyeli kardeşlerimize tahsis edilmiş bir yardım varsa, yani ne olursa olsun gıda, maddi, konteyner varsa burada bizim sorumuz şudur; Sığınmacılara, mültecilere bu yardım ulaştı mı? Gelmedi mi? Bu çok önemli bir soru. Bir de bu soru aslında eleştiri değil. Bu soru insanların hakkı. Suriyeli sığınmacılar son günlerde baskı altında kaldılar. Ben tekrar şu noktayı vurgulamak istiyorum. Toplum içerisindeki bir kısım Suriyeli sığınmacıları deprem öncesinde de sevmiyordu ya da burada kalmalarını istemiyordu. Siyasetçilerin bir kısmı da bu nefret söylemlerini sürekli mülteciler üzerine yapıyorlardı. Keşke bir gün siyasetçiler bu nefret söylemleri yerine mültecileri, Suriyeli kardeşlerimizi Türkiye'ye getiren ya da getirten politikayı eleştirselerdi. Ben bugüne kadar bir siyasetçinin Esad rejiminin üzerine bir eleştirisini duymadım. Mülteci, bu insan sonuçta bir sorun kaynağı değil, mağdur bir insan. Bugün Türkiye'de doğan küçük bir çocuğu nasıl dışlarım? Nasıl bir nefret söylemi yaparım? Şu an deprem bölgesinde onlarca Suriyeli çocuk annesiz, babasız kaldı. Annesi, babası maalesef hayatını kaybetti. Yetim kaldılar. Gelip de ben bu çocuğa, altı yaşındaki, yedi yaşındaki ya da beş yaşındaki Suriyeli diye bir çocuğa nasıl nefret söylemi söyleyebilirim? Bu insanlık dışı aslında. Dediğim gibi insanlar on yıl oldu, on iki yıl oldu, burada yaşıyorlar. Ama bu insanları aslında buraya getiren politikayı eleştirmemiz gerekiyor. İkincisi, bu da çok önemli, bu yıllara kadar insanları mültecilik durumunda tutan bir politika var. Yani şimdi halkımız, toplumumuz, Türk halkımız sanıyor ki Suriyeli sığınmacılar kendi iradeleriyle burada kalıyorlar. Keşke bir gün önce Esad rejimi gitse, bu durum bitse toplumun %60’ı, %70’i aynı gün döner. Birleşmiş Milletler'in kararı çıktı; Esad katil ilan edildi, kimyasal silah kullanıldı. Bunların hepsi Birleşmiş Milletler'in raporunda yer aldı. Buna rağmen, bu kadar katlettiği, bu kadar canilik yaptığı, bu kadar kimyasal silah kullandığı kendi halkına hala daha toplumun kimisi soruyor, “Siz niye dönmüyorsunuz Esad'ın yanına?” Esad, Birleşmiş Milletleri'in kendi raporlarında cani, halkına kimyasal silah kullanan bir kişidir. Deprem bizim için bir mesajdır, hepimiz için. Bugün hepimiz hatırlıyoruz, depremden bir gün önce ev sahibi kiracısına “Zam yapacağım,” diyordu. Bir anda herkes, her şeyi kaybetti. Biz de böyleyiz. Türkü, muhaciri, mültecisi, göçmeni, Arabı, Alevisi, Kürtü; deprem bunu ayırmadı. Son cümle olarak, deprem öncesi deprem sonrası gibi değil. Yani mücadelemiz bu konuda, bu hayatta bir. Ama ne olursa olsun mültecileri toplumun bir kısmı sevmiyorsa bile, siyasetçilerden herhangi birisi nefret söylemi kusuyorsa bile şu depremi atlatana kadar, şu felaketi, şu acıyı atlatana kadar mültecilerin yanında duralım. Sonunda bu bir insan. Kocası ölen bacılarımız var. Babasını, annesini kaybeden çocuklarımız var. Sokakta şu güne kadar yaşayan ve kalan insanlar var. Biz gözümüzle gördük. Hala daha bazı insanlar apartmanın önünde bekleyip annesinin, avradının, kardeşlerinin ya da çocuklarının cesetlerini enkaz altından çıkartmayı bekliyor. Çok acı. Depremin her yanı acı aslında, bir feragat, bir çile. Ama buna rağmen ne yazık ki toplumumuzun bir kısmı, siyasetçilerin bir kısmı depremin bize ne getirdiğini, geleceğimizi nereye getirdiğini hala daha anlamadı.

G.E.: Evet, aslında gelecek açısından da ciddi belirsizlikler var olduğu anlaşılıyor. Çünkü konuşmanızın başında belirtmiş olduğunuz, şu anda deprem bölgelerinden diğer kentlere geçmiş olan Suriyelilerin belli bir süre o yerlerde kalmaları söz konusu. Fakat sonrasında, geri döndükleri zaman ne yapacaklar, nerede barınacaklar? Burası ciddi bir soru işareti. Siz özellikle deprem bölgelerindeki illerden ayrılan Suriyelilerin nereye gittiği konusunda bilgiye sahip misiniz? Bunlar kayıtlı mı? Gidebiliyorlar mı? Nasıl oluyor ve onları bulundukları yerlerde, gittikleri yerlerde izlemek, koşullarını öğrenmek mümkün olabiliyor mu?

T.E.G.: Bu konuda Göç İdaresi Başkanlığı’nın kararına istinaden şöyle bir durum oldu. İstanbul'a sadece beş ilden gidilebilir; Malatya, Adıyaman, Maraş, Hatay ve Gaziantep. Bu iller hariç kimse İstanbul'a yerleşemez. Diğer illere ise bütün on ilden gidilebilir. Şimdi herhangi bir Suriyeli aile, diyelim ki deprem bölgesinden İstanbul'a, Mersin'e, Ankara’ya ya da İzmir'e yerleşti. İlk yerleştiği günden itibaren bu ailelerinin Göç Müdürlüğü ya da Yabancı Şubesi’ne müracaat etmeleri kesin gerekiyor ve oradan ‘yol izin belgesi’ almaları şart. Yol izni belgesini alabilmek için şöyle bir talepte bulunuyor Göç İdaresi Müdürlüğü, “Bize kalacağımız yerin, adreste bir aile, akrabanız var ise onların adresini ve kimliklerini verin, gösterin.” Çünkü burada her şey kayıtlı bir şekilde oluyor. Yani şöyle bir yanlış bilgi dolaşıyor ortada; Suriyeli sığınmacılar illere dağıldılar, bunların kayıtları yok, bunlar ne olur, ne olmaz, kimler kimler değil? Böyle bir durum yok. Çünkü bu ailelerin, çocukları eğitim hizmetinden, okullardan ya da sağlık hizmetinden, hastanelerden faydalanabilmeleri için yaşadıkları yeni illerde kayıtları olması gerekiyor. Tabii ki burada Göç İdaresi Başkanlığı sadece 60 gün izin verdi. Bu 60 günün içinde zaten biz bunu ‘gayri kafi’ görüyoruz. 60 gün sonra mülteciler, bu insanlar tekrar mı dönecekler? Mesela Nur Dağı’nı tekrar yeniden imar etmek en azından bir iki yıl ister. Enkazların aslında kaldırılması bence bir yıl ister. Biz Antakya merkeze giderken hala bazı sokaklarda, bazı mahallelerde binalar duruyor. Yani 40. güne geldik, binalar duruyor. Peki bu insanlar 60 gün sonra tekrar nereye dönecek? Yani zaten evleri kalmadı, mahalleleri kalmadı. Yaşam şartları zaten o illerde kalmadı. Biz bu konu için Yıldız Önen’le birlikte aynı zamanda da farklı STK'larla birlikte mücadele veriyoruz. Şöyle bir şart koyun; insanların o illere dönmeleri orada hayat şartları uygun olursa olsun. Peki bir yıl mı, iki yıl mı? Zaten bunların geçici koruma kimlikleri var, kayıtları var. Zaten şu an hepimiz birlikte, Türkü olsun, mültecisi olsun, ne olursa olsun deprem sonrası faciası yaşıyoruz ve birlikte bunu atlatacağız inşallah. Ama şöyle bir durum olabilir. Maalesef seçimlere gitgide yaklaştıkça mülteci dosyası tekrar iki taraf da kullanmaktadır. Bazı muhalefet partileri artık sık sık mülteci ve depremzedeler üzerinden yanlış bilgiler aktarabiliyorlar. Ayrıca hükümet de artık şöyle bir baskı yapabilir. Yani Göç İdare Başkanlığı, 60 gün bittikten sonra mültecilere yol izin belgesi vermeme ihtimali var. Böyle bir şey gözüküyor diyelim, burada mülteci ne yapacak? İllerine dönemeyecekler çünkü orada şu an hala daha enkazlar yerinde duruyor. Türkiye'de gitgide zorlaşan şartlar sonrasında ya Avrupa'ya tekrar bir göç dalgası başlayacak ya da Suriye'ye dönüş olacak. Bu da bir baskı. Hükümet, zaten önceden, geçen sene Şubat ayından itibaren bir milyon kişinin döndürülmesini ilan etmişti. Ne yazık ki mülteci dosyası, Türkiye'de hem muhalefet hem de iktidar tarafından kullanılıyor. Ben şöyle bir soru sormak istiyorum. Bazı partiler maalesef mülteci düşmanlığı üzerine inşa edildi. Seçimler bittikten sonra mülteciler diyelim ki Türkiye'den bir anda Allah'ın kaderiyle kaybolsalar, ülkelerine dönseler, bu parti ülke için ne yapacak? Bütün partiler, ya iktidar olsun ya da muhalefet olsun. Avrupa ülkelerinde seçime gelmeden önce şöyle bir durum var. Avrupa'da herhangi bir partiye oy vermeden önce herkes, tüm partilerin seçim planını okur. Yani bu parti geleceğimiz için ne yapacak, ne edecek diye. Bizim Türkiye'de partilerin çoğu, iktidar olsun, muhalefet olsun, mülteci meselesinden başka bir şey bahsetmiyorlar. Mülteciler Türkiye'den bir anda kaybolsa ne olur? Depremzedeler için çok önemli bir durum var. Göç burada çok sorunlu aslen. 60 gün mesela, daha fazla müddet verilmesi gerekiyor. Ben sınırlı olmasını istemiyorum. Yani bir ya da iki yıl, o illerde ne zaman şartlar uygun olursa dönebilirler. Madem ki bu insanların geçici koruma kimlikleri, yıllardır kayıtları var, bunlar sonunda nerede yaşasın? Tamam, olabilir, İstanbul'u kapattılar. Ama başka illerde yaşayabilirler. Yani konuyu altmış güne, üç aya ya da dört aya bağlanması bence gayri insani bir durum.

G.E.: Evet, çok teşekkürler. Sağolasın Taha El Gazi. Yıldız, gerçi konuşman içinde acil taleplerden bahsettin ama son iki dakika içinde acil talepleri tekrar özetleyebilir misin lütfen?

Y.Ö.: Birincisi çadır. AFAD'ın sahip olduğu o düzgün, insanlığa yaraşır çadır imkanları. İkincisi çadır kentlerin bir an önce oluşturulması. Tabii ki ilerleyen süreçlerde de çadır kentlerin yeterli olmayacağı, konteyner kentlerin yapılması gerektiğinin altını çizeyim. Temiz su, elektrik, yemek, kadınlar için hijyenik pedler gibi bir sürü şey çok acil. Maalesef 37. günde bu ihtiyaçlar hala devam ediyor. Yani ayrımcılıkla ilgili bir şey söylemeyeceğim. Taha Hoca zaten yeterince söyledi. Toprağın altında beraberdik, toprağın üstünde de dayanışmaya devam edelim demek istiyorum.

G.E.: Evet. Çok teşekkürler arkadaşlar, ikinize de. Bu arada Adıyaman'ın Tut ilçesinde sel sonucunda beş vatandaşımız hayatını kaybetti ve kayıplar olduğu belirtiliyor. Urfa'da biliyorsunuz, bütün çadırlar allak bullak oldu. Diğer yerleri siz zaten belirttiniz. Evet, programımıza katıldığınız, bilgilerinizi paylaştığınız için çok teşekkür ederiz Yıldız Önen ve Taha El Gazi. Sağolun.

T.E.G.: Çok teşekkür ederiz. Görüşmek üzere inşallah.

Y.Ö.: Teşekkür ederiz böyle bir imkan sağladığınız için.

G.E.: Evet. Altın Saatler deprem özel yayınında konuklarımız Yıldız Önen ve Taha El Gazi idi. Hatay ve İslahiye'yi dolaştılar, Suriyeli aileler ile görüştüler. İzlenimlerini, Suriyelilerin sorunlarını bize aktardılar. Yarın iki ayrı Altın Saatler programı, deprem özel yayınımız var. O programlarda görüşmek dileğiyle. Hoşçakalın.