F Klavye'nin altındaki...

-
Aa
+
a
a
a

Ali Danış

 

Son zamanlarda basında tartışma konusu olan Q ve F klavyeleri, uzun zamandır kafa yorduğum ve kanımca meselenin özü olduğuna inandığım Türkçe sorunsalının tartışılma gereğini ortaya koyuyor.

 

Çöken imparatorluğun ardından Cumhuriyet’i kuran ve “inkılap” sürecini başlatan kuşağın Türkçe’ye ne denli önem verdiği, giriştikleri devasa projenin belkemiğine “dil”i oturttukları, biraz tarih okuyan herkesin malumu. Bunun böyle olmasının nedeni, muhtemelen –zira ne tarihçi ne de dilbilimciyim- tüm bu işlere kalkışan devrimcinin, öncelikle kendi kimliğini tanımlaması ihtiyacı idi. Aslında dil, ulusal olduğu kadar bireysel kimliğin de en önemli unsuru. Bu nedenle, gıpta ettiğimiz ülkelerin eğitim programlarında kendi dilleri en önemli yeri tutar. Ortalama bir eğitimden geçmiş her İngiliz, her Alman, Fransız, vb. kendi dilinde kendini düzgün ifade eder, çoğu bir ya da birkaç şairden dizeyi ezberler. Hemen hepsi düzgün yazar, öyle ki, bazılarının milliyetini salt yazı karakterinden bile çözebilirsiniz. Bizler okul sıralarında failatun mefailün sayıklayarak “Edebiyat”tan nefret ederken, onlar dilin mantıkla, matematikle, bilimle, sanatla ve nihayet bireysel gelişimle olan sihirli ilişkisini keşfettiklerinden olsa gerek, ana okulundan üniversiteye değin kendi dillerini öğrenir, geliştirir, zenginleştirirler. Bu ülkelerde anadili savsaklayarak, başka derslerin not ortalamasıyla sınıf geçmek gibi garabet durumlar hemen hiç olmaz. Çünkü toplumun kendini yeniden üretebilmesi yani geleceğini tasarlayabilmesi; yine kendi özgün kimliğini koruyabilen ve bunu taşıyan kişiliği geliştirebilen bireylerin yetişmesine bağlıdır. Özetle söylemek istediğim:

 

1) Kimlik olgusu insanca varolmanın en önemli unsurudur (ki tüm 20. yüzyıl toplumsal kimlik haklarıyla uğraştı ve muhtemelen 21. yüzyıl da bireysel kimlik sancılarının yaşanacağı yüzyıl olacak);2) Anadil ya da kısaca dil, kimliğin temelidir.

 

Yaşayan diğer tüm diller gibi Türkçe de, zaman içinde değişmekte olan bir dil. Gelişen teknoloji, değişen yaşam koşulları, farklı yaşam tarzları, kuşak çatışmaları hemen her coğrafyada dili de etkileyen olgular. Ancak tüm diğerlerinden farklı olarak biz Türkler’in 200 yıldır iki cami arasında binamaz şizoik bir cemaat olduğumuz gerçeği var. Dolayısıyla, alafrangalar alaturkalar, beyazlar kavruklar, berikiler ötekiler türü ikilemler pek de yeni değil. Burada yeni olan, kafa karışıklığımızın zaman zaman kendimizi toplamamıza izin vermeyecek süratte artması. Kimlik erozyonumuz toprak erozyonumuzu 80’li yıllarda sollamaya başladı. O kadar ki, bu sadece “beyazlar”ın ya da berikilerin değil, herkesin problemi. Burada biraz algı ve kendine saygı kavramlarından söz etmek istiyorum. 20 yıldır mesleğimde kullandığım ve 4 yıldır tüm derslerimde tekrarladığım bir deyiş var: Algı gerçektir.

 

Q klavye sebeb değil, sonuç

İsterseniz tersinden de okuyabilirsiniz, İngilizce marketing kitaplarında “Perception is reality” şeklinde geçer. Kendi dilimizle ilgili algımızın ne olduğu, konuştuğumuz dilde, çocuklarımıza koyduğumuz isimlerde, ürünlerimize verdiğimiz markalarda, şirketlerimize verdiğimiz unvanlarda kendini eleveriyor. Globalleşme, gençlik kültürünün sınırsızlığı, moda, internet vb. kimi olgular bazılarını hoş gösterse de, çoğu özgüven yoksunu, “beni de yanına al yüce Batılı” diye çırpınan, ne söylediğini kendisi de pek kavrayamayan (bakınız – dinleyiniz TV, radyo sunucularımız), eğitimsiz, kompleksli, yalaka bir kişiliğin kimlik yoksunu bir tezahürü. Sonuçta bir de şu var, sen kendini nasıl taşırsan, başkaları da seni öyle algılar. İşte bu nedenledir ki, Q Klavye dayatması bir sebep değil sonuçtur.

 

Klavye tartışmaları, aysberg misali, neleri kaybetmekte olduğumuzun ya da neyi ıskaladığımızın çok küçük bir işareti. Yavaş yavaş içimiz boşalıyor. Duygu ve düşüncelerimizi zenginleştirmek bir yana, bunları doğru ifade edemeyen, iletişim özürlü bir ulus –pardon, kalabalık- olma yolunda hızla ilerliyoruz. Yeni kavram üretemiyoruz. Doğru konuşamayan, sistematik düşünemeyen ve dolayısıyla kavram üretemeyen bir toplumda herhangi bir gelişmeden söz edilebilir mi? Tabii borç parayla elin uydusunu kiralamak dışında? Çoğu konuda havanda su dövmemizin, yalap şalap ithal ettiğimiz kavramların süratle içini boşaltmamızın, modernleşmeyi de çağdaşlaşmayı da yanlış kavramamızın altında müthiş bir dil eğitimi eksikliği olduğuna inanıyorum. Kimliğimizle ilgili aşağılık kompleksimiz, basit bir “milliyetçi duyguların rencide edilmesi” hadisesi değil. Anadile güven konusu, bu topraklarda yaşayan ve yaşayacak kuşakların geleceğini, kendilerini bu gezegende nerede görmek istediklerini ilgilendiren çok daha yaşamsal bir konu. Bugün konuştuğumuz Türkçe ile ilgili birçok sevimsiz sıfat bulunabilir: öykünük, yamalı, fakir, özensiz, vb. Bu durumun kimliğimize yansıması ve başkalarınca algısı da en az o kadar sevimsiz: güvenilmez, eğitimsiz, kaba, edilgen, vb.

Söyler misiniz, karşınızdakinin kimliği bu ise, O’nunla neyin pazarlığını yaparsınız? Evinize davet eder misiniz? O’na hangi köşeyi layık görürsünüz? Özetle söylemek gerekirse, Türkçe’nin –ve bu bağlamda Türk kimliğinin– acil “rehabilitasyon”a ihtiyacı var. Buna, ayaklarımızı yere sağlam basabilmek, sosyoekonomik statü farklarına rağmen aynı toplumun bireyleri olarak birbirimizi daha doğru anlayabilmek, düşünce ve ruh zenginliğimizi geliştirebilmek, başkalarının saygı ve sevgisini kazanabilmek, yarına daha umutla bakabilmek için ihtiyacımız var.

 

Türkçe’yi utanmadan yaşamak

 

Eğer “mecra”, ifadenin aktığı ve toplumun çok büyük kesimlerine ulaştığı yer ise, Türkçe ve Medya ilişkisi özellikle üzerinde durulması gereken bir konu. Medyanın salt bir ayna olmadığı, toplum ve medya ilişkisinin karşılıklı etkileşim üzerine kurulduğu, artık tüm dünyada kabul gören bir saptama. Bu bağlamda medya muazzam bir sorumluluk taşıyor. Şimdi şu örneklere bir bakalım: Medya Towers (medyası y ile “taavırs”ı Amerikan havalı ve fakat 15 katlı!), NTV (enntiyviy diye okutuluyor, daha tiyviysi yok herhalde?), liktiyviy, muyimeks acıklı halimizin kanıksanmış dışavurumları. Basın yayın kurumlarında muhabir, sunucu, vb. kesiminin katlettikleri Türkçe’den hiç söz etmiyorum. Eski İngiliz sömürgesinden gelen Mahmood ile Fransız sömürgesinden gelen Mahmoud’un bizdeki Mahmut’la aynı olduğunu bir türlü çözememeleri, gördükleri her türlü yabancı ismi ve kelimeyi yarım yırtık İngilizce ile telaffuza kalkmaları, sorgulamayı, analitik düşünmeyi öğrenmeden sürekli bir ağız ishali durumu yaşamaları ve daha vahimi, aslında bütün bunları gören ve bilen yöneticilerinin –“bon pour l’Orient” düşüncesiyle olacak– olan biten vasatlığa göz yumması son derece iç karartıcı bir hal aldı.

 

Peki tersi mümkün mü? Yani Türkçe’ye yeniden sarılmak, modadan etkilenmez kılmak, Türkçe’yi modernite içinde utanmadan yaşamak, zenginleştirmek arzusu, dahası bunun bir gereklilik olduğu iddiası ne kadar gerçekçi? Muhtaç olduğumuz ders, komşumuz Yunanistan’dan başlamak üzere birçok ülkede mevcut. Kendi kendimizi bu denli kompleksli yaşamaya mahkum etmek zorunda değiliz. Anadilimize, Türkçe’ye sloganla değil, akılla, sevgiyle, önyargısız sarılmalıyız. Bu yolda birbirimizin yaratıcılığını, özgünlüğünü asla hor görmeden desteklemeliyiz. Müşterileri arasında Türkiye’nin muhtemelen en züppe (snob dememek için kendimi tuttum) kesimi de yer alan Akmerkez, herşeyiyle bir Türk markası. Ve son derece başarılı. Bu en uç örnekte bile Türkçe “çalışıyor” ise umut var demektir. Şimdi tüm kanaat önderlerine, sorumluluk sahibi basın yayın mensuplarına yaşamsal bir görev düşüyor: Türkçe’yi yeniden kanatlandırmak.