Irak'ta savaş ve hukukun karşısında Türkiye

-
Aa
+
a
a
a

Akın Atalay

Milletlerarası boyut:

Milletlerarası ilişkiler zemininde en temel belgenin adı Birleşmiş Milletler Şartı’dır. Buna Birleşmiş Milletler Antlaşması da deniliyor. Halen 191 ülkenin bu Şart’ı kabul ederek üye olduğu BM örgütü, dünyadaki tek evrensel örgüt olma özelliğini sürdürüyor.

BM Şartı, yeryüzünde barışın egemen ve sürekli kılınmasını amaçlar; bunun için ortak bir güvenlik sistemi öngörür.

BM Şartında, devletlere “kuvvet kullanma veya tehdidinde bulunmaktan kaçınma yükümü” (md.2 / 4), diğer bir söylemle ihkak-ı hak yasağı getirilmiştir.

Üye devletler, BM Şartı’nın 24. maddesiyle, milletlerarası barış ve güvenliğin korunmasında BM Güvenlik Konseyi’ne sorumluluk ve yetki vermişlerdir.

25. madde hükmüyle de Güvenlik Konseyi’nin Şart’a uygun olarak alacağı kararları “kabul etmeyi ve uygulamayı” taahhüt etmişlerdir.

Güvenlik Konseyi, barış ve güvenliğin korunması konusunda kendisine devredilen yetkiyi kullanır.

Buna göre, “barışın tehdit edildiğini, bozulduğunu veya bir saldırı eyleminin” varlığını saptamak ve “milletlerarası barış ve güvenliğin korunması veya yeniden tesisi için” gereken önlemleri ki, bunlar askeri kuvvet kullanımını içerebileceği gibi (md. 42) ekonomik ve siyasi ilişkilerin ve her türlü iletişimin kesilmesini öngören önlemlerle de (md. 41) sınırlı kalabilir, kararlaştırma yetkisi Güvenlik Konseyi’ne aittir.

Kuvvet kullanma yasağını ihlal edene karşı bireysel karşı koyma hakkı, yalnız Şart’ ın 51. maddesinde düzenlenen meşru müdafaa durumunda saklı tutulmuştur. Meşru müdafaa hakkının kullanılabilmesi ise ancak, “bir saldırının vuku bulması” halinde söz konusudur.

BM’nin en üst organı olan BM Genel Kurulunca alınan karar ile yayınlanan 24 Ekim 1970 tarih ve 2625 sayılı "Birleşmiş Milletler Şartı Uyarınca Devletler Arasında Dostça İlişkiler ve İşbirliğiyle İlgili Milletlerarası Hukuk Prensiplerine Dair Bildiri" ile kimi eylemler yasaklanmıştır.

- Bir başka devletin mevcut sınırlarını ihlal etmek için ya da uluslararası uyuşmazlıkların çözümü için kuvvet kullanma ya da tehdidinde bulunma,

- Bir başka devlet topraklarında iç karışıklık ya da terörist eylemleri teşkilatlandırma, kışkırtma, yardım etme ya da bunlara katılma ya da ülkesinde bu gibi eylemlerin yapılmasına yönelik teşkilatlanmış faaliyetlere rıza gösterme,

Bu Bildiri 'nin devletlerin iç işlerine karışmama yükümüyle ilgili hükümlerinde de;

“Bir başka devletin mevcut rejimini zorla devirmeye yönelik yıkıcı, terörist veya silahlı eylemleri teşkilatlandırma, yardım etme, kışkırtma, mali destek sağlama, teşvik etme, müsamaha etme veya bir başka devletteki iç karışıklıklara karışma...”

Bildiri’de, “Hiçbir devletin ülkesinin, BM Şartı hükümlerinin ihlali niteliğindeki kuvvet kullanma eylemleri sonucunda askeri işgale konu olamayacağı, bu yolla gerçekleştirilen kazanmaların ‘hukuki’ kazanmalar olarak tanınamayacağı” belirtilmiştir.

Bildiri'nin kuvvet kullanma yasağına ilişkin bölümünde yer alan;  

        - saldırı savaşı,        - saldırı savaşı propagandası,        - milletlerarası antlaşmalarla belirlenmiş sınırların ihlali için kuvvet kullanma ya da         tehdidinde bulunma,

eylemleri "BARIŞ ALEYHİNE SUÇ" olarak nitelenmiştir.

BM Genel Kurulu’nun 14 Aralık 1974 tarihli ve 3314 sayılı Genel Kurul Kararını ekli olan “Saldırının Tanımı”na ilişkin bir metin yer almıştır. Bu metnin 3. maddesinde hangi eylemlerin “saldırı” olarak değerlendirileceği sayılmıştır. Bu eylemler bir savaş ilanı bulunmasa da “saldırı” olarak nitelendirilmiştir.

3. maddede “saldırı” olarak tanımlanan eylemlerden (f) bendini (Türkiye açısından ilginçliği nedeniyle) ayrıca aktarmak gerekir:

"Devletin, ülkesinin bir başka devlet tarafından bir üçüncü devlete karşı bir saldırı eyleminin yapılması için kullanılmasına izin vermesi,”

(Burada bir parantez açılmasının nedeni sadece bir soru sormaktan ibarettir: Hani Türkiye Savaşa katılmıyordu, sadece yabancı ülke askerlerinin Türkiye'de bulunmasına izin veriyordu?)

BM Şartı ile Milletlerarası Örf ve Adet Hukuku da dahil olmak üzere Milletlerarası Hukuka ilişkin her türlü yorum konusunda en yetkili, hatta tek yetkili yasal organ, BM’nin bir organı olan Milletlerarası Adalet Divanı’dır.

Milletlerarası Adalet Divanının 27 Haziran 1986 tarihli kararında (Nikaragua’ya Karşı Askeri ve Benzeri Faaliyetler Davası) Divan, ABD’nin Nikaragua’ya karşı davranışlarıyla milletlerarası hukuku ihlal etmiş olduğu sonucuna varmıştır. Divan, ABD’nin, karşı güçleri eğitme, silahlandırma, teçhiz etme, para ve erzak sağlama veya Nikaragua’ya karşı askeri ve benzeri faaliyetleri başka biçimlerde teşvik etme, destekleme ve yardım etmekle Nikaragua Cumhuriyeti’ne karşı milletlerarası örf ve adet hukukunda öngörülen “bir başka devletin iç işlerine karışmama", "bir başka devlete karşı kuvvet kullanmama", "egemenliğini ihlal etmeme” yükümünü ihlal etmiştir.

Milletlerarası Adalet Divanının bu kararının temelinde yatan anlayış; milletlerarası hukuk uyarınca bir "silahlı saldırı" oluşturmayan eylemler karşısında devletlerin silahlı karşılık vermeye hakkı olmadığıdır.

MİLLETLERARASI HUKUK PLANINDA İKİ FARKLI ŞEYİ BİRBİRİNDEN AYIRMAK, BU İKİ FARKLI DURUMU BİRBİRİNE KARIŞTIRMAMAK GEREKİYOR. NEDİR BU?

"Milletlerarası yasallık" (ki buna BM Şartı'na uygunluk da denilebilir) ile "Milletlerarası meşruluk"

Ne kadar "haklı ve âdil" olursa olsun, bugün geçerli milletlerarası hukuk düzeninde (BM sistemi) saldırganlıkla kuvvet kullanma yasaktır.

Bir ya da daha çok devletin, bir başka devlete yönelik kuvvet kullanımında, saldırıda bulunabilmesi için bunun BM Şartı'na uygun olması gerekiyor.

Peki BM Şartı, bu konuda ne diyor ?

Yukarıda da belirtildiği gibi, meşru müdafaa hali dışında, ancak BM Güvenlik Konseyinin kararı ile kuvvet kullanılabileceğini öngörüyor. Bugün BM Güvenlik Konseyi'nin Irak'a yönelik olarak kuvvet kullanılmasına ilişkin kararı yoktur. Konsey, böylesi bir karar aldığı takdirde, Irak' a yönelik bir kuvvet kullanma, saldırı milletlerarası hukuk planında "yasal" olacaktır.

Ancak, herkesin bildiği gibi bir olgunun "yasallığı" (legalite) ile "meşruluğu" (legitimite) birbirinden farklıdır. Milletlerarası meşruluk ise, milletlerarası yönetimin ya da yöneticilerin oluşturduğu kurulların (ki bugünkü adı Birleşmiş Milletler'dir) uyguladığı politikanın, milletlerarası toplumun çoğunluğunca uygun bulunması demektir.

Oysa, Irak'a yönelik kuvvet kullanımı konusunda BM Güvenlik Konseyi bir karar verse bile, milletlerarası toplumun çoğunluğu Irak'ta savaşa karşı çıkmaktadır. 

Le Monde gazetesinin 14 Şubat 2003 günlü nüshasında yayınlanan anket sonuçlarına göre (Aktaran, Mümtaz Soysal, Cumhuriyet gazetesi, 19 Şubat 2003) çeşitli ülkelerde Irak savaşına karşı olanların oranı şöyledir :

Avusturya %49 Romanya %70 Belçika %84İsveç %50 Almanya %71 Yunanistan %88Danimarka %53 Polonya %72 Norveç %90Slovakya %57 Fransa %77 İngiltere %90İtalya %61 Hollanda %80 İspanya %91Çek Cumhuriyeti %65 Bulgaristan %81 Türkiye %94Portekiz %65 Macaristan %82İrlanda %68 İsviçre %83

Milletlerarası hukuk planında "yasal" olan bir kuvvet kullanımı, "meşru" olmayabilir mi ?

Elbette olmayabilir ve bu durum bugün Irak'a yönelik saldırı tehdidi için de geçerli olacak gibi görülüyor. "Meşruiyet" bir yana A.B.D. ve müttefiklerinin "yasallık" kaygısı dahi yok.

Peki Türkiye bu durumda ne yapacak, neye göre ve ne yapmalı? Hükümet dilediğini yapabilir mi, TBMM dilediği şekilde karar alabilir mi?   

İç Boyut

:

Türkiye’nin bir hukuk devleti olması, yöneten yönetilen ilişkisinin hukuki meşruiyetini oluşturmaktadır. Biz bu ülkede yaşayanlar, TBMM’nin yaptığı kanunlara ve verdiği kararlara, hükümetin işlemlerine, bürokrasinin eylemlerine, kısaca devletin otoritesine bu nedenle uyuyoruz, uymak zorundayız. Buna karşılık TBMM de, hükümet de, bürokrasi de otoritesinin, yetkisinin kaynağını “hukuk” tan alır. Hukuk kurallarının en üstünde (hiyerarşik olarak) Anayasa bulunur. İşte Irak savaşı konusunda, hükümetin ya da TBMM’ nin atacağı adımların yasallığı ya da meşruiyeti Anayasa’ ya ve diğer hukuk kurallarına, Türkiye toplumunun çoğunluğunun duygu ve düşüncesine uygun davranmakla mümkün olur.

TBMM’nin yabancı bir ülkeye asker göndermesi ya da yabancı ülke askerlerinin Türkiye’ye kabulü için izin vermesi konusunda tam bir serbestiye sahip olmadığı; TBMM’nin bu izni ancak “Milletlerarası hukukun meşru saydığı durumlarda” verebileceği, Anayasanın 92. maddesinde açık olarak yazılıdır.

Diğer bir deyişle, eğer Irak’ a yönelik saldırı konusunu milletlerarası hukuk meşru saymıyorsa (ki, milletlerarası yasallığının bile olmadığı yukarıda söylendi) TBMM’nin, Irak’a asker gönderme izni vermesi de, Türkiye topraklarına A.B.D. askerlerinin kabulüne izin vermesi de APAÇIK OLARAK ANAYASA’YA AYKIRI OLACAKTIR.

TBMM’ de karar verme yetkisi ile donatılan temsilciler (milletvekilleri) ile bu ülkede yaşayan yurttaşlar arasında bir anlaşma yapılmıştır. Bu anlaşmanın adı Anayasa’ dır. Bu anlaşmaya göre Türk Silahlı Kuvvetlerinin yabancı ülkelere (Irak) gönderilmesi de, yabancı ülke askerlerinin (A.B.D.)Türkiye’ ye kabul edilmesi de bugün için mümkün değildir. Çünkü bu anlaşmada TBMM’ye, “ben sana bu konularda karar verme yetkisini ancak milletlerarası hukukun meşru saydığı hallerde veriyorum” denilmiştir.

Hükümetin ve TBMM’nin önünde tarihi bir sorumluluk vardır. Ya yeryüzünde kendisinden başka yasallık, meşruiyet ölçüsü tanımayan ABD’nin peşinden sürüklenecektir. Böylece, dünya milletler ailesinin İkinci Dünya Savaşının acılarından yola çıkarak oluşturduğu değerleri ve evrensel sistemi temsil eden “Birleşmiş Milletler Antlaşması”nı da, meşruiyetinin kaynağı olan Anayasayı’da hiçe saymış, açıkça hukuka aykırı hareket etmiş olacaktır. Ya da dünya milletler ailesinin, milletlerarası toplumun onurlu, saygın bir üyesi olarak her türlü baskıya, esarete cesaretle göğüs gerecek ve alnı açık, başı dik olarak görevini yapmaya devam edecektir.

Bugünkü siyasi iktidarı ve TBMM çoğunluğunu elinde tutan politik anlayış ve siyasal parti, gerek Körfez savaşı sırasında, gerekse bugün “Kuzeyden Keşif Harekatı” olarak adlandırılan (eskiden ‘çekiç güç’ olarak bilinirdi) Irak’ a yönelik operasyonlara ilişkin görüş ve düşüncelerini, o dönemde alınan TBMM kararlarına ilişkin itirazlarını unutmuş gözüküyor. Oysa, Irak’ a yönelik operasyon konusunda o günden bu yana değişen çok şey yok, aksine Irak yönetiminin BM Denetçileri ile giderek daha da olgunlaşan işbirliği var.

Bakın ne diyor bugünün Başbakan Yardımcısı, Mehmet Ali Şahin :

"Hangi adla anılırsa anılsın, harekât, uluslararası hukuk açısından, maalesef, kötü bir emsal oluşturmaktadır. Bu kapı bir kez açıldıktan sonra, bu kötü emsalin, yani, bu tatbikatın yarın hangi devletin aleyhine kullanılacağı belli olmaz; Türkiye’nin de bu kötü emsalden esinlenen bir muameleye maruz kalması ihtimali, göz ardı edilmemelidir. Böyle bir durum ortaya çıkarsa, uluslar arası camiaya karşı hakkımızı savunmak, kuşkusuz ki, zorlaşacaktır; çünkü, uluslararası hukuk açısından usulüne uygun biçimde alınmış bir Birleşmiş Milletler kararı yokken, böyle bir hârekâtın yürütülmesine bugün yardımcı olup yarın aynı hârekât bize karşı yapıldığı takdirde onu eleştirmek, tutarlı bir davranış olmayacaktır.”

(Kuzeyden Keşif Harekatının görev süresinin uzatılmasına ilişkin Başbakanlık tezkeresinin görüşülmesi TBMM Tutanak Dergisi, 114. Birleşim 18.06.2002 Salı)

Üstelik, çok da eski değil bu görüşlerin ifade edilmesi; AKP Grubu adına TBMM kürsüsüne çıkıyor ve bundan yaklaşık 7 ay önce yukarıdaki sözleri söylüyor.

Ne değişti ?

3 ay önce seçim oldu ve AKP -kuşkusuz yukarıdaki görüşlerin de katkısıyla- siyasi iktidar oldu. Şimdi, bu görüşler unutuldu mu ?

Peki ya aynı konuda BaşbakanımızAbdullah Gül neler söylemiş:

“... Amerikan uçakları İncirlik’ten kalkıp Musul’u bombalarken, Irak’ı bombalarken meşru müdafaa içinde midir? Irak’tan Türkiye’ye karşı, Amerikan uçaklarına karşı bir saldırı mı başlatılmıştır veyahutta Irak’ın kuzeyindeki veya güneyindeki insanlara karşı bir saldırı mı başlatılmış ki, meşru müdafaadan bahsedilmektedir? Bunlar, maalesef, aslında hükümetin de inanmadığı, fakat mecbur kaldığı konular karşısında olaylara kılıf arama çabalarıdır.”

(19 Ocak 1993 günlü konuşmasından)

“... Eğer hakimiyet kayıtsız şartsız milletinse, milletin %95’inin, %100’üne yakınının bu işe ‘hayır’ dediğini siz de biliyorsunuz. Şimdi ben soruyorum: Ne zamana kadar, milletvekili arkadaşlarım, Türk halkının görüşlerini değil de yabancı uzmanların görüşlerini dikkate alacaklar ? (...) Bu bölgeye İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar, Amerikalılar hiçbir zaman hizmet için gelmemişlerdir.”

(Çekiç Güç’ün görev süresinin uzatılmasına ilişkin hükümet tezkeresinin TBMM’ de görüşülmesi üzerine RP grubu adına yapılan konuşmadan, Tarih 31 Aralık 1993)

Bugün parlamentodaki milletvekillerine “ne zamana kadar Türk halkının görüşlerini değil de yabancıların görüşlerini dikkate alacaksınız, milletin %94’ünün bu işe hayır dediğini siz de biliyorsunuz” dersek haksız sayılır mıyız ?

Anayasa’yı yorumlama herkesin hakkıdır. Bu yorumlar birbirinden farklı da olabilir. Ancak, Anayasa Mahkemesinin, Anayasa’yı ya da bir Anayasa hükmünü nasıl yorumladığı diğerlerinden farklıdır. Çünkü, bu yorum herkesi, TBMM’yi de, hükümeti de bağlar. Peki, Anayasa Mahkemesi üzerinde konuştuğumuz konuya ilişkin daha önce herhangi bir nedenle bir şeyler söylemiş mi?

Bilebildiğimiz kadarıyla, konu ilk olarak, “Körfez Krizi Sebebiyle, Türk Silahlı Kuvvetlerinin Yabancı Ülkelere Gönderilmesine ve Yabancı Silahlı Kuvvetlerin Türkiye’de Bulunmasına, Anayasa’nın 92’nci Maddesi Uyarınca İzin Verilmesine Dair” 108 sayılı TBMM Kararı ile benzer mahiyetteki 107 sayılı TBMM Kararının iptali istemi vesilesiyle Anayasa Mahkemesi önüne gelmiştir.

Anayasa Mahkemesinin 1990/31-24 sayılı bu kararı (kararın tam metnine www.anayasa.gov.tr adresinden ulaşabilirsiniz) birçok açıdan ilginçtir. Önce kararın sonucunu söyleyelim: Anayasa Mahkemesi, adı geçen TBMM kararlarının, iptal isteyenlerin iddia ettiği gibi bir kanun ya da Anayasa değişikliği niteliğinde olmadığını ve bu nedenle de kendisinin bu kararları denetleme yetkisi olmadığını, başvurunun esasının incelenmesine gerek olmadığını söyleyerek başvuruyu usul açısından reddediyor. Ancak, birincisi, bu karara 4 üye muhalif kalıyor. Birisi de bugünkü Cumhurbaşkanımız Ahmet Necdet Sezer. İkinci olarak da, bu ret kararı verilirken, yorumlu bir ret kararı veriliyor; kararın gerekçesinde bugün tartışılan kimi konulara da açıklık getirecek bölümler yer alıyor. Örneğin;

“ (...) Gerçekten, anılan bu madde uyarınca Hükümetin TBMM’nden aldığı ‘izin’le savaş hali ilanına başvurabilmesi, Türk Silahlı Kuvvetlerini yabancı ülkelere gönderebilmesi ya da yabancı silahlı kuvvetleri Türkiye’de bulundurabilmesi, kesin olarak ‘Milletlerarası hukukun meşru saydığı haller’ koşuluna bağlıdır. Şu halde, 108 sayılı karardaki ‘... kriz süresince’ ibaresini izleyen ve tamamlayan ‘... sonrasında’ biçimindeki anlatım, söz konusu kararın sınırsız süreyle kullanılabilme olanağını değil, ancak uluslararası ilişkiler geleneğinin körfez krizi nedeniyle zorunlu kılabileceği, makul ve kabul edilebilir süredeki meşru bir gereksinimi öngörmektedir. Bu koşullar, konu ve süre yönünden amaç dışı uygulamalara olur vermez."

“Ülkemizde Konuşlandırılan Çokuluslu Gücün Görev Süresinin Uzatılmasına İlişkin” 28.3.1996 günlü ve 409 sayılı TBMM kararının, bir içtüzük değişikliği niteliğinde olduğu iddiasıyla dönemin ana muhalefet partisi olan Refah Partisi tarafından Anayasa Mahkemesine yapılan başvuru, kabul edilerek bu TBMM kararı incelenmiş ve sonuçta 2’ye karşı 9 oyla iptaline karar verilmiştir (Anayasa Mahkemesinin 1996/21-15 sayılı kararı).

Bu konuda son olarak, Anayasanın 92’nci ve 117’nci maddesi uyarınca Hükümete izin verilmesine dair 10.10.2001 günlü ve 722 sayılı TBMM Kararı ile ilgili olarak, aralarında bugünkü Başbakan ve kimi bakanların da bulunduğu milletvekillerinin Anayasa Mahkemesine yaptığı başvurudan kimi alıntılar yapalım. 722 sayılı TBMM Kararı; ABD’nin 11 Eylül sonrasında Afganistan’ a yönelik askeri harekatı nedeniyle, A.B.D yanında bu operasyona katılmak amacıyla, TSK’nin yabancı ülkelere gönderilmesi ve yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunması için hükümete izin veren bir karardır. Evet, çok değil 14-15 ay önce Anayasa Mahkemesine bakın niçin başvurmuşlar ve ne demişler :

“(...) Bu izin verme yetkisi, sadece ve sadece TBMM’ne ait olan ‘münhasır’ bir yetkidir. 722 sayılı karara göre ise TSK’nin yabancı ülkelere gönderilmesi veya yabancı kuvvetlerin Türkiye’de konuşlandırılması yetkisi belirsiz bir süre için, bütünüyle Bakanlar Kurulu’na devredilmiştir. Bu devir tam anlamıyla bir yetki devridir. (...) Öte yandan hükümetler çeşitli sebeplerden dolayı örneğin iktisadi, mali, ideolojik veya askeri sebeplerle yabancı güçlerin etkisinde kalabilir; onların kontrolüne de girebilir. Ve hatta bir kısım yöneticiler, kişisel çıkarlarını ulusal menfaatlerin üzerinde görerek düşmanla işbirliği dahi yapabilir. Nitekim tarihte bunun örnekleri de çok görülmüştür. İnsanlık tarihinin yaşadığı bu acı tecrübelerden dolayıdır ki Cumhuriyet Anayasalarımızın tümünde, savaş ilanı ve Silahlı Kuvvetlerin kullanılmasına karar verme yetkisi TBMM’ne verilmiştir. (...) Türk Silahlı Kuvvetlerinin yurtdışına gönderilmesi yetkisiyle donatılan hükümet(ler) çeşitli baskı ve nedenlerle Türkiye’yi, bir ‘oldu bitti’ ile savaşa dahi sokabilir. (...) Savaşan devletlerden birinin yanında yer alarak, cepheye asker göndermek ‘fiilen savaş ilan etmek’ demektir.”