"Öğrenmenin zaman ve mekân sınırlaması yoktur"

-
Aa
+
a
a
a

Hatay'ın Samandağ ilçesinde ailesiyle birlikte depreme yakalanan ve krizin ardından Samandağ'daki konteyner eğitiminin öncüsü olan, İngilizce öğretmeni Hicran Suadiye Gümüş'le dayanışma tecrübesini konuşuyoruz.

Fotoğraf: Hicran Suadiye Gümüş
Fotoğraf: Hicran Suadiye Gümüş
"Öğrenmenin zaman ve mekân sınırlaması yoktur"
 

"Öğrenmenin zaman ve mekân sınırlaması yoktur"

podcast servisi: iTunes / RSS

(Bu bir transkripsiyondur. Metnin son hâli değildir.) 

Aylin Örnek: Merhabalar. 95.0 Açık Radyo’da Dayanışma Kuşağı programındayız. Ben Aylin Örnek. Bugünkü konuğum Hicran Suadiye Gümüş. Hicran Hanım, İngilizce öğretmeni ama aynı zamanda da bir depremzede. Kendisi de deprem sırasında Samandağ'daydı. Kendisinden hem deprem sırasında ve sonrasında yaşadıklarını hem de dayanışma adına yaptıklarını dinleyeceğiz. Hoş geldiniz Hicran Hanım.

Hicran Suadiye Gümüş: Hoş bulduk, merhabalar. 

A.Ö.: Nasılsınız? 

H.S.G.: iyiyim, teşekkür ederim. Siz nasılsınız? 

A.Ö.: Ben de iyiyim, sağolun. Hicran Hanım, siz bir depremzedesiniz aslında değil mi? 

H.S.G.: Evet, depremzedeyiz. 

A.Ö.: Neredeydiniz deprem sırasında?

H.S.G.: Evimizdeydik. Zaten ertesi gün okul olduğu için, biliyorsunuz rutin olarak çocukların duşu hazırlık, ertesi gün okula hazırlık sürecindeydik. Ondan sonra, çocukları da yıkadıktan sonra oturma odası daha sıcak diye orada uyuttuk çocukları kanepede. Çocuk odası biraz daha serin. Deprem başlar başlamaz koşup çocuklarımıza sarıldık. Oturma odasındaydılar onlar. Küçüğünü kucağıma aldım. Küçük kızım dört yaşında. Sekiz yaşındaki kızımı da eşim kucakladı. Kızım da zaten, büyüğü hemen fark etti depremi. Korktu. Babasına sarıldı. Biz kanepenin yanına cenin pozisyonunda çömelmeye çalıştık, yaşam üçgeni oluşturmaya çalıştık. Çok uzun sürdü deprem. Son iki haftadır her pazar biz bu durumu yaşıyorduk ama dört beş saniye sürüyordu. En fazla altı saniye sürüyordu, geçiyordu. Ben geçeceğini düşündüm. Ama geçmedi. Durmadı. Hatta duvardaki düğün fotoğrafımız başımıza düştü. Eşim daha uzun boylu olduğu için darbeyi kendisi aldı, ama ben çok hissetmedim. Şok haliyle yukarı baktım. Apartman bir sağa bir sola, daha sonra en kötü süreç de yukarı aşağı sallanmaya başladı. O anda artık ne varsa, avizeler kırılmaya başladı. O anda çığlık attım. “Bitmiyor, bitmiyor” dedim. Ondan sonra da sakin olmaya çalıştık. Tabii çok, titriyordum korkudan. Deprem durduktan sonra kapıyı açtık. Tabii karanlık, elektrik yok. Karşı komşunun ışıldağı ile görebildik. Ama ben böyle bir şey beklemiyordum. Çok şükür bizim apartmanımız daha iyi bir durumdaydı. Arabada küçük kızımı hemen komşunun kucağına verdim, aşağı indirdim ve ben yukarı tekrar çıktım. Çünkü mont yok, ayakkabı yok. Çok soğuktu. Yani hani o yılın en soğuk günüydü diyebilirim. Yağmur yağıyordu ve çok şiddetliydi. Battaniye falan almam gerekiyordu. Ama ben bu kadar korkunç bir deprem olduğunu bilseydim cesaret edip yukarı çıkmazdım. Çocuklarımı düşünmek zorundaydım. Eşim yukarıda araba anahtarını arıyordu. Şok halindeydi. Anahtar yerde dedim. Yere düşmüş. Hemen tuttu. Kapıyı da kilitlemek zorundaydık. İyi ki o da aklımıza geldi. Çünkü biliyorsunuz aşırı derecede hırsızlık olayı yaşandı maalesef bu zor süreçte. Çocukları arabaya aldık ve ailelerimize yetişmeye çalıştık. Çünkü onları merak ediyorduk. Bizim apartmanımız, biz on yıldır evliyiz, iyi durumda. Onlarınki daha eskiydi. Ama sokaklardan geçerken “burası da mı yıkılmış aman Allah'ım” deyip feryat ediyordum. Dizlerime vuruyordum. Ağlamaya başlıyordum. “Olamaz” diyordum. Kayınvalidemlere kısa sürede ulaşabildik, mesaj geldi. Fakat annemlere ulaşamadım. Yollar kilitliydi, kilitlendi çünkü. Trafik yoğundu. Ben sadece trafik yoğun olduğundan dolayı ilerleyemediğimizi düşündüm. Fakat o kadar apartman yıkılmıştı ki. Meğer fay hattı asıl annemlerin oturduğu o bölümden geçiyormuş. Annemlerin karşı apartmanı, sağı, solu, arka tarafındaki her yer yerle bir olmuştu. Eşim de arabadan inerek
onlara ulaşmaya çalıştı. Çünkü ben ağlayarak onları çok merak ettiğimi söylüyordum. Duramıyorum. “Ne olur ben gideceğim, arabada dur. Hayır ben gidip bakarım” dedi. “İyiler. Merak etme” dedi. Zor da olsa inmişlerdi ama apartman çok kötü durumdaydı. Merdiven çok hasar almıştı. Birkaç duvar zedelenmiş, tuğlalar düşmüş. Evlerinde kullanacakları çanak, çömlek hiçbir şey kalmamıştı. Onlar kaldı ama iki kuzenimi kaybettim. Kuzenimin çocukları, yani onları unutamıyorum.

A.Ö.: Başınız sağ olsun. Hicran Hanım, Samandağ'daydınız siz. 

H.S.G.: Evet, Samandağ ilçesi. Zaten Hatay'da en çok hasar gören yerlerden birisi de Samandağ. Defne gibi. Antakya gibi.

A.Ö.: Evet. Peki sonrasında ne yaptınız? 

H.S.G.: Sonrasında ailelere ulaştıktan sonra biraz rahatladık. Ondan sonra boş bir alanda arabayı park edip beklemeye çalıştık. Hani zaman geçsin. Ben düşünüyorum, okula gidilebilecek miyim? Bu sürecin yaşanınca aklımın ucundan bile geçmedi. O korku haliyle bile düşünemedim. Sandık ki birkaç gün sonra biz okula başlayacağız, okula devam edeceğiz. Ama sabahın da teyzeme ulaşmaya çalışıyordum, gelinimizin annesi aynı zamanda teyzem. Ona mesaj attım. “Evimin karşısında boş bir yerdeyim ama yalnızım” dedi. Battaniyeye sarılmış. Oğlu da onu çıkarmıştı. Ona ulaşmaya çalıştım. Onu oradan aldık. Ondan sonra anneannemlere götürdüm. Ama giderken o kadar korkunçtu ki yollar. İnanamadım yani. Çok çok kötü durumdaydı Samandağ. O zaman artık biz her şeyin farkına vardık. Ne kadar kötü halde olduğumuzu, ne kadar zor zamanların bizi beklediğini, ailelerin böyle parçalanıp, eksilip bölündüğünü o zaman fark ettik.

A.Ö.: Peki Samandağ'da mı kaldınız? Yoksa ayrıldınız mı oradan? 

H.S.G.: Samandağ'da kaldık. Eşimin halalarının evine gittik. O tek katlı bir evdeydi. Belli bir süre orada kaldık. Çünkü başka gidebileceğimiz hiçbir yer yoktu. Zaten elektrik de yoktu. Arabada da çocuklarla kalmak çok zor bir süreç olacaktı. O yüzden orada kaldık. 

A.Ö.: Ne kadar süre kaldınız orada? 

H.S.G.: Son Samandağ depremini biliyorsunuz, 6.4. O depremde ben yine çocuklarımı yıkamıştım. Çıkarmıştım, çıkardıktan sonra da o deprem oldu. O kadar korktum ki artık orada uyuyamayacağımı söyledim eşime. Oradan çıkar çıkmaz çadır kente gittik. Şansa boş bir çadır bulduk. Orada kalıyoruz. Kültür merkezinin yanında çadır kent var. Orada bize yatak verildi, yastık verildi, battaniye verildi. Yiyecek konusunda sıkıntı yaşamıyoruz. Gayet de iyi bakıyorlar. 

A.Ö.: Ama sanıyorum arada, yani halanızın evinden sonra bir de Mersin'e gittiğiniz bir dönem var. 

H.S.G.: Evet. Sekiz gün kaldıktan sonra büyük kızımın psikolojisi alt üst oldu zaten. Sandalyede uyuyor, uzanamıyor. Ve kapının hemen yanındaki kanepede uyumak istiyor. “Ne olur burada kalmayalım” diyor. Elektrik kesintisi zaten, sonra belli bir zaman sonra elektrik geldi fakat sık sık kesiliyordu. Zar zor imkanlarla jeneratör bulabildik ama onun için de yakıt bulamıyoruz. Çok da böyle idareli kullanmak zorundaydık. Eşimin arkadaşı “abimin Mersin'deki yazlık evine gideceğiz, siz de gelirseniz çok seviniriz” dedi. Zaten daha önceden de bir günlüğüne gittiğimiz bir yerdi, tanıdığımız insanlar. Sağ olsunlar evlerini açtılar. Depremden sekiz gün sonra biz Mersin'e gittik. Altı gün orada kaldık. Evet insan biraz unutuyor. Şehir güzel. Arada gezdik. Ama içimiz sıkılıyordu. Mutsuzduk aslında orada. Mutlu gibi görünen mutsuzlardık. Evet yiyip içiyorduk, elektriğimiz vardı, istediğimiz anda duş alabiliyorduk. Bunlar bizim için artık bir lükstü. Çünkü bu deprem sürecinde bunların lüks olduğunu anladık. Ne kadar güzel hayatlarımız olduğunu anladık. Aslında ne kadar rahat insanlarmışız, onun farkına vardık. Fakat bir şeyler eksikti. Oraya gittiğimizde geri dönmemiz gerektiğini… Çok insan “neden burada ev kiralamıyorsunuz? Çocukların eğitimini devam ettirebilirsin. Çok daha rahat edersiniz. Orada hastalıklar artabilir.” dedi. Fakat bir şeye başlamamız gerekiyordu. Yarım kalan hayatlar var, evet. Ama öğrencilerimiz, asıl onlar için geri döndük. Sonra eşimin kuzeni, onun da bir kuzeni var. Adana'da Orçun Bey. Sağ olsun o da biriyle görüşüyor. Bizim bu eğitim projemizden bahsediyor. O da bize konteyner bağışında bulunuyor. Ve biz bu şekilde eğitime başladık. 

okul

A.Ö.: Hicran Hanım, siz Mersin'deyken geri dönmeye karar veriyorsunuz ve özellikle oradaki çocukların eğitim almasına destek olmak için geri dönmeye karar veriyorsunuz. Ve bir konteyner bağışlanıyor size. Kendiniz de anladığım kadarıyla Mersin'den döndükten sonra çadır kentte yaşamaya başlıyorsunuz. Doğru mu anladım?

H.S.G.: Evet doğru. Yani şöyle biz Mersin'den geldikten bir gün sonra bu Samandağ depremi oluyor. Biz aslında Mersin'den döndükten sonra yine eşimin halasının evine gidiyoruz. Fakat bir gün sonra da son depremi yaşıyoruz. Artık gerçekten hani öleceğimizi hissettik yani. Bu durmayacak. Yani biz ölene kadar bu depremler devam edecek korkusunu yaşamaya başladık. O yüzden hani duvar olan hiçbir yerde uyuyamayacağımızı düşündük. Çadır kente gittik.

A.Ö.: Sonra bir konteynırda çocuklara, galiba özellikle sekizinci sınıflara değil mi? Yanlış hatırlamıyorsam…

H.S.G.: Evet sınava hazırlık. Biz zaten, eşim de ortaokul öğretmeni, ben de aynı şekilde ortaokul öğretmeniyim. Fakat ben Samandağ'ın bir köyünde yani tam bir köy değil ama kıyı kesiminde bir yerde öğretmenim. Eşim merkezde öğretmen. Hani bizim amacımız sadece kendi öğrencilerimize ders vermek değildi. Zaten başka bir mahallede konteyner kurduk. Orada eğitime başladık. Talepler oldu. Bir sınıfa başladık. Ama gittikçe sayımız arttı. Talepler çok oldu. Tabii o zaman kitabımız yok, fotokopimiz yok, kalemimiz yok. Hiçbir şeyimiz yoktu.

A.Ö.: Nasıl sağladınız bunları? 

H.S.G.: Medya sayesinde. Zaten Samandağ'da bunu ilk başlatan biz olduk, bu konteyner eğitimini. Çadırlarda bile henüz eğitim verilmiyordu. Sonra bunu duyan birkaç yerel gazete gelip bizi paylaştı. Paylaştıktan sonra Hatay sayfalarında paylaşıldı. Öylelikle başka kanallar gördükten sonra bizimle röportaja geldiler, çekim yaptılar. Biz de konteyner talebinde bulunduk. Kitap, kırtasiye malzemeleri. Ve artık yardımlar yağmaya başladı. Sadece bunlar değil, çocukların hijyen ihtiyaçları, kişisel ve bakım ürünleri, ayakkabı, eşofman, iç çamaşır her şey gönderildi. 

A.Ö.: Peki siz iki öğretmen başladınız, eşinizle birlikte. Şu anda öğretmen sayısı kaçtır ve o nasıl gelişti? 

H.S.G.: Öğretmen sayımız on bir. Eşimin kuzeninin eşi de zaten sınıf öğretmeni. Kendisi de fen bilimleri öğretmeni. Ben İngilizce öğretmeniyim. Matematik okuyan bir üniversite öğrencisi baştan beri zaten bize destek oldu. “Ben de gönüllü olarak ders vermek istiyorum” dedi. Bir de atanamayan bir Türkçe öğretmenimiz var, o da bizimle ilk günden beri eğitim vermeye devam etti. Sonra ikinci konteyner bağışı olduktan sonra bir sınıf öğretmeni de madem bu konteynırlar sabahleyin dolu, öğleden sonra da ben ikinci sınıflara, beşinci sınıflara ders veririm diye düşündü. O şekilde başladı. Ve şimdi köy okulu projemiz var. Sayımız gittikçe arttı ve bir sürü kayıt aldık. 

A.Ö.: Köy okulu dediğiniz hangi köyde? 

H.S.G.: Aslında köyde değil. Bize çok yakın olan bir yerdi. Yüzüncü Yıl Atatürk Köyü diye, ismi böyle ama bir köyde değil aslında. Yine Samandağ'da merkezde bir yerdi. Ama on beş konteynerle tuvaleti olan, deposu olan, ne bileyim klimalı sınıflar, çocukların rahat edebileceği her ortamda olacağı bir köy okulu olacak.

A.Ö.: Yani siz orada hem devam ediyorsunuz hem de geliştirmeye devam ediyorsunuz diye anlıyorum, doğru mudur?

H.S.G.: Evet derse devam ederken de aynı zamanda hem bu köy okuluyla ilgileniyoruz ve ön kayıt alıyoruz. Bu kaydı da hani diğer çocuklar mağdur olmasınlar. Başka yerlerde de çadırlarda da eğitim yerleri açıldı. Samandağ'ın birçok noktasında açıldı. Ve bu eğitim sayesinde şehir dışından gelen çok insan oldu.

A.Ö.: Şehir dışı derken Samandağ'ın dışından mı, yoksa mı? 

H.S.G.: Hatay dışından.

A.Ö.: Hatay dışından eğitim için gelen oldu. Öyle mi? 

H.S.G.: Tabii ki. Zaten biliyorsunuz kiralar inanılmaz yüksek. Bir de buradaki her şeye alışmış. Orada yapamayan çok insan oldu. Zaten orada mutsuz. Ama çocuğunun eğitimi için kalmak zorunda olan insanlar bunları gördükten sonra bize sosyal medyadan da ya da mesajlarla çok yazan insan oldu. Ben geri döneceğim, çocuğumu kaydedebileceğim sınıf var mı? Kontenjan var mı? diye. Ve hepsi geri döndü. Şimdi çok daha mutlular. Çocuklar da çok mutlu, anne babalar da çok mutlu. 

A.Ö.: Bütün taleplere cevap verebiliyor musunuz? Yani herkesin kaydını alabiliyor musunuz? Yoksa hani alamadığınız da oluyor mu, kontenjan anlamında?

H.S.G.: Evet, şimdi kontenjan sınırımız zaten olduğu için doldu. Artık alamıyoruz. Beş yüz öğrenci aldık. Şu anda ders verdiğimiz öğrencilerin dışında beş yüz öğrenci aldık. Yedi yüz öğrenci oluyor toplamda.

A.Ö.: Anlamak için soruyorum. İki yüz öğrenciye zaten ders veriyorsunuz. Ama beş yüz öğrenci kaydı yaptınız. Bu öğrencilere, yani o beş yüz öğrenciye ders veriliyor mu şu anda? Yoksa… 

H.S.G.: Yok başlamadı, 23 Nisan'dan sonra başlatacağız. 23 Nisan için de çok güzel bir etkinliğimiz olacak. Tüm çocuklara hediye dağıtılacak ve gerçekten hani her sene kutladıkları gibi bir 23 Nisan etkinliği olacak. Bayramlık giyecekler, çocuklara hediyeler dağıtılacak. Gönüllü çok insan var, çocukların ayakkabı numaralarını, bedenlerini, bizden liste halinde alıp… O gün için müzik grupları, gönüllü olan çok çok insan var. o gün onlarla buluşacağız ve çok güzel bir etkinlik olacak. Ondan sonra da inşallah bu köy okulunun başlatacağız. 

"Başarmak belki çok zordu. Ama uğraşmaya değerdi."

A.Ö.: Hicran Hanım peki bu süreçte eksiğiniz nedir? Eksikliğini duyduğunuz şey nedir? 

H.S.G.: Zaten eksikliğini duyduğunuz şeyler anında hallediliyor. Gerçekten, insanlar çok çok iyi. Çok destek oldular. Gerçekten bu kadar yardım beklemiyorduk. Bu kadar yardım olmasa herhalde bir iki sınıfla devam edebilirdik. Diyelim kitaplık eksiğimiz var, sosyal medyada paylaşıyoruz. Beş tane kitaplık geliyor. Ne lazımsa geliyor. Hani şu anda bir eksiğimiz yok. 

A.Ö.: Peki. Öğretmen eksiğiniz var mı? 

H.S.G.: Evet, öğretmen eksiğimiz var. Bir iki öğretmenle de görüştük. Onların başlamasını bekliyoruz. İlçe milli eğitime de bildirdik. Desteklerini de bekliyoruz. Ama haklı olarak giden çok öğretmen oldu. Çok az öğretmen burada. Yakınını kaybeden çok öğretmen var. Onları da zorlayamıyoruz. Hani haklı olarak görüyoruz. O yüzden umarım daha çok öğretmen bize katılır.

A.Ö.: Bir şey daha merak ediyorum Hicran Hanım. Bütün bunları yaparken Milli Eğitim’le işbirliğiniz ne şekildedir? Yani bütün bunları siz gönüllü olarak yapıyorsunuz diye anlıyorum ama Milli Eğitim’e karşı bir sorumluluğunuz, sorumluluğunuz derken aslında sorumluluk değil ama onlardan izin almak, onların işin içinde olması gibi bir şey söz konusu mudur? Bunu merak ediyorum. 

H.S.G.: Evet. Tabii ki. İlk başladığımız süreçte dediğim gibi çok öğretmen eksikliği hissetmedik. Zaten bir sınıf açtık, iki sınıf açtık. Hepsini de yettik. Türkçe, matematik, İngilizce. Sonra sosyal bilgiler öğretmeni eksiğimiz oldu. İlçe Milli Eğitim'den bunu talep ettik. Ama İlçe Milli Eğitim de öğretmen bulamadı. Çünkü burada olan öğretmen yoktu. Onun için talepte bulunduk. Onlar da yardımcı olmaya çalıştılar. Ama öğretmen yok, haklı olarak. Sonra bu köy okulu projesinden sonra biz onların onayı da olsun, beraber işbirliği yapalım diye belediyeyle de görüştük. Belediyeden su, elektrik talebinde bulunduk. Yeri de bize veren zaten belediye oldu. Hiçbir isteğimiz geri çevrilmedi. Kaymakamlıkla eşim görüştü, valilerle görüştü. “Bilginiz olsun, biz bunu yapıyoruz” dedi. 23 Nisan'da da güzel bir etkinliğimiz olacak, gelip bizi ziyaret ederseniz çok seviniriz dedi. Gelecekler inşallah. 23 Nisan'da herkes bir arada olacak. Onlar da bizim okulumuzu görecekler. 

A.Ö.: Deprem sonrası hissettiklerinizi çok güzel anlattınız ama dönüp bütün bu faaliyetlere başladıktan sonra şimdi nasıl hissediyorsunuz? Onu merak ediyorum. 

H.S.G.: Şimdi çok daha güçlü hissediyorum. Sıkıntılarımı unutuyorum. Normalde okulumda dört gün çalışıyordum. Burada üç gün dersim var. Çok da sık dersim yok zaten. Hani dersleri azaltmak zorunda kaldık. Öyle yoğun yoğun bir programları yok çocukların. Ama ben haftanın altı günü buradayım. Kaldığım yerde duramıyorum. Ben burada çok daha mutluyum. Burada durduğum sürece çocukların diğer ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyorum. "Öğretmenim işte buna ihtiyacım var benim, öğretmenim ayakkabım yırtık." Birileriyle görüşüyorum. Ayakkabı talebinde bulunuyorum. Ne bileyim çocukları ödüllendirmek için bu deneme sınavlarında tablet isteğinde bulunuyorum. Hani bunları hep birilerinden istiyorum zaten, bulmaya çalışıyorum. Onları motive etmeye çalışıyorum. Hani bütün eğitimciler için öyledir; öğrencilerini motive etmek, sürekli öğrenmeye devam etmeleri için onların duygularını beslemek ve hayat hakkında daima bir şeyler keşfetme hususunda onları daima istekli ve hevesli hale getirmeyi amaçladım. Bu süreçte de bunu başarmak belki çok zordu. Ama uğraşmaya değerdi. Yani resmiyette bizlerin ve öğrencilerin okulda geçirdikleri zaman sınırlıdır. Günün belirli saatinde, okulda bulunuyoruz. Bir şeyler öğreniriz. Maalesef artık güzel okullarımızda değiliz. Fakat öğrenmeyi devam ettirmenin, hayat boyu sürekli öğrenmenin aslında bir zaman ve mekân sınırlaması yoktur. Tıpkı Hababam Sınıfı'nda olduğu gibi; hep diyorlardı ya biz dört duvar dört duvarı olmayan her yerde eğitimde olur diye düşündük. Öğrenme arzusu olan her insan her zaman ve her yerde bir şeyler öğrenebilir diye düşündük ve biz öğrettikçe mutlu oluyoruz. 

A.Ö.: Ne güzel. Sona doğru yaklaşıyoruz ama sizi desteklemek isteyenler için sosyal medyada bir adres verebilir misiniz acaba?

H.S.G.: Evet, Instagram adresimiz Yüzüncü Yıl Atatürk Köy Okulu. Orada anlattıklarımı da görebilirler. 

A.Ö.: Evet, desteklemek ya da orada ne yapıldığı konusunda bilgi almak isteyenler bu adrese bakabilirler. Hicran Hanım, önce çok büyük geçmiş olsun. Çok büyük bir şey atlattınız. Sonra emeğinize sağlık. Gerçekten çok güzel şeyler yapıyorsunuz. Ayrıca programımıza katıldığınız için de çok teşekkür ediyoruz. 

H.S.G.: Çok teşekkürler. Ben teşekkür ederim sağolun. 

A.Ö.: Sizlere çok çok kolay gelsin. Teşekkür ederiz. 

H.S.G.: Teşekkür ediyoruz. İnşallah bir daha bu durumu yaşamayız. 

A.Ö.: Umarım yaşamayız.