No.253 - AB'nin ÖSY testi

-
Aa
+
a
a
a

Merhaba kâinat!..

İşte o gün geldi geliyor! Hakikat anlarından biri. Herkes için:

İtalya’nın en saygın gazetelerinden birinin Vatikan muhabiri sizi arayıp, tam da bu an için, Kopenhag’daki hakikat ânı için gazetesine ahkâm kesmenizi istese, ne keserdiniz? 10 soru sorsa ve bu soruların kendi soruları değil, İtalyan kamuoyunun kafasındakiler olduğunu, ama cevaplanmalarının da tam bu hararetli ve kritik saatlerde, “kafa karışıklığını” gidermekte, zihinleri açmakta yararlı olacağını söyleyerek, sizin kafanızı iyice karıştırırsa ne yaparsınız.

(Tabii ki işletiyor adam, ama adı sanı, gazetesi, yazdığı kitaplar, bütün referansları ortada olduğuna göre sofistike bir işletme uzmanı olduğu da âşikâr.) Dev bir AB üyesinin kamuoyunu aydınlatacak yazıyı istenen mühlet içinde, yani yaklaşık dört saat içinde yazıp yolluyorsunuz siz de. İşte zihin açıcı mektup.

Sevgili Bayım,

İstediğiniz metni gönderiyorum, ancak; her biri 7-10 satır içinde cevaplanacak 10 soruyu, aynı sıra ve hatta düzen içinde yanıtlamam çok zor; çoğu birbiriyle kopmaz derecede bağlantılı çünkü. Onun için, şöyle yaptım: 1. Cevapta 1,2,5, 7 ve 8. sorularınızı; 2. cevapta 3. soruyu tek başına; 3. cevapta da geri kalan soruları (3-4-6-10) “kompozit” olarak yanıtlamaya çalıştım. Biraz karışık olduğunu ben de biliyorum ama kafa karışıklığını başka türlü gidermek olanaksız:

Cevap 1: Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne entegre olmasının, bence iki uçlu bir önemi var:

         a) “İçsel” önem: (Türkiye açısından önemi): Türkiye, AB’nin talep ve dürtmesi sâyesinde, yani bunu bir “kaldıraç” olarak kullanmak suretiyle, nihayet, evrensel standartlara ulaşarak, temel hak ve özgürlüklere dayalı, çoğulcu, şeffaf bir demokrasiye dönüşme ve bu yönede kurumlarını sürekli hale getirme yolunda ilerler. “Kopenhag Kriterleri”nde ifadesini bulan bu temel ilkeler, AB gibi dış destek, kaldıraç vb. olmadan da her ülkeye lâzımdır zaten mutlaka; ama, “dış baskı”nın bu süreci hayli hızlandırıcı ve kolaylaştırıcı bir etkisi, böyle bir yararı olduğu da inkâr edilemez doğrusu.

         Avrupa Birliği üyeliğinin o toplumları topyekûn “dönüştüren büyüsü” unutulmamalıdır. O büyü Yunanistan’da, İspanya’da ve Portekiz’de çok iyi işlemiştir meselâ. Bu ülkelerin hepsi azılı otokratik, hatta düpedüz faşist diktatörlüklerden, bugünkü hallerine, yani tümüyle demokratik, müreffeh ülkelere dönüşmeleri işte bu süreç içinde ve büyük ölçüde bunun sayesinde olmuştu.

         Bu bağlamda, AB’nin Türkiye’den en büyük beklentileri arasında yer alan “dikenli” konulardan birinin, yani askeriyenin siyaset üzerindeki ağırlığının giderilmesinin, zaman içinde, tedricen işte bu entegrasyon süreci içinde, tıpkı o üç ülkedeki gibi gerçekleşmesini beklemek makûl olur.

         1999 yılı sonunda Helsinki Zirvesi ile başlayan “üyelik başvurusu” süreci dahi demokratikleşme ve reformlar açısından önemli yararlar getirdi. Bir önceki hükûmetle parlamentonun, özellikle “giderayak” başlattığı “hamle” ve “paket”ler, yeni iktidar ve yeni parlamento tarafından daha da büyük bir ivmeyle ele alındı. Bu cûş-ü huruş havası içinde daha dün parlamentoya sevkedilen paket içinde, sizin Katolik kesim adına sorduğunuz “cemaat vakıflarının gayrimenkul hakları”nın garanti altına alınması da vardı meselâ.

         Özetle, eksiksiz demokrasi ve özgürlüklere gönülden bağlı bir birey olarak, son zamanlarda ülkemizde geliştirilen bu demokratik söylem ve reform hamleleri –önemli eksik ve gediklerine rağmen–gerçekleştirilmesinin ardındaki “itici güç” olarak AB’ye müteşekkir olduğumu söylemem gerekir diye düşünüyorum. Müzakere sürecine girilemese bile.

         b) “Dışsal önem”: Türkiye’yi kucaklamasının, Avrupa Birliği açısından da hayli önem taşıdığı düşüncesindeyim. Çünkü Türkiye, son derece genç, dinamik ve, büyük bir yazarımızın deyişiyle “çocuk kalmış bir millet” olarak Avrupa’nın gerçek bir uluslarası güç haline gelmesi ve böylelikle dünyanın tek süpergücü (belki de hegemonu) olan ABD’nin karşısında nispeten sağlıklı bir uluslararası denge yaratabilmesi şansını yakalaması mümkün olabilecektir.

         Paradoksal olacak belki, ama genç ve “cevval” bir Türkiye toplumunun, belki başka bazı yeni katılımcıların da katkısıyla, kendi “dönüştürücü büyü”sünü, ihtiyarlayan, âtıllaşan, karar alma yetisini, küresel vizyonunu yitirmeye başlayan Avrupa’ya aktarması da beklenebilir. (Bıldır, Avrupa’nın “kurucu baba”larının, Monnet’nin, Moro’nun, 68’lilerin “ruhu” nerelerde şimdi -- yerlerinde yeller esmiyor mu?)

         Dahası, Türkiye’nin bu Birlik dışında tutulmasının, bir bakıma öncelikle AB’nin çıkarlarına da ters düşeceği düşünülebilir. Çünkü, bu “dıştalama”, bir yandan Avrupa’nın gerçek bir süpergüce dönüşme yönündeki genişlemesine set çekeceği gibi, aynı zamanda AB, zaten gelişmekte olan ABD – Türkiye – İsrail bağlarının daha bir güçlenmesine ve böylelikle, AB’ye bir bakıma rakip bir blokun, bir “siyasal entite”nin gürbüzleşmesine yol açmak gibi pek de akıllıca sayılmayacak bir kararı simgeliyor olacak. Dıştalama, bu taraflarda ABD öncülüğünde yeni bir serbest ticaret bölgesi kurulması ile sonuçlanırsa (ABD-Türkiye-Mısır-İsrail...), o zaman AB’nin –ve belki bizim de- yeni bir Ekonomik Entite ile ilgili kaygılanmamız için yeni bir sebep doğmuş demektir.

         Özetle, Avrupa’nın düşünen vatandaşlarının da, Türkiye’nin AB’ye girmesi halinde, uzun vâdede, Birliğe kattığı boyut, dinamizm ve vizyon açısından bu ülkeye müteşekkir kalacakları düşüncesindeyim.

2) “Mamma li Turchi!” (anacım, akıncı Türkler geliyor!) tarzındaki saçmalıklara gelince... Bunlar, galiba, dünya nüfusunun irice bir kesiminin ağlanacak düzeylerde cahil tüketiciler topluluğuna düş(ürül)mekte olmasından kaynaklanıyor. Karar ve kuvvet merkezlerinin ustaca kullandıkları propaganda makinesinin gıcır gıcır işlemeye devam etmesinden de olabilir bunlar tabii ayrıca. Yoksa, zengin Batı Avrupa ülkelerinden Türkiye gibi ülkelere oluk oluk “akın” eden turistlere ne diyeceğiz? Türkuvaz mavisi suların cennet kıyılarında yerel yiyeceklerle, içeceklerle, âdetlerle, tarihlerle, kültürlerle, “dost”larla, şıkıdım şıkıdım --ve ucuzca—eğlenilerek geçirilen o sonu gelmez tatillerden sonra evine döner dönmez “akıncı Türkler’den” ödü kopmaya devam eden insanlara? Sokaktaki insanların böyle düşünüp davrandıklarına inanamayız. Bunlar, olsa olsa, Avrupalı karar vericilerin, Avrokratların filân, nihaî karar ânı yaklaştığında, ellerinin altında bulunsun diye kara gün için bir kenarda sakladıkları “rıza yaratma” âlet-edevâtıdır.

3) Kültürel açıdan, bu taraf topraklarında yaşayanlar, neredeyse 2 yüzyıldan beri gözlerini Batı’ya (Avrupa’ya) çevirmiş durumdadırlar. İşin garip yanı, Batı’nın akınları altında kalan bu topraklardaki “genç Türkler” bağımsızlık savaşı verip Avrupalı akıncıları (istilâcıları) buralardan atar atmaz, gözlerini o Batı’ya (onların yüksek standartlarıyla değerlerine) yeniden çevirmekte pek de tereddüt etmemişlerdi. Çağdaş Uygarlık Düzeyi sloganı, kurtuluş savaşı kahramanının ve genç cumhuriyetin kurucu babasının dilinde yükselirken, murad edilen tastamam buydu.

Bu, “uzun ince bir yol”du şüphesiz. Muazzam güçlükleri, ıstırapları, iniş çıkışları, gerilemeleri, darbeleri, işkenceleri, kaybedilenleri ile... Yine de, hem eskisi, hem de yenisiyle son parlamento ve hükûmetler, bu yolu tutmakta direndiler. Niyet ve amaçlarını içeride ve uluslararası alanda açıklayıp taahhütlerini ilân ettiler. Gene bu topraklara özgü sayılabilecek bir paradoksla, İslami köklere sahip yeni iktidar partisi, kendisini muhafazakâr diye nitelendirirken, değişim ve dönüşüm söylemini en çok geliştiren kurum olarak gözüktü; öte yandan, “sol”daki muhalefet partisi, değişimden çok statükoya bağlı kaldığı görüntüsünü verdi.

Ama, hepsi birden değerlendirildiğinde, Türkiye’de yaşayan insanların ezici çoğunluğu “oyunu” AB ile bütünleşmekten yana kullandı ve bunu bastırdı. Ülkedeki sivil, yarı-resmî kuruluşların daha da büyük çoğunluğu aynı şeyi istedi ve bastırdı. Birbirini izleyen hükûmet ve parlamentolar da bu “dilek” yerine gelsin diye buna uymaya başladı. Böylelikle, de, Türkiye’nin “iradesi” Avrupa yönünde tecelli etti. İrade buradadır yani.

Şu halde, siyasi ve moral sorumluluk artık AB tarafına geçmiş gibi görünüyor. AB’nin, artık “ayrıntı” ve “küçük hesaplar”la vıdı vıdılanma geleneğini biraz geride bırakması, bu iradeyi görmesi ve “dest-i izdivaç” talebini kabul etmesi gerekir gibi görünüyor. İktidar partisi liderinin İtalyan Başbakanı’na söylediği gibi, “Katolik usulü nikâh” kıymanın zamanıdır yani.

Yoksa, bu konularda kafa patlatan bir uzman dostumuzn dediği gibi, MS 8., 9. yıllarda hasbelkader Hıristiyanlığı benimsemiş Bulgaristan ve Romanya insanlarına itiraz etmeyip, AB ülkeleri kamuoylarında aynı derecede makbul görülen Türkiye’yi “kamuoyu yoklamalarına bakmamız lâzım” gibi gerekçelerle “dıştalar” ise, AB hakkında biraz büyükçe soru işaretleri doğmaz mı insanların kafalarında? Avrupa’yı Avrupa yapan ortak değerler, “malvarlığı”, yani Kopenhag kriterleri gibi gerçekten yüksek erdem ve ilkelerden bahsederken, birden onların yerine negatif ayrımcılık, dinsel ayrımcılık, ya da “Hıristiyan Kulübü” klişelerinin, hadi lâfı esirgemeyelim, “ırkçılık” o pek de güzel olmayan başını kaldırıvermiş gibi olmaz mı?

Tuhaf tecelli: “Şark Meselesi” (“Doğu Sorunu”) ansızın yeniden karşımıza çıkıyor sanki. Türkiye’nin üyeliği meselesi, AB’yi, hatta tüm Avrupa’yı bir sınava sokuyor gibi. “Gerçek Kimlik Testi”ne. Avrupa, kendi ÖSY sınavlarına girmeden önce bir aynaya uzun uzun bakmak zorunda kalabilir...

Saygılarımla,

Kainatın Tefrikacısı ”

 

Devamı yarın...