Diken: "Hem su içebiliyorsun hem yoksulluktan şikâyet ediyorsun, şükret haline!"

Basında Açık Radyo
-
Aa
+
a
a
a

Hayat pahalılığı ve yoksullaşma öyle gözle görünür hale geldi ki, iktidar cenahından daha önce görülmemiş ölçüde savruk ve telaşlı inciler işitiliyor.

Son yıllara dek, herhangi bir konuda göze fazlaca batan bir adaletsizlik/saçmalık yaşandığında, AKP içinden biri çıkıp ‘vicdan’ çağrıştıran bir şeyler söyler, acar basınımız bu ‘çıkışı’ uzun uzun yorumlar ve istisnai tavır genellikle, ‘parti içindeki rahatsızlığın dışavurumu’ olarak değerlendirilirdi. Böylece hepimiz, orada da vicdan sahibi insanlar olduğunu ancak o ‘iyi kalpli rahatsızlar’ şu ya da bu gerekçeyle ‘konuşmadığı’ için birilerinin bu işlevi gördüğünü öğrenmiş olurduk. Hiçbir şey değişmez, hayat, kaldığı yerden devam ederdi.

‘Biz aslında çok iyi insanlarız’ müsameresini bir-iki kişi sergilerken, diğer partililer ya susar ya da âdetleri olduğu üzere olup biten her neyse tam ‘tersini’ dile getirmeye, en somut gerçekleri inkâra ve palavracılığa devam ederdi. Şimdilerde bu oyunu aynı disiplinle oynamakta zorlanıyorlar belli ki. Her kafadan bir ses çıkmaya, birinin sözü ve eylemi diğerini rahatsız etmeye başladı. Anlayabildiğim kadarıyla içlerinden birileri yakıcı pahalılığı artık yok sayamıyor, çünkü ‘adalet ve demokrasi’ masalları gibi bir yanıyla soyutluk düzeyinde gerçekleşmiyor yaşanan, evden çıkınca görüyor, faturasını ödüyorsunuz.

Buna mukabil, temelinde palavracılık olan bir siyasal ideoloji ve hareketten söz ediyoruz ve görmezden gelme, yok sayma, sorumluluk almama, olanın tersini söyleme gibi uzun süre iş görmüş yöntemler, artık aynı etkiyi yaratmasa da terk etmek kolay değil. Sanırım dağınık görüntü biraz bu çaresizlikten kaynaklanıyor. Ekonomi fena gitmiyorken dile getirdiğiniz ve yurttaşın pek de umursamadığı saçmalıklara, işler bozulmuşken tahammül etmek kolay değil. Marifetlerinde boncuk arandığı devirde de aynıydı bu kareli ceketliler ve sözlerinin, yapıp ettiklerinin daha iler tutar bir yanı yoktu, ancak alışık oldukları dil her koşulda benzer etkiyi yapmadığı gibi, karşılarında da aynı insanlar yok artık.

Peki, aynı insanlar yok da kim var? Yine, dindar kenar mahalle anılarından, amatör gözlemlerden hareketle biraz bu soru üzerinde durma niyetindeyim.

Sokak videolarında sıkça karşılaştığımız “Çıkar telefonunu göster” sorusu, iktidar ve hararetli sempatizanlarının en popüler ‘çaresizlik’ repliği bir süredir. O görüntüleri seyretmeyen yoktur, uzatmadan, Tanıl Bora’nın konuya ilişkin yazısını buraya bırakayım. Bora, “Çıkar telefonunu göster!” başlıklı yazısında nicedir gençler tarafından dalga konusu haline gelen ‘dayıların’ ruh halini, tavırlarının nedenini sorguluyor: “Bir akıllı telefonunu olması, üstelik belki de görece pahalısından bir telefonunun olması, durumundan yakınanın, başımızdakilerin dirayetine hamdetmeyenin sahtekârlığını, nankörlüğünü, fesatlığını suratına çarpmanın en kestirme yolu, bu akla göre.” Öyle ya, telefonun bile var ve hâlâ şikâyetçisin!

Bora, makalesinde bir başka yazarın, Mürüvet Esra Yıldırım’ın yazısına atıf yapmış. Yıldırım, ‘çıkar telefonunu göster’ tavrında, ömrü mahrumiyetle geçmiş bir kuşağın travmasının payı olduğunu söylüyor. Tanıl Bora, böyle bir motivasyonun ancak ‘başka şeylerin’ yanında olabileceği kanısında ve yazısının devamında o başka şeyleri, telefonun lüks olmaması bir yana, artık yaşamın ‘olmazsa olmazı’, emekçininse ‘zinciri’ haline gelişini anlatıyor. Yazının sonlarında: “Telefonuna zincirlenmiş, telefonundan ibaret kılınmış insanların başına o telefonu kakmak, -söylemeye gerek var mı: o cihazın fiyatı ne olursa olsun-, utanç verici bir sınıfsal sinizm… Emekçinin zincirine dönüşmüş telefonunu onun başına kakan da bir emekçi olduğunda ise, bu hücum alttakilerden, aşağıdakilerden geldiğinde, elem verici bir sınıfsal özyıkım ideolojisinin infilâkı oluyor.”

Tanıl Bora’nın yazısının başında örnek verdiği, geçim derdinden şikâyet eden bir çiftçiye cebindeki telefonun markasını hatırlatan AKP’li vekil, birkaç gün önce bir öğrenci evine sahura gitmiş ve menemendeki ‘sucuğu’ görünce, gülümseyerek “Bunlar biraz önce şikâyet etmiyor muydu” deyivermiş. Demek ki çiftçinin cebindeki telefonu da, öğrenci menemenindeki sucuğu da fark edebilecek ölçüde mahir biri.

Sokak söyleşilerinde, mikrofona konuşan şikâyetçi yurttaşın çevresini saranlar içinde, iktidarı savunma gayretkeşliğinde çıtayı pantolona, gömleğe kadar düşüren var. Bu acınası hale fanatizm, büyülenmek gibi sözcükleri de yakıştırabiliriz belki, toplumsal kesimlerin büyülenmişçesine davrandığı örnek(ler) bulmak hiç zor değil tarihte. Yine de yoksulun yoksulu kıymaya çalıştığı o diyaloglar için, Bora’nın ‘elem verici bir sınıfsal özkıyım ideolojisi’ tanımı daha yerinde bir saptama olur.

Dindar muhitimde en çok işittiğim, kullandığım, salık verilen ve kanıksadığım tutumlardan biri, herhalde ‘şükretmek’ idi.

Günlük yaşam diline yerleşmiş benzer pek çok ifadenin, inanç ve kültürün iç içeliğinden serpildiği malum. “Bugünümüze şükür”, “Geçip gitti şükür”, “Aza şükretmeyen/kanaat etmeyen çoğu bulamaz” diyen biri dindar olmayabilir ya da inançlı bir insanın bu sözcükleri kullanması, onun yalnızca dindarlık niteliğinden kaynaklanmıyordur. “Her şerde bir hayır vardır” gibi, genellikle kuşakların aktarılan deneyiminin ürünü olup moral bulmak, ayakta kalabilmek, bazen de çaresizlik duygusuyla baş edebilmek için sarf edilen sözler bunlar.

Sahip olduğumuzun değerini bilmekteki şükür bir yana, burada ‘sömürünün’ üzerini örtmeye niyetli bir şükretme beklentisinden söz ediyorum daha çok. Muhafazakâr kesimde ikisi çoğu zaman birbirine karışır ya da karışması sağlanır. Hatırlıyorum, çocukken, her yemek öncesi şükredilirdi bizim sofrada, o nimeti bulamayan vardı, sahip olduğumuz her neyse ona sahip olamayanların da sahip olması dilenirdi, Allah olmayanlara da versin… Hiç itirazım yok. Güzel de, olmayanın neden yoktu ve şimdi düşünüyorum da, dilediğimiz şeylerin çoğu hayatta kalmak için gereksinim duyulan asgari insanî gereksinimlerdi zaten. 1970’lerin ilk yarısında oturduğumuz eve ‘şehir suyu bağlandığı’ için çok mutlu olmamız ve değirmenin artık taşıma suyla dönmeyeceği için şükretmemiz, ne hüzün verici bir anı.

Mürüvet Esra Yıldırım’ın ‘travma’ tespiti, bugün tanık olduğumuz ‘iktidara her hal ve şartta yüzsüzce sahip çıkma tavrı’ bir yana bırakırsak, birkaç kuşak için anlamlı bir teşhis bana kalırsa. Daha önce bir-iki kez yazmıştım, rahmetli annem, çamaşır makinesi ve buzdolabı olan gençlerin ‘neyi bölüşemeyip’ de boşandıklarını anlamakta zorluk çekerdi. Babamın asker ocağını çok sevmesinin önemli bir nedeni, Dünya Savaşı yılları yoksunluğunu yaşamış birinin, sağlam pabuca, biraz düzgün yemeye şükretmesindendi, bir de, okuma yazma öğretmiş olmalarından. Sürekli çile çekmiş, bir başka deyişle gün yüzü görmemiş insanların, yaşamı büyük ölçüde bedenin varlığını sürdürebilmesinden ibaret görmeleri vahim ve vahameti ölçüsünde anlaşılabilir bir durum. Ancak onlarınki her bakımdan başka bir devirdi.

Siyasal İslamcılar, sıcak para bolluğu yaşanan yıllarda, özellikle çevrelerindeki hâleye “Lüks yaşam, o arabalara, o evlere ve kıyafetlere sahip olmak sizin de hakkınız” diyor ve kendi mahallesinde bu propagandayı yapıyordu. 2000’lerde ‘şükür,’ para pula kavuşmanın, ‘diğer kesim’ (!) gibi yaşayabilmenin, site duvarlarını yükseltebilmenin, ezcümle, ‘sahip olmanın’ ifadesiydi ve bu şükrün ne dinle, ne tasavvufla, ne kültürle ne geçmiş yoksulluk deneyimiyle tastamam bir ilişkisi vardı. Yıllar sonra ekonominin kötüye gidişiyle, aynı insanlarca, kuru ekmeğe, soğana, karın tokluğuna şükretmenin değeri anlatılır oldu bir kez daha. Dehşet verici gelir dengesizliği, derinleşen yoksulluk ve gözle görülür çaresizlikle başa çıkma yolu yordamı olsun istiyorlar, şükretmek. Eskiden olduğu gibi.

İstiyorlar istemesine de, ülke aynı ülke değil, insanı aynı insan değil, zaman aynı zaman değil, köprünün altından çok sular aktı. İslamcıların, kibir kulelerinden görmekte zorlandığı şey, bugün yoksul dindar yurttaşa sabır ve şükür telkin edenlerin, onların eski komşuları oluşu. Biri bolluğa kavuşurken diğeri sokağında kaldı. O sokağın hali de hal değil artık.

Önceki kuşakları, köyden kente göçmüş ve bulduğu el kadar kilime dahi şükreden yurttaş yığınlarını teskin etmek daha kolaydı. Artık o insanların çocukları yaşıyor kenar mahallede, o mahallenin kentsel dönüşmüş yeşil alansız dar sokaklarında ve ikinci-üçüncü kuşağın elinde, evet, telefon var, hem de akıllı!

Kenarda kalmış gençlerin, yoksul dindar ailelerinin yeni kuşak temsilcilerinin hali ve beklentileri konusuna devam edeceğim.

İnsan toplumsal bir varlık, insanı insan yapan sayısız etmeni, insanın gereksinimlerini görmezden gelip, ondan, henüz hayatta olduğu, su içip bir dilim ekmek bulabildiği için şükretmesini ummak, hele ki bu devirde!

AYM’nin din dersi kararına ilişkin kısa not: Kemal Göktaş’ın haberine göre, AYM zorunlu din dersinin, ‘din ve vicdan hürriyetini ihlal ettiğine’ karar verdi. Gerekçeli karar henüz yayınlanmadı, bu nedenle uzatmaya gerek yok. Karar, bundan 17 yıl önce sevgili Kerem Altıparmak’ın Radikal 2’de yayımladığı bir makaleyi hatırlattı bana.

Kerem, 2005’te Zorunlu din dersi gerçekten zorunlu mu?’ başlıklı yazısında, Anayasa hükmünün, ‘zorunlu olan din dersini almak değil, dersin müfredatta bulunması’ şeklinde düşünülmesi gerektiğini, madde böyle yorumlanırsa Anayasa’nın diğer hükümleri ve ilgili AİHM kararlarına uygun düşeceği değerlendirmesini yapmıştı. Çok güzel bir yazıydı ve ertesi gün epey tartışmıştık konuyu. Sonraki yıllarda, derslerde konu oraya geldiğinde, Altıparmak’ın yazısını da öğrenciye mutlaka anlattım ve bu yorumdan haberdar olmalarını istedim. Şimdi AYM gerekçesini bilemiyorum, ancak Kerem’in yazısındaki görüşün sağlamlığını bugün bir kez daha hatırladım.

Bir duyuru: Çok şey öğrendiğim Açık Radyo’nun geleneksel (19’uncu) ‘dinleyici destek özel yayını’ başladı. Haydi muhterem okur.

Murat Sevinç