Oyunun parçası olmak ve olmamak

-
Aa
+
a
a
a

Serdar M. Değirmencioğlu *

Son yıllardaki gelişmeler sporu Türkiye’de geçmişe göre çok daha önemli bir yere getirdi. Bu gelişmelerin en çarpıcıları sanırım 2002 yılında gerçekleşti: Milli Futbol Takımı tek başına bile büyük başarı olan Dünya Kupasına katılmayı başardığı gibi, Kupada hem iyi futbol oynadı hem de Kupayı beklenenin üstünde bir yerde, Dünya Üçüncüsü olarak bitirdi. Basketbolde ise yıllardır süren tırmanış Dünya Şampiyonasına katılmayı getirdi ve basketbol Türkiye’de sanırım ilk kez bu denli çok konuşulur oldu. Görece daha geride kalan bir diğer başarı ise Avrupa Atletizm Şampiyonasında 1500 m. Birinciliğini Süreyya Ayhan’ın almasıydı. Bu gerek Süreyya Ayhan üzerinde toplanan olumsuz medya ışıklarının azalması, gerekse cinsel çekiciliği olan skandaller dışında gündeme gelemeyen atletizm açısından çok sevindiriciydi; atletizmseverler çok mutlu oldu.

Spordaki başarılar sporseverleri mutlu etti, spora olan ilgiyi artırdı ama bu süreçte sporun spor olmaktan uzaklaşması, spora bulaşmaması gerekenlerin spora tam anlamıyla bulaşır hale gelmesi de daha kolaylaştı. Kamusal alanda yaygın bir sorun olan sağlam ortak ölçüt ve sınırların eksikliği sporda da kaygı verici gelişmelerin ortaya çıkmasına olanak tanıdı.

Oyun olduğu unutuldu

Bu kaygı verici gelişmelerin ilki aslında küresel bir sorun: Sporun bir reklam aracı veya kimi profesyonel sporlarda olduğu üzere doğrudan devasa bir gelir mekanizması haline gelmesi ile sporun özü olan oyun öğesi unutulmakta. Özellikle takım sporları açısından sporun bir oyun olduğu, aslında bir eğlence olduğu, eğlenerek yarışmayı ve gelişmeyi içerdiği unutuluyor. Oyun öğesi unutulduğunda spor bir araç olmaktan çıkıyor, bir amaç haline geliyor. Futbol, basketbol gibi temas içeren sporlarda bu, sahada sert rekabet, sakatlanma, deyim yerindeyse kıran kırana karşılaşmalara varan bir kısır döngüye yol açabiliyor. Sporcular ne olursa olsun kazanma peşinde koşan, yaşı ne olursa olsun insanüstü olması gereken ve sonuçta giderek makinalaşan bireyler haline geliyorlar.

Bir örnek vermek yararlı olabilir: Basketbolün 1990’larda geçirdiği değişimleri yakından izleyen basketbolseverler Chicago Bulls’un son şampiyonluklarında rol oynayan Dennis Rodman’ı anımsayacaklardır. Rodman maçlarda her ne pahasına olursa olsun ribaundu alan, hakemlerle hatta takım arkadaşlarıyla takışan, saha kenarındaki fotoğrafçıları bile tartaklayan, hırçınlığını bilerek “kişilik” olarak sunan bir basketbolcüydü. Rodman bir yandan bol bol ribaund aldı, bir yandan da hırçınlığını pazarladı, Hollywood’dan teklifler aldı ve bir filmde hırçın başrol oyuncusu oldu; ayrıca anılarını içeren kitabını bolca satabildi. Bu “başarıları” ile Rodman basketbol tarihine bir makina, bir ribaund ve para makinası olarak geçti; sporcu olarak ise pek anımsanmamakta.

Sporun bir oyun olduğunun unutulmasında spordan uzak tutulması gereken milliyetçiliğin spora bulaştırılmasının da payı var.

 
Milliyetçilik sporda güçlü bir fanatizm, ciddi bir kirlenme ve körlük yaratabiliyor. Bu aslında Türkiye’de iyi bilinen ve kronik bir sorun ama Futbol Milli Takımının Dünya Kupasına gitmesi ile çok özel örneklerini günde bilmiyorum kaç kere TRT’den izlemek olanağını elde ettik. Özellikle rahatsız edici iki örneğini ele almakta yarar var: Kosta Rika-Brezilya maçı bunlardan ilki. Brezilya bu maçı kazanmazsa Milli Takım gruptan çıkamayacağı için TRT spikeri sahada oynanan futbolu aktaramadı; garip bir Brezilya amigosu işlevi gördü. Bu sanırım bilinçli bir tercih değildi; spiker milliyetçilikten mustarip bir insanın körlüğünü sergiliyordu o kadar. Spikerin tutumu, aslında TRT’nin genel tutumunu yansıtıyordu. TRT Genel Müdürü bizzat ekiplerinin başındaydı ve kendisine önemli bir maç öncesi uzatılan TRT mikrofonuna, Milli Takımın gereksinim duyduğu kudretin futbolcuların damarlarındaki asil kanda mevcut olduğunu hiç çekinmeden beyan ediyordu.

Sorgulanması gerekenler

Spora ilgisi artanlar arasında sporu tanıtım aracı olarak kullanmak isteyenler, özellikle de reklam sektörü ve şirketler, hatta politikacılar var. Sporun bir reklam aracı olarak kullanılması konusunda gerek sporcuların, gerek spor camiasının, gerekse sporseverlerin kafa yorması gerekiyor, çünkü bu alandaki eksiklikler sayesinde, özellikle Türkiye’de, sporun sporluktan çıkmasına yol açabilecek denli kaygı verici değişimler söz konusu.

Sporun politikaya alet olması riski hep var ve bu nedenle de sporseverlere bu konuda çok dikkatli olmak düşüyor. Örneğin Süreyya Ayhan’ın Avrupa Birinciliği ardından kameralar önünde Başbakanın huzuruna gelmesinde seçim hesaplarının ve merkez solda yaşanan rekabetin payı olduğu ortada. Oysa Süreyya Ayhan’ın başarısında Başbakanın verdiği destek (her ne ise) dışında öne çıkarılacak başka şeyler var. İlle destekten söz edilecekse, Deniz Gökçe’nin Süreyya Ayhan’a her ay öğretim üyesi maaşını vermesi öne çıkarılmalı sanıyorum.

 Sponsorluk konusunda da daha çok düşünülmesi gerektiği ortada. Dünya Kupası ile birden yerelleşen küresel Pepsi ve Coca-Cola şirketlerinin sponsorluk yarışı bir reklamın yasaklanması ile sonuçlandı ve futbol yerine sponsorluk yarışı konuşuldu. Dahası bu iki şirket Türkiye’de milliyetçiğin sattığını bildikleri için bol bayraklı, bol fanatikli reklamlar yaptılar. Coca-Cola birdenbire renklerinin kırmızı beyaz olduğunu keşfetti. Sporun milliyetçilikten korumaya çalışanlar bir de bu küresel şirketlerin kampanyaları ile uğraşmak zorunda kaldılar.

Alkol karıştırılmamalı

Sponsorluk konusunda daha da kaygı verici gelişme Efes Pilsen’in Futbol Milli Takımına sponsor olmasıydı. Bildiğim kadarı ile bu sponsorluk hiç tepki almadı. Anlaşılan o ki, Futbol Federasyonunun alkolden uzak durmak gibi bir politikası yok. Oysa tütün ve alkol reklamları Türkiye’de, birçok başka ülkede olduğu gibi, öyle her yerde yer alamıyor. Biranın spora girişi Dünya Kupası ile sınırlı değil, aslında oldukça tutarlı bir kampanyanın bir parçası. Spora bulaşma politikasını en açıktan Türkiye pazarına yeni giren Carlsberg yürütüyor. Carlsberg spor sayfalarını çevreleyen reklamında “oyunun parçası” olduğunu akıllara yerleştirmeye çalışıyor. Dahası, yine aynı sloganla Carlsberg Fanatik Ligi adlı bir yarışma düzenliyor. Hatta yazılanlara inanılması gerekirse, BJK yönetimine İnönü Stadının “Carlsberg İnönü Stadı” olarak ad değiştirmesi teklifini yapıyor ve BJK yönetimi bu teklifi hemen geri çeviriyor. Demek ki, spora alkolün girmemesi için önlemler gerekiyor. Dünya Kupası ile sınırlı olmayan bu soruna, ilkeli yaklaşılması gerektiğine inanıyorum: Spora alkol karıştırılmamalı. İster futbol, ister plaj voleybolu, alkol “oyunun bir parçası” değil. Spor üzerinde oynanan oyunların parçası olmamak gerek.

Son olarak aklıma 2002’de oldukça sık olarak ekranlara getirilen ünlü bir basketbolcünün oynadığı televizyon reklamı geliyor: “İbo, burda her şey var mı?” Gönül istiyor ki, yanıt şu olsun: “Yok, burda milliyetçilik, politika, alkol, yani spora yakışmayan bir şey yok!”

* Doç. Dr., İstanbul Bilgi Üniversitesi Psikoloji Bölümü