Susan Sarandon - Bunca yıldan sonra bile hâlâ öfkeli

-
Aa
+
a
a
a

Ariel LEVE1 Haziran 2003

 

Sabah saat 8. Susan Sarandon New York’un SoHo bölgesindeki randevusuna tam zamanında varıyor. Üzerinde sabah sporu kıyafeti var, makyajsız, ama yorgun görünmüyor. Dahası, berrak bakışları ve diriliği göz önüne alınırsa saatlerdir ayakta olduğunu düşünmek de mümkün. 3 metrelik ahşap bir heykelin önünde duruyoruz. Heykelin cinsel organını birisi parçalamış. Garson, olayın birkaç hafta önce patronun sarhoş olduğu bir sırada meydana geldiğini anlatıyor. Heykelin büyüklüğüne bakınca yapılan işin de ‘büyüklüğünü’ düşünüp kıkırdamaktan kendimizi alamıyoruz. “Belki de Midwest’tendir,” diyor Susan Sarandon.

 

Bu cümle son derece manidar aslında. Sarandon, insanların yaptıklarına -hatta kafayı çekmiş bir şapşalın yaptıklarına da- siyasi bir mercekten bakıyor. Midwest’te yaşayanlar pek liberal insanlar olarak bilinmezler zira. İnsanların, heykellerdeki cinsel organlara neden saldırdıklarını anlayamadığımızı birbirimize küçük bakışlarla ifade ederken gitmesi gerektiğini söylüyor Sarandon. Birisiyle buluşacakmış. Bunu gayet iyi anlıyorum, çünkü o kişi benim. “Aaa!” diyor ve el sıkışırken “Merhaba,” diye selamlıyor beni.

Susan Sarandon’ı bir oyuncu olarak çarpıcı ve dikkat çekici kılan şey, onu bir insan olarak da çarpıcı ve dikkat çekici kılan şey aslında. Susan Sarandon otantik bir kişi. Kariyeri boyunca annelerin ve kendilerini feda eden kadınların abartısız portrelerini olduğu kadar güçlü, kimliğinin farkında kadınları da canlandırmış.

  Zekâ, tutku ve derinlik...

Bull Durham’daki beyzbolcu meraklısı kızdan Eastwick Cadıları’ndaki seksi cadıya kadar, Beyaz Saray’daki geçkin ve gözü dışarda kadından Thelma ve Louise’deki feminist kahramana kadar... Susan Sarandon, yaş meselesini aşmış gibi görünen ciddi bir oyuncu ve bunun nedeni de, yeteneğini saymazsak açık ve somut kadınsılığı belki. Sarandon’da, beyazperdede de, dışında da bir zekâ, tutku ve derinlik temeli bulunuyor. New York’un mavikanlı ailelerinden biriyle ilgili bir yergi olan son filmi, ‘Igby Goes Down’da, kendi ifadesiyle “gerçekten korkunç bir anne”yi canlandırıyor Sarandon ve göründüğü sahnelerin hiçbirinde gözünüzü kendisinden alamıyorsunuz. Yönetmen Burr Steers, filmin gerçekleşmesinin Sarandon’un katılımıyla mümkün olduğunu söylüyor.

 

Sarandon, elimaşalı olarak bilinmesini şaşmaz bir şekilde kullanan bir şöhret. Düşündüklerini yüksek sesle dile getirmek isteyen birisi olarak tanınıyor ve bu nedenle sevildiği de oluyor, yerildiği de. Son zamanlarda, “nefretî dj’jeyler” olarak nitelediği medya yorumcuları tarafından Sarandon ve partneri Tim Robbins’e, siyasi açıklamalar yaptıkları için çokça saldırıda bulunuldu.

 

“Bir soru sormak için bile çok büyük cesaret gerekiyor,” diyor Sarandon. Sakin, rahatlatıcı bir havası var. Konuştuğu zaman doğrudan ve gözlerinizin içine bakarak konuşuyor. Ve ne söylediğinizi mutlaka dinliyor. Amerika’nın, kendisiyle ilgili izlenimini tartışmaya açtığı zaman gözleri genişliyor. Bu arada bir de çay ısmarlıyor ve hemen yudumlamaya başlıyor.

 

"Ne yapalım ki böyle"

 

“Kendi hakkımda duyduğum en son şey, Amerikalı askerleri tehlikeye attığım değil de, bu sefer morallerini bozduğumdu. Herhalde savaş fırtınası geride kaldığı için benim kabahatimin derecesi de düşürülmüştü. Bana kalırsa onları daha önce, çeşitli sorular sormakla tehlikeye atmış oldum ben.” Devam ediyor Sarandon: “Neredeyse beni yargılamalarını isteyeceğim bir noktaya geldim. Çünkü, o aşamada bana daha başka ne söyleyeceklerini merak ediyorum. Sahiden merak ediyorum. Askerleri tehlikeye atıyorum, çünkü... Ee?”

 

Bir an durduktan sonra devam ediyor ve askerleri Irak’a göndermek konusunda çok kararlı olan Bush yönetiminin, savaş gazilerinin sağlık fonlarından ve gelecek 10 sene içindeki gelirlerinden 25 milyar dolarlık kesinti yaptığını söylüyor. Bu konunun üzerinde bilhassa duruyor Sarandon. Öte yandan, eğlence sektörü içinde bulunanların, seslerini yükselttikleri için çok hırpalandıkları da bilindiğinden sormadan edemiyorum: ‘Aktivist şöhret’ olarak yaftalanmak konusunda ne düşünüyor? “Doğrusu,” diye cevap veriyor, “Ben bir konuda uzman olarak sunmuyorum kendimi. Bunun yerine, basının genellikle üzerinde durmadığı uzmanları basına çıkarmaya çalışıyorum.”

 

Geçenlerde, ifade özgürlüğüyle ilgili bir konuda CNN davet etmiş Sarandon’u. O da Noam Chomsky ile Edward Said’i de getirmek isterim deyince, CNN nazik bir dille davetini geri çekmiş. Sarandon, seslerini yükselttikleri için şöhretlere saldırılması ile bazı şeylerin dile getirilmesi için şöhretinden istifade edilmesi arasındaki çelişkiye de dikkat çekiyor. Basın, bu arada, İtalya doğumlu ve aynı zamanda bir Cumhuriyetçi olan annesi Lenora Tomalin’le röportajlar yapmaya da başlamış.

 

1999 Unicef Özel Temsilcisi, Uluslararası Af Örgütü'nden ödüllü Sarandon Tanzanya Devlet Başkanı ile de görüşmüştü

Lenora Tomalin, Washington Post’ta yayınlanan röportajında, “Susan’ı ziyaret ettiğim zaman, sanki yumurtaların üzerinde yürür gibi oluyorum,” diyor. “Ben bir muhafazakârım. George W. Bush’a oy verdim ve söylediklerinin büyük bir bölümüne de katılıyorum. Bu, savaştan yana olduğum anlamına gelmez. Sadece, Irak hükumetinin fikrini benimsemek yerine kendi hükumetime daha çok güvenmem gerektiğini düşünüyorum.” Tomalin, Sarandon’un aktivistliği hakkında da, “Ne yapalım ki böyle,” diyor, “O böyle düşünüyor. Hollywood böyle düşünüyor. Fikirlerimiz uyuşmuyor, ama ben ona saygı gösteriyorum, hatta onun bana gösterdiğinden daha fazla.”

“Tahmin edersiniz ki, Florida’da oturuyor,” diyor Sarandon. “Olup bitenler hakkında yeterince bilgisi yok, ama onu

kullandılar ve işbirliği yapmasını sağladılar. Bu durum da, doğrusunu isterseniz, nasıl söylemeli, ailenin üzerinde belli bir sıkıntı yarattı.”

 

Susan Tomalin, muhafazakâr Katolik bir ailenin dokuz çocuğundan ilki olarak, 1946 yılında dünyaya gelmiş. New Jersey’de üniversitede okurken yurttaşlık hakları için protestolara katıldığı için tutuklanmış. Bunun üzerine, 60’lı yılların sonlarında üniversiteye Washington’da devam etmeye karar vermiş ve orada aktör Chris Sarandon ile birlikte yaşamaya başlamış. Bu birlikte yaşama işine hem üniversite, hem de ailesi karşı çıkınca evlenmeye karar vermişler, birkaç sene sonra da boşanmışlar. Şimdi üç çocuğu var Sarandon’ın. Yönetmen Franco Amurri ile eski bir ilişkisinden olan 18 yaşındaki kızı Eva ve Tim Robbins’den olan iki oğlu; 13 yaşındaki Jack Henry ile 11 yaşındaki Miles.

 

Oscar töreni yasaklıydı

 

60’lı yılları başdöndürücü günler olarak hatırlıyor Sarandon. “Doğrusu, ‘drugs and sex and rock’n’roll’ boldu ve bunun sorgulayan bir zihin yapısının oluşumuna etkisi olduğuna eminim. Ama, kafa yapan mantar yemekle kokain kullanmak arasında bir fark vardır. Yani, zihninizi kapatmanın karşıtı olarak zihninizi açmayı kastediyorum. Bugün devam eden de budur.”

 

Kariyeri yavaş başladı Sarandon’ın. İlk çıkışı, 1975 tarihli ‘The Rocky Horror Picture Show’ isimli filmle oldu, ama 40’lı yaşlarında Bull Durham ve Beyaz Saray gibi filmlerde canlandırdığı seksi kadın rollerine kadar yıldız olamadı. ‘Dead Man Walking’ filminde olduğu gibi, şaşaasız kadın rollerini de almasına rağmen hâlâ ortayaşlı seksi kadın rolleriyle bağdaştırılıyor.

 

Amerikalı TV seyircileri kendisini, 1993 Oscar törenleri sırasında Tim Robbins ile birlikte yayını ‘dağıtıp’, HIV pozitif olan Haitili mültecilerin gözaltına alınmalarını protesto etmeleriyle hatırlıyorlar. “Oscar törenlerine katılacaksınız, milyonlara seslenme fırsatınız olacak... Fırsatınız varken sesinizi çıkarmazsanız kendinizle nasıl barışık kalabilirsiniz ki?” diyor Sarandon.

 

O tarihten sonra ömür boyu Oscar ödüllerine katılması yasaklanmış, ama üç sene sonra da En İyi Kadın Oyuncu Oscar’ını kazanmış. Bu seneki törenlerde birşeyler söylemeyi düşünmüş, ama vazgeçmiş sonra. İnsanlar ondan, savaşla ilgili olarak esip yağmasını bekliyorlarmış. Sarandon, bunun yerine, bir bavul dolusu beyaz güvercin rozetiyle gitmiş törene, ama işler umduğu gibi ilerlememiş. Şöyle anlatıyor: “Takmak istemedi rozetleri insanlar. İçinde bulunduğumuz dönemin biraz karışık olduğunu söyleyenler oldu. Ah şekerim, bu elbiseyle olmaz, diyenler oldu.” Hatta, birisi kolyesine uymadığı için reddetmiş takmayı.

 

Son zamanlarda, Sarandon beyazperdede kendisiyle ilgili beklentileri de yerle bir ediyor. The Banger Sisters filminde derbeder bir evkadınını canlandırmış. Yeni filmi Igby Goes Down’da da bencil, dediğim dedik bir anneyi canlandırıyor. “İçtenlik meselesini dert etmezseniz çok da eğlenceli olabiliyor,” diyor. Bundan sonraki rolü de, Prenses Wensicia isimli bir mini TV dizisinde canlandırdığı günahkâr bir kadın. “Feci, feci, feci bir kadın,” diyor, “Tanınmaz bir haldeyim. Tam bir bomba oldu doğrusu.”

Sarandon’ın Igby Goes Down filmindeki rolü, meslek dışındaki hayatıyla tam bir tezat oluşturuyor. Ailesi ve anneliği, kendisini siyaset de dahil pek çok düzeyde etkilemiş. 11 Eylül olaylarından sonra, Birleşmiş Milletler’e

 Geniş kitlelerce tanınmasını sağlayan "Beyaz Saray"daki rolünde

yapacağı bir geziyi iptal etmiş. “Uçağın düşmesi gibi bir korkum yoktu, ama çocuklar yalnız kalmak istemediler. Ben de gidemeyeceğimi farkettim. Yaşlanınca ve çocuk sahibi olunca pek çok şey değişiyor.”

 

Değişmeyen tek şey ise Sarandon’ın New York’a bağlılığı. New York’ta yaşamayı önemsiyor ve beşke bir yerde yaşayabileceğini zannetmiyor. “Çok şanslıyım,” diyor Sarandon, “Burada insanlar çok canayakın, destekleyici, çünkü biliyorsunuz New York kaldırımlarda fikir ayrılıklarının yürüdüğü, çığlıkların atılabildiği ve sonra yürümeye devam edilebilen bir yerdir. Bu enerji vardır New York’ta.”

 

Son zamanlardaki en büyük sıkıntısı Amerikalıların tembelliği ve meraksızlığı. “Bir fanatik haline gelmek çok daha kolay artık. Hiçbir soru sormadan bir şeyin peşisıra gitmeye başladığınızda fanatik haline geliyorsunuz. Bütün yapmanız gereken enerjinizi toplamak ve iyi kullanılıp kullanılmadığını sorgulamaksızın bu enerjiyi ortalık yere fırlatmaktır.”

 

Saatine bakıyor ve gitmesi gerektiğini söylüyor özür dileyerek. Bir yudum çay daha içiyor ve vedalaşıyoruz.

 

Igby Goes Down 13 Haziran’da gösterime giriyor.

 

Çeviri: Şerif Erol