Zorbanın zoru petrol, basının zoru ne?

-
Aa
+
a
a
a

Zorbanın teki elindeki silahı yan komşumuzun çoluk çocuğuna doğrultmuş, tetiğe bastı basacak. İş, küçük bir bahaneye kalmış. Bir yandan mahalleye bidonlar dolusu benzin taşıyor. Hani, içeriden biri öksürse evi ateşe verecek... Eh, komşu evin reisi de, yani kardeşim, nemrutun teki! Yıllardır aile bireylerinin canına okuyor, burnundan getiriyor. Gerçi bunu tam 23 yıldır yapıyor, ama olsun. Bu zorba da şimdi durduk yerde niye celallendi, diye sormanın zamanı değil. Adam gözünü karartmış bir kere... Vuracak!

Bu arada bizler, olanları pencereden izliyoruz: Acaba ne olacak? Tetiğe ne zaman basacak? Zaten önceki kundaklamadan ötürü birinci dereceden hasarlı olan evi, içindeki ahalinin başına yıktıktan sonra ne yapacak? Yerine nasıl bir gecekondu kuracak? Arka bahçedeki altın küpünü kiminle nasıl paylaşacak? Bize de birkaç sikke düşer mi acaba? Mahalledeki yeni yapılanma nasıl olacak?

Kimileri arbededen sonra, komşunun bir zamanlar punduna getirip sahiplendiği mutfak tüpüne el koymanın hesabını yapıyor. Kimimiz de o eve girip çoluk çocukla kader birliği yapmaya çalışıyor. Eli silahlı zorbanın gözü dönmüş, onları da vurur mu vurur. Hatta bizim balkona çıkıp oradan vurur. Sen misin, jeopolitik konumu böylesine mühim bir dairede oturan! Kundaklama işinde sana da iş düşecek, o zaman. Gözünü bizim fakirhaneye dikmiş, yardım istiyor zorba. Balkonumuzu da kullanacak mı demeye kalmadan, kum torbaları yığılmış bile. Bakmaya bakmaya dağ olmuş arka bahçemizde siperler kazılıyor, yangından kaçacaklar için barakalar çatılıyor. Ne de olsa, yangın Allahın emri!

Eh işler bu noktaya gelmişse, zorbayla hırlaşmanın alemi yok. Açalım evimizi gitsin. Medya erbabı, günbegün bizi bu “mecburiyete” alıştırma gayreti içinde. Bizi savaşın kaçınılmaz olduğuna, o halde “saf”ımızı tez elden belirlememiz gerektiğine inandırmaya çalışıyor. Buradaki saflaşma zorba ile evin ahalisi arasında değil de, zorba ile evin reisi arasındaymış gibi yaparak, tabii. Evde başka kimse yokmuş gibi davranarak. Sanırsınız, mindere çıkmış iki güreşçi arasında bir müsabaka izleyeceğiz.

En korkuncu, savaşı depremi bekler gibi beklememiz isteniyor; biz istesek de istemesek de bu savaşın çıkacağına, bunun da –zorba bu işe baş koyduğuna göre- dünyanın en normal şeyi olduğuna ikna etmeye çalışıyorlar bizi. Ezici çoğunluğuyla medya beyinleri, “Tecavüz kaçınılmazsa...” diye başlayan o berbat espriye yakışır tavsiyeler sıralıyor. Bir farkla ki, bu kez tecavüz bize değil komşuya yapılıyor. Elde dürbün bunu seyretmek –onursuzluğu geçtik- suç ortaklığı değilse eğer, Irak’ta ölen ve ölecek olan çocukların kanına da girmiş sayılmayız o zaman. (Sahi, Batılı gönüllüler oraya gitmese ne olur, Irak halkının tamamı canlı kalkan konumunda değil mi zaten?)

Medya ırmağına karışan lağım

Gazeteler sütunlarını savaş stratejilerine, asker sayılarına, denetçilere, şahinlere ayrılınca, İsrail’in eşzamanlı yürüttüğü West Bank’taki (Batı Şeria) kıyıma yer kalmıyor, haliyle. Irak halkının maruz kaldığı aşağılanmayı göremeyen medya gözlükleri, Ocak’ın son günlerinde Ramallah’ta 48 saat içinde öldürülen 16 insanı da göstermiyor. Global medyanın Saddam karşıtlığı, altından ırkçılık lağımı akan derin bir ırmak gibi. Filistinli yazar Ghada Karmi Britanya’yla ilgili olarak şunları yazmış: “Batı’nın Irak’a bakışının bütün veçhelerine, derin ve bilinçdışı bir ırkçılık sinmiş durumda. Bunu 1956’daki Süveyş krizi ile 1967’deki Arap-İsrail savaşı sırasında Britanya’da yaygın olan anlayışa benzetiyorum. O zaman Nasır bir numaralı hain ilan edilmiş, bütün Araplar hedef gösterilmişti. Böylesine aleni bir Arap karşıtlığı bugün Britanya’da hoş görülemeyeceğinden, ırkçılık daha sinsi biçimler aldı. 1991’den beri ulusal spor olarak tasvip gören ‘Vur Saddam’a!’ oyunu, Saddam Hüseyin’i Arap karşıtlığı suistimalinin mükemmel bir kisvesi haline getirdi.”

Batı basınında durum daha beter gibi gözükebilir. Yalnız, orada yardakçı başbakanları köpek kılığında çizecek sivrilikte kalemlere de yer var. Bizimkiler ise, böylesine akıl dışı bir saldırganlık hevesi karşısında ordu komutanları kadar soğukkanlılar. Düşünün ki, her gün evinize soktuğunuz gazete, sizi alttan alta savaşa hazırlıyor. Radikal gazetesinin savaş karşısındaki tutumunu, “rıza üretme” mekanizmasına giderek daha fazla eklemlenen çizgisini izliyor musunuz? Avrupalı sekiz devlet başkanının bildirisine “İşte, Bush’un aradığı destek!” diye atlayan -bildiri, herhalde Bush’a bile bu kadar güven vermemiştir-, sonra da “Türkiye, tarafını seçmeyi daha ne kadar erteleyecek” tonunda isyan eden yazılar mı dersiniz (Erdal

 Paul Wolfowitz

Güven, 31 Ocak), günlerce “Aha, az kaldı” diye hop oturup hop kalktıktan sonra destek kararının nihayet çıkmasından ve “Türkiye’nin bölgesel oyunda yerini almasından” memnun olanları mı (Murat Yetkin, 5 Şubat) tercih edersiniz, ‘apoletli’ yazılar birbirini izliyor. Erdal Güven’in neden savaş yanlısı olduğunu izah etmeye çalışan 9 Şubat tarihli yazısı da, basın tarihinin kara sayfalarına geçecek cinsten! “Harekata gerekli yardımı vaktinde sağlamamak nedeniyle uğrayacağımız jeopolitik kayıpların boyutlarının olağanüstü olacağına” ahlanıp vahlanan Gündüz Aktan (3 Şubat), barış isteğinin Kuzey Irak’ta Kürt devletini istemekle aynı kapıya çıktığı gibi şahane bir mantık yürütüyor. Yazar aynı yazısına, “[Hükümetlerin] yapmak zorunda oldukları siyaset tercihleri bazen ahlaktan, adaletten hatta insanlıktan uzak olabiliyor” şeklinde tevekkül telkin eden bir giriş yapmış. Sormak lazım; peki ya gazetecilerin tercihleri?

Acaba Saddam’la işini bitirdikten sonra, ABD bu kez kafayı Kuzey Kore’ye takarsa -ki takacak gibi görünüyor- sadık bir müttefik olarak yine asker göndermemiz gerekecek midir? Gerekirse eğer, “aktif görev” lafını ağzından düşürmeyen köşe yazarları askere yazılmayı düşünür mü?

Muharip muhabirler, gazi gazeteciler

Radikal’in bir zamanlar sıkça yer verdiği Robert Fisk, Noam Chomsky çevirileri de epeydir yok. Arada yüreğimize su serpen tek tük yazılar çıksa da, bunların oranı dünyada barış isteyenlerin oranı yanında devede kulak. Onların yerine, mesela Paul Wolfowitz gibi Sahibinin Sesi marka klavye kullanan “yazar”ları (medya her saat başı ABD’nin tezlerini aktarırken, ‘Yorum’ sayfasında ABD Savunma Bakan Yardımcısı’nın değerli fikirlerine ayrıca niye hacet duyulur?) ya da Thomas L. Friedman gibi pragmatist akıl hocalarını okuyoruz habire.

Oysa Fisk’ın, gün geçmiyor ki The Independent’ta bir yazısı çıkmasın. Deneyimli gazeteci, Pentagon tarafından eğitilen savaş muhabirlerine ilişkin yakın tarihli (21 Ocak) bir yazısında, bizi “Körfez Savaşı başladığında ekranlarda izleyeceğiniz propaganda ve yalan rüzgarlarına karşı tedbirli olmaya” çağırıyor ve söylediklerine kuşkuyla bakılması gereken “muhabir”lerin kısa bir listesini veriyor:

- Haberini sunarken, askeri üniforma -miğfer, kamuflaj ceketi, silah, vs.- kuşananlar.

- Ait oldukları ülkenin askeri aygıtından söz ederken “biz” diye konuşanlar.

- “Öldürülen siviller” yerine “verilen zayiat” sözcüklerini tercih edenler.

- Soruları yanıtlarken lafı şu cümleyle açanlar: “Askeri güvenlik açısından açıklayamadığımız...”

- Iraklılardan söz ederken “onlar” ya da “karşı taraf” diye bahsedenler.

- Bağdat’tan bildirip de Saddam’ın herkesçe malum baskılarından söz ederken, “Amerika’nın insan hakları ihlali olarak tanımladığı” ibaresini kullananlar.

- Her iki taraftan da haber geçerken “yetkililerden aldığımız bilgilere göre” şeklindeki korkunç ifadeyi kullanıp da, şu her zaman yalan söyleyen “yetkililer”in kim olduğunu açıklamayanlar...

Aramızda Fisk’in listesine girmeye hevesli, hatta askeri üniformalarını şimdiden kuşanmış epey “gazeteci” var. Hiç kuşku yok, vazifelerini hakkıyla yapacak, bize ulaştırmak için “güzel görüntüler” alacaklar; ölümü canlı yayından sunarken. Aralarından belki, geçen yıl Afganistan’da “Buraya Usame Bin Ladin’i öldürmeye geldim” diyen Fox News muhabiri gibi, şimdi de Saddam’ın kellesine göz diken ‘cephede-bir-Sırp-vurdum’cu gazeteciler çıkacak. Onlara en azından, yine Fisk’in tam bir yıl önce Daniel Pearl’ün katledilişinin ardından dile getirdiği kaygıyı hatırlatmak gerek: Savaşta hikayenin bir parçası olmayı seçen gazeteciler, mesleğe duyulan saygıyı erozyona uğrattığı ölçüde, kendi hayatlarını (ve Pearl gibi başkalarınınkini) koruyan tarafsızlık zırhını da deliyorlar. Böyle giderse, ileride Muharip Gaziler Derneği’nin çatısı altında, askeri üniformaya meraklı medya mensupları için Muharip Muhabirler, ne hikmetse her savaştan “sağ” çıkmayı başaran köşe yazarları için Gazi Gazeteciler gibi yan örgütlenmelerin yolunu açacaklar.