Yemeğin beşiği: Cradle of Food konferansı

-
Aa
+
a
a
a

Şef Mehmet Gürs ve yemek editörü Cemre Torun'la deprem bölgesine yardım etmek için Londra'da yaptıkları Cradle of the Food konferansı hakkında konuşuyoruz.

Cradle of the Food konferansı
 

Cradle of the Food konferansı

podcast servisi: iTunes / RSS

Aylin Örnek: Merhabalar, Dayanışma Kuşağı programında 95.0 Açık Radyo’dayız. Bugün iki konuğum var; şef Mehmet Gürs ve yemek editörü, yazarı Cemre Torun. Mehmet Bey ve Cemre Hanım, yaklaşık iki üç hafta kadar önce sanıyorum Londra’da bir konferans düzenlediler ve bu konferansın adı ‘Cradle of Food’ yani ‘Yemeğin Beşiği’, değil mi? Yanlış söylemiyorum herhalde. Bu konferansla birlikte deprem bölgesine yardım yapmayı planladılar ama konferansın enerjisi o kadar büyüktü ki biz dışarıdan takip edenler olarak çok heyecanlandık. Önce şunu sormak istiyorum, ‘Cradle of Food’ ismi nereden geldi? Siz böyle bir projeye nasıl başlama gereği duydunuz?

Mehmet Gürs: Belki önce projenin ana fikrinden yola çıkalım, sonra da isim annesi Cemre’ye laf atarım, o da bu isim nereden aklına geldi veya niye böyle bir isim seçtik, onu belki anlatır. Depremden hemen sonra biz de herkes gibi ne yapabiliriz diye düşündük. Çocuklar topladıkları, biriktirdikleri harçlıkları göndermek istedi, onu yaptılar, işte biz de ne yapabiliriz? İş yerimizden ne yapabiliriz? Şahsen ne yapabiliriz? Anlık, kısa, anında yardım, nasıl yardım edebiliriz? Herkes gibi Türkiye’de onu çok gördük, müthiş bir dayanışma gördük aslında. Herkes bir şekilde seferber oldu. Devletin ve kurumların eksik kaldığı yerlerde insanlar araya girdi, STK’lar araya girdi, o da işin sevindirici tarafı öyle bakabilirsek. Bizim de yıllardır çalıştığımız üreticiler var, çiftçiler var, küçük üreticiler, kadın kooperatifleri var. Orada, bölgede eş-dost çok var. Hemen onları aradık sabah erken saatte, ‘İyi misiniz, nedir, ne değildir?’ diye, arayamadıklarımıza mesaj attık vs. Tabii dünya değişti birden çoğumuz için, hepimiz için diyeyim. Başka ne yapabiliriz? Yetmiyor tabii ama o ilk günlerin heyecanı geçtikten sonra başka ne yapabiliriz? Herkesin yapabileceği farklı şeyler var, kimisi yerine gidip binlerce kişiye yemek pişirebilir, kimisi gönüllü sağlık görevlisi olarak çalışabilir, kimisi enkaz kaldırmaya yardımcı olabilir, herkesin uzmanlığı veya bildiği farklı. Orada şapkayı önümüze koyup biz farklı ne katabiliriz veya bizce iyiyiz ve nasıl farkı yaratabiliriz, nasıl bölgeye destek olabiliriz? Bölge insanına, bölge üreticisine nasıl destek olabiliriz? Tabii ki yemek tarafından çok bakıyoruz; yemek üretimi, bölgenin mutfak mirası, bugün yapılan üretim çok çok önemli. Hep tarihi şeylerden konuşuluyor genelde ama bugün için de çok önemli bir bölge üretim açısından, özellikle ufak üreticiler açısından.

Bugünü de geçmişi de değerli bir bölge ve umarız geleceği de öyle olur

Neler yapabiliriz diye düşündük ve dedik ki bunu dünyaya anlatmamız lazım. Türkiye’de birçok zaman bazı değerlere yani bölgedeki toprak müthiş. Bugünü de geçmişi de değerli bir bölge ve umarız geleceği de öyle olur ama çoğu kişi çok farkında değil. Bu sınırların dışına çıktığınız zaman Türkiye’nin dünyadaki repütasyonu doğru olabilir. Bazen dayak yiyoruz orada ama bütünüyle baktığımız zaman evet çok çok değerli bir mutfak, yani Güneydoğu mutfağı çok önemli. Sadece Güneydoğu Türkiye’de değil, Kuzey Suriye’de de öyle. Yani bir bütün olarak bakmak lazım, Halep’e de bakmak lazım.

A.Ö.: Evet, depremlere de öyle bakmak lazım.

M.G.: Zaten öyle baktık yani ‘Cradle of Food’a baktığımız zaman sadece Güneydoğu Anadolu mutfağı değil, aynı zamanda Kuzey Suriye yani nasıl arının ya da kuşların pasaportu yoksa yemeğin de o şekilde yıllar boyunca öyle geçişgenliği var ki. Her neyse lafı uzattım, ne yapabiliriz? Bu bölgenin mutfağını, bu bölgenin mutfak mirasını, bölgenin üreticilerini, bütün güzelliklerini iyi bir şekilde dünyaya nasıl anlatabiliriz? Buradan yola çıktı fikir, daha detaylandırırız ilerledikçe ama istiyorsan sen isme geç çünkü o da bayağı bir anlatıyor.

Cemre Torun: Evet.

M.G.: “Bir konferans yapalım,” dedin.

C.T.: Evet bir konferans yapalım.

M.G.: Bir konferans aracılığıyla veya bir etkinlik aracılığıyla bütün dünyaya bu meseleyi nasıl anlatırız diye kafa patlatmaya başladık.

Bölge mutfağını da, insanını da, üreticisini de el üstünde tutmamız ve çok dikkatli taşımamız lazım

C.T.: Evet aynen, yemeği merkezine alan, hem bölge mutfağı hem mirası hem de günümüzde çok değerli ve çok önemli bir bölge gıda üretimi açısından sonuçta. Bütün bunları anlattığımız, paylaştığımız aynı zamanda yemeğin iyileştirici gücünü de tekrar hatırladığımız, konuştuğumuz bir konferans hayal ettik. Tabii İngilizce bir isim düşündük ne olabilir, ne olmaz? Hani bütün dünyadaki herkesin anlayacağı, bütün dünyadaki herkesin anlayacağı. Medeniyetler beşiği sonuçta bu coğrafya, binlerce yıldır birçok medeniyete, uygarlıkların merkezi, medeniyetler beşiği o yüzden ‘Cradle of Civilization’ zaten ‘medeniyetler beşiği’ demek, oradan aklımıza geldi ve ‘Cradle of Food’ da zaten yemeğin beşiği.

Gerçekten de yemeğin doğduğu yer diye düşünürsek çok anlamlı geldi. Aynı zamanda bir de şöyle bir anlamı var; ‘cradle’ taşımak demek. Ama koruyarak taşımak demek yani bir bebeği ya da bir bibloyu mesela çok kırılgan, kolu kırık bir kuş hayal edin, onu elinizde, avucunuzda böyle çok el üstünde tutarak taşırsanız ‘cradle’ etmek. Biz onun da çok aslında bu anlamda, böyle anlamlı olabileceğini düşündük. Çünkü bölge mutfağını da, insanını da, üreticisini de el üstünde tutmamız ve çok dikkatli taşımamız lazım.

M.G.: Dikkatlice, orada böyle üstünde durduğumuz bir konu depremden sonra. Zaten o topraklar çok hoyratça kullanılıyor, topraklar, akarsular, denizler vs. çok hoyratça kullanılıyor. Geçmişteki o değerli kültürler de çok hoyratça kullanılıyor, çok kolayca harcanıyor veya bir basit satış malzemesi yapılabiliyor. Böyle bir durumda iken, böyle yerle bir olmuş şehirleri görünce, üretim alanlarını görünce buna ancak dikkat edersek iyi bir şekilde yarına götürebiliriz fikri de vardı.

C.T.: Ve gerçekten koruyabiliriz.

M.G.: Dikkatlice tutmanın biraz da yaklaşımı oradan.

C.T.: Evet öyle.

A.Ö.: Fakat enteresan bir şey vardı benim gözlemlediğim kadarıyla. Bu sadece bir konferans organizasyonu değildi aslında, bu dayanışmanın da güçlendirildiği bir şeydi. Ben depremin ilk günlerinde şunu dedim; ülkede galiba yemek sektörü dışında bir araya gelip bir şeyler yapabilenler dışında kimse kalmamış. Yani depremdeki o organizasyonsuzluğu falan görünce. Yemek gerçekten çok birleştirici bir şey ama siz buradan taşıdıklarınızla orada bir dayanışmayı görünür hale de getirdiniz gibi, ben buradan hissettim açıkçası. Buradan çok sayıda insan gitti, bunlar sadece şefler değildi. Herkes vardı yani yemek antropologları, arkeologlar, barmenler, yanlış mı söylüyorum bilmiyorum.

M.G.: Çok doğru.

Yemek demek güven demek, samimiyet demek, birliktelik demek, aynı sofrayı paylaşmak demek

A.Ö.: Esas orada, dışarıdan bakana heyecan veren şey, o dayanışma ruhunun orada gerçekten hissedilebiliyor olmasıydı. Bunu nasıl başardınız ya da bunu öngörerek mi organize ettiniz? Bunu sormak istedim açıkçası.

C.T.: Bir kere her şeyden önce yemek bizim için zaten öyle. Hayatın merkezinde, ama hakikaten yemek hayatın merkezinde.

A.Ö.: Kesinlikle öyle.

C.T.: Tarih boyunca da böyle olmuş. Ekonomiden politikaya, göçlerde, bugün iklim krizinde yemek hepsiyle bağlantılı. Aynı zamanda yemeğin karın doyurmaktan çok daha öte değerler taşıdığını da biliyoruz. Yani yemek demek güven demek, samimiyet demek, birliktelik demek, aynı sofrayı paylaşmak demek. Dünyanın neresinde olursanız olun.

A.Ö.: Sadece sevinci değil yası da paylaşmak.

C.T.: Aynen, çok çok merkezinde hayatın. Dolayısıyla yemeğin bu gücü yadsınamaz, bu gücünü de biz zaten herhalde bu dönüştürücü ve iyileştirici, birleştirici gücünü yani hem bireyleri, hem toplumları hem de doğayı birleştirebilme, iyileştirebilme, dönüştürebilme gücünü senelerdir bütün yaptığımız işlerde de aslında taşıyoruz. Bu ‘cradle of food’u düşünürken hakikaten dediğiniz gibi depremin ilk haftalarında, hatta haftalarca, aylarca orada mutfak kurup yemek pişirenler oldu, hala da var. Müthiş ve muazzam bir dayanışma ve seferberlik haliydi ve yemek gerçekten çok önemli bir roldü.

A.Ö.: Bir de şöyle bir şey var. Yemeği sadece afetzedelere yapmıyorsunuz, afetzedelere yardım edenlere de yemek vermek durumundasınız. Bir de böyle bir şey var.

C.T.: Tabii, bir de şöyle bir şey var. Karın doyurma meselesi var tabii ki ama bir de sıcak çorbanın, bir tas yemeğin beraberinde getirdiği hisler de var. Kendimizi iyi hissetme, böyle bir okşanmış, bakılmış, biri bizi önemsiyor hissi o kadar önemli ki. Hele öyle, o durumda iken. O yüzden çok önemli bir yeri vardı yemeğin. Bizim için de bunu planlarken hakikaten birbirinden değerli konuşmacıların hem bölge mutfağıyla hem de yemeğin birleştirici gücünü anlatmak yetmez dedik, ona da ayrı gelelim tabii. Bunu bir de yaşayalım dedik, buradan sana bırakayım.

Başkasını doyurmak herhalde iyilik göstergesinin başında geliyor

M.G.: Günü veya birkaç gün süren bir hikayeden bahsediyoruz, ona gireceğim. Ama ona gelmeden önce o demin ‘yemek yapan veya yemek sektörü dışında, lokantacılar, aşçılar dışında bu kadar organize olan veya bu kadar yardım eden başkaları olmadı mı?’ diye bir laf attınız ortaya. Orada sadece lokantalar veya aşçılar değil, aynı zamanda üreticiler de, çiftçiler de yani yemek yapan insan, bu ister aşçı olsun...

C.T.: Topraktan tabağa kadar.

M.G.: İster evde yemek pişiren anne, baba, dede, her kimse, ister profesyonel bir aşçı, ister üretici, peynir yapan, bir kavanozun içinde x bir şey üreten ya da çiftçi olan temelinde iyi insanlar... Başkasını doyurmak herhalde iyilik göstergesinin başında geliyor. Birine yardım ediyorsunuz ve zaten günlük işi bu insanların. Bu yüzden de doğal bir sonuç aslında. Ne yapabiliyor? İnsanın karnını doyurabiliyor. Ne yapabiliyor? Rafında fazla kalmış malzemeyi verebiliyor. Tabii ki kötü örnekleri oldu, daha yüksek fiyata, fırsattan istifade onu satmaya çalışan da oldu vs. Ama onlar gerçekten azınlıkta, en azından gördüğümüz kadarıyla. Çoğumuzun yani insanın içindeki iyilik çıktı ortaya. Bu yemek etrafında çok dolaştı, o yüzden demin Cemre’nin anlattığı hakikaten hayatımızın merkezinde olan yemek, iyilik de yapabiliyor, insanı da iyileştiriyor, sağlık olarak da iyileştirebiliyor.

Konferansa gelince, konferans deyip duruyoruz aslında bütünüyle bir etkinlik. Çünkü tek başına bir konferans değil. Demin oradan girdin değil mi, oradan bana laf attın? Şöyle birkaç parçaya bölmekde de belki yarar var dinleyicilerin böyle hissetmeleri için. Bir taraftan dünyanın dört köşesinden gelen gerçekten konunun uzmanları. Bir bölge mutfağı veya bir bölge yeme içme kültürü, bir de yemeğin iyileştirici gücünden de bahsediyoruz. Cemre bahsetti ondan. Bu konularda 12 konuşmacı vardı dünyanın her yerinden. Amerika’dan da gelen var, İtalya’dan da gelen vardı. Arkeolog var, sosyolog var, mimar var, şehirlerin nasıl yemek etrafında oluştuğunu, tarih boyunca yemeğin şehirleri nasıl şekillendirdiğini anlatan muazzam bir yazar ve mimar onu anlatmaya geldi. O yüzden odaklanmış, son derece sofistike; ama aynı derecede de samimi, rahat ve tatlı.

C.T.: Duygu yüklüydü.

M.G.: Duygu yüklü konuşmalar. Yani bir yükseliyordu konuşma, böyle neşe içinde gülüyorduk da aynı konuşmanın içinde. 20 dakikalık aşağı yukarı o konuşmalar. Ondan sonra bir bakıyorsunuz etrafınızdaki herkesin gözleri dolmuş, bir bakıyorsunuz o hüzünlü gözler gülmeye başlıyor. Böyle müthiş duygu dolu inişler çıkışlar oldu gün boyunca. Bir bu vardı, bu konferans vardı yani o kendi başına zaten müthiş bir tecrübe. Bir de bütün gün boyunca yemek yenecek, yani bir yemek konferansına gidip de yemek yememek olmaz.

C.T.: Bir bölge yemeği yiyeceksiniz değil mi, üstelik Londra’da?

M.G.: Evet. Niye Londra? Ona da geleceğiz.

C.T.: Bir de şunu eklemek istiyorum. Çok tarihi bir mekanda değil mi? Eski balıkçılık halinde, restore edilmiş bir balık hali.

M.G.: Evet ve şehrin ikonik binalarından bir tanesi, Thames Nehri kenarında. Bu çok özellikli bir iş oldu orada yapabilmemiz, yani biraz şansımız yaver gitti orada. Bir tarafı bu konferans, burada amaç bu hikayeleri anlatmak, üreticiyi anlatmak. Yani burada Urfa’daki sade yağcı da anlatıldı çünkü orada sade yağ aynı şekilde Antep’te yapılan baklavanın içine eğer o sade yağdaki, o dağların dibinde yetişen ivesi koyunlarında çıkan sade yağ yoksa o zaman baklava olmaz Antep’teki. Yani bütün bu zincir de anlatıldı en basit haliyle. Duke Üniversitesi’nden Kathryn Morgan da orada, yıllardır neredeyse 10 senedir Türkiye’deki kazılara katılıyor, pek kimse bilmiyor. Cemre kurcaladı, buldu bunu. Araştırdı, nasıl bulduysa!

C.T.: Hafiye gibi peşine düştüm kadının.

M.G.: Hatta ısrarla ‘gel, gel!’ dedi ve hakikaten Amerika’dan iki günlüğüne geldi. Müthiş zihin açıcı bir konu ve uzmanlığı da ‘Feast and Alcohol in Ancient Mesopotamia’. Buradaki kalıntılardan, nasıl yendiğini, neler içildiğini, niye böyle bir bölge? Bölge müthiş anlatılıyor tabii.

C.T.: Bu coğrafyanın neden değerli olduğu, aslında tarihi bakımdan.

M.G.: Bunu anlatma derdindeyiz. Bunu sadece sıkıcı bir ders gibi, ‘bakın kitapçıkta şu yazıyor, bu yazıyor’ gibi değil bunun birkaç adım ötesine geçmek gerekiyor. Anissa Helou var mesela.

C.T.: Bölge mutfağının belki de dünyadaki en önemli uzmanlarından biri.

M.G.: Güncel uzman.

C.T.: Güncel uzman. Evet o vardı, o da özellikle sınırlar ötesi.

M.G.: Bölgesel mutfak.

C.T.: Bölgesel mutfak. Milliyetçiliğe falan girdik onunla da.

M.G.: Yemek milliyetçiliğine falan girdik.

C.T.: Aynen, Antakya mutfağı, Gaziantep mutfağı, tüm aslında konuşmacılar tarafından öyle tatlı işlendi ki. Hem dediğim gibi bilgi doluydu hem de hiç bilmiyorsanız, sonuçta sadece Türkler izlemedi, yirmiden fazla ülkeden insan geldi, katılımcı vardı. İzleyiciler arasında Hindistan’dan, Çin’den, o kadar çok farklı ülkeden insan vardı ki.

M.G.: Yazar-çizer çok vardı.

Dayanışma meselesinde egonun yok olması en büyük olaylardan biriydi galiba

C.T.: Evet, yemek yazarı ya da gazeteci, gastronomi okullarının yöneticileri vardı. Yemek topluluklarının temsilcileri vardı. Londra’da yaşayan Türkler de vardı elbette. Çok farklı tatlı bir izleyici grubuydu. Biz daha önce de aynı şekilde bir konuyu hiç bilmeyen de bir şey alsın yani çok fazla bir şey alabilsin ama biliyorsa da o da bir şey öğrenebilsin. Hakikaten öyleydi, çok bilgi dolu ama duygu doluydu. Konferans kısmı böyleydi. Şimdi bu kadar insan, 300 küsur kişi bir taraftan konferansta öğle yemeği yiyecek. Genelde böyle ‘catering’ mutfağından çıkan basmakalıp açık büfe olur. Orada normalde böyle x bir yemek olur, karın doyurmak için atıştırmalık olur öğle yemeğinde. Fakat bu bir yemek etkinliğiydi ve yemeği kutladığımız, yemeğe saygı duruşuydu. O yüzden öğle yemeğini de ‘etkinlik içinde etkinlik’ dedi ya Memo, o yüzden hakikaten öyleydi. Bir gün evvel Türkiye’den ve dünyanın farklı ülkelerinden bölge mutfağıyla çalışan, haşır neşir yaklaşık 50 kişi -bunlar şefler, yemek yazarları, antropologlar, dediğiniz gibi araştırmacılar, kitap yazarları- aslında kayıt alsın diye çağırdığımız İtalyan gazeteci mesela, yemek yazarı, o da oturup yemek yaptı.

A.Ö.: Yani yemeği 50 kişi birlikte hazırladınız aslında?

C.T.: Aynen hep onu diyorum. 100 el yaptı.

M.G.: Plan aslında şuydu; biz sekiz grup kurgulamıştık. Sekiz gruba bölelim, herkesten geleneksel tarifleri alalım. Yani bunların arasında havalı şefler de vardı ama kimse böyle imza yemeğini yapmadı. O yüzden mesela hiç ego yoktu, yani milyonlarca takipçisi olan da vardı.

C.T.: Dayanışma meselesinde egonun yok olması en büyük olaylardan biriydi galiba.

M.G.: Müthişti. Oradan Instagram’da milyonlarca takipçi olan var, Instagram’da hesabı olmayan da var. İkisi yan yana, eşit, hiçbir farkı yok, o kadar güzel ki, bunu çok görmüyoruz.

C.T.: Ve oturarak değil mi?

M.G.: Kimse ayakta değil.

C.T.: Genelde ayakta çalışırlar, burada oturarak.

M.G.: Orada görüyoruz ki, mesela şöyle bir sahne var önümüzde; bir yemek yazarı geleneksel bir tarifi öğreniyor, o da yeni öğreniyor onu Malatya’dan, o da onu.

C.T.: Kiraz yaprağı dolması.

M.G.: Kiraz yaprağı dolmasını. Aynen öyle, o da onu havalı bir şefe gösteriyor, o havalı şef onu biraz daha genç başka birisine gösteriyor. Başka bir ülkede oturan biri ve orada yemek yapan biri. Yani Malatya’dan birinden ki o yapraklar da orada bir hanımdan geldi, ondan sonra bavulla taşındı Londra’ya.

C.T.: Erik ekşisi falan da.

M.G.: Bunlar adım adım böyle geliyor ve o söylediğimiz sekiz grup, her biri birkaç tane yemek seçti ve yaptı. Bunlar her birinin yanına demin Cemre’nin söylediği kayıt almaları için gönüllü görevlendirdiğimiz yine yazar-çizer, kimisi fotoğrafçı, kimisi gazeteci, kimisi yemek yazarı, kimisi daha farklı sosyoloji yazarı diyelim ama derdimiz bunları kayıt altına almak ve bu kayıt altına alınanlar bölgeden değil. Mesela bir İtalyan, mesela bir Polonya’dan gelen vs. fotoğrafları çekildi, videoları çekildi ve notlar alındı. Yani plan buydu ama bir baktık onlar da oturmuş tezgaha yaprak sarıyor.

C.T.: Zaten bir oturan kalkamadı.

A.Ö.: Şunu düşünüyorum. Yani bu kadar insan ve dünyanın her tarafından insan o tariflerin ben şimdi hayalimde yayılma potansiyelini düşünüyorum. Yani buradan belki Portekiz’de seneye birileri kiraz yaprağına bir şey sarıyor olabilecekler.

M.G.: Olacak.

C.T.: Kesinlikle bu olacak zaten. Şimdiden o gün bile geldi şeyleri.

M.G.: ‘Ben bunu böyle yaparım, ben bunu şöyle yaparım’ dedikleri oluyor. Bir de bütününe baktığımız zaman bütün ‘cradle food’un ana amacı yani sonuçta neyin peşindeydik? Aslında birkaç yüz kişilik yani 300 kişinin dinlediği bir konferansı düşünün, yani bu kadarı 300 kişi için yapılmıyor elbette. Yahut orada 300 kişi yemek yesin diye böyle bir şeyler yapılmıyor. Önemli olan bunun yayılması. Dolayısıyla ‘yayılması’ kelimesi çok önemliydi burada.

C.T.: Evet.

M.G.: Yani sakin bir denize taş atın, dalgalar yayılıyor yayılıyor ve yayıldıkça...

C.T.: Nereye ulaştığını sonra kontrol edemiyorsunuz belki ama...

M.G.: Bazen konferanslar çok yapılıyor, bazen böyle binlerce kişilik konferanslar yapılıyor, devasa konferanslar. Daha çok sponsorları tatmin etmek için yapılan işler onlar genelde. Burada ise daha önceki tecrübelerimizden yani daha önce katıldığımız ya da organize ettiğimiz işlere baktığımız zaman küçük ve doğru insanlarla birlikte çok etkileyici olabiliyor. Yani akıllıca, doğru kurgulanmış kürasyonu. Hem konuşmaların hem de günlük hareketlerin, nelerin yapılıp yapılamadığı, insanlar kim kiminle birlikte, kiminle nasıl iletişimde olunur gibi, bütün bunları.

C.T.: En ince detayına kadar düşünülmüş.

M.G.: Deli detayı. Basque Culinary Center’dan şu geliyor, oradakine eğitim olarak daha neyi, ne anlatabilecek. Biriyle yan yana getirirsek orada nasıl bir etkileşim olur gibi Bask bölgesinin mutfak okulu. Dünyanın önde gelen mutfak okullarından biriyle nasıl bir birliktelik yaratılabilir? Seyircilerden bir tanesi dünyanın en büyük yayınevlerinden bir tanesinin, özellikle mutfak kitapları, yemek kitaplarının başındaki kadın. O da özellikle davet edildi. Çünkü bölge mutfağının yemekleriyle ilgili acaba yarın öbür gün nasıl bir kitap çıkabilir? Bunun gibi ve orada tanıştırılan insanlar vs. yani çok ciddi ve çok hassas dengeler. Bunları iyi niyetle ve açık yüreklilikle yapıldığı zaman...

A.Ö.: Getirisi çok daha büyük oluyor.

M.G.: Çok güzel oluyor.

C.T.: Sahiplenme konusu aslında bir taraftan ‘sahiplenelim, hadi sahiplenin’ demesi kolay ama gerçekten sahiplenilmesi için bir bağ olması için, korumak için. David Attenborough mu demiş? Ben kendim dedim zannediyordum! Sonra düzelttiler, aynen böyle diyormuş, bu doğa için de geçerli, balığı koruyalım dediğimizde de aynı şey geçerli, ormanları koruyalım da da. Hayatında hiç ormana gitmemiş birinden beklemezsiniz ormanı korumak istemesini. O yüzden bu sahiplenme meselesi hakikaten çok önemli, sahiplenmek için de bir bağ kurması lazım. Orada gördük ki işte Polonyalı yemek yazarı da, İsveç’teki aslında Türk asıllı değil mi? Yıllardır İsveç doğumlu olup da orada müthiş işler yapan genç bir şef de o gün kesinlikle söyleyebiliriz ki bir bağ kurdular, birbirleriyle de bağ kurdular. Çok ilginç olarak zaten birbirleriyle bağ kurmalarını istiyorduk. Yemekle de bekliyorduk ama kendi içleriyle de kurdular. Bu çok değişik oldu, ben o kadarını beklemiyordum. Mesela biri geldi dedi ki, “Cemre biliyor musun ben Tireliyim aslen.” 20 yıldır tanıdığım bir Türk arkadaşım, bankacı, Londra’da yaşayan biri, “Bilmiyordum,” dedim. “Ben Tireliyim, şimdi artık gidince Türkiye’ye, artık bundan sonra gittiğimde kesinlikle Tire’ye gideceğim,” dedi. Çünkü konuşmacılardan biri Tire’den karadut hikayesini anlattı ve o kadar duygulandı ki, “Beni anneannemin evine götürdünüz,” dedi. “Ben unutmuştum bunu ve o dut ağaçlarına tırmanışım aklıma geldi, ben bunları unutmuştum” dedi. Bu kendi içine yoluculuk ve kendi içiyle bağ kurma olayı sürpriz oldu.

A.Ö.: Bambaşka bir şey.

C.T.: Evet çok duygu yüklüydü, aynen.

A.Ö.: Orada tabii çok inanılmaz bir konferans oldu, dinlediler, yapıldı vs. Fakat bütün bunlardan anladığım kadarıyla bir gelir de elde edilip o da deprem bölgesine iletildi diye anlıyorum.

M.G.: Şöyle, daha iletilmedi. Bu kar güden bir iş olamaz.

A.Ö.: Kesinlikle, tabii ki.

M.G.: Dolayısıyla ana amacımız para toplamak değildi. Birazdan ona da geleceğim neden öyle veya yani para toplamak birincil amaç olsaydı nasıl ve hangi formüllerle belki para toplanabilirdi? Bir sürü insan onu yaptı ve çok da iyi yaptılar, yapmaya da devam etsinler. Böyle bir işten, bir konferans düzenlediğiniz zaman genelde para kazanmak için yapılan işler bunlar dünya çapında. Tabii ki böyle bir şey olamaz, söz konusu değil. Bunun da özellikle altını çizmek için dedik ki biz bütün finansmanı bir sponsor tarafından karşılayalım, bu şekilde bütün bilet geliri, artı ilave bağışlar, artı orada satılan tişörtler, çanta gibi, önlük gibi, sabun, Antakya’da yıkılmadan önce imal edilen son parti sabun. Bir imalathaneden alıp, yüzlerce kilo sabun taşındı bavulla herkes tarafından, onlar satıldı orada. Bütün bu gelirler Turkey Mosaic Foundation üzerinden yapıldı, biz paraya dokunmadık. Onlar daha sonra Hayata Destek gibi ve ona benzer dernekler, kooperatifler, kadın kooperatifleri gibi yerlere bu para aktarılıyor olacak. Daha devam ediyor çünkü.

C.T.: Devam ediyor, daha kapanmadı. Bilet satışları tabii. Tamamen bağış için bir link yaptık, o hala açık o yüzden.

M.G.: Sponsoru diyemiyoruz şu anda, radyoda olduğumuz için, reklama girdiği için.

A.Ö.: O prototip diyebilirim ben.

C.T.: O hala açık olduğu için, o bittikten sonra aktarılıyor olacak ve tabii ki gıda, yemek üretimi üzerine. Şimdi ihtiyaçlar sürekli değişiyor bugünden şu güne. Bundan açıkçası üç ay önce yola çıktığımızda belliydi ihtiyaçlar ve buna kullanılır diye düşünüyorduk. Fakat o da değişti, bugün farklı bir gerçek söz konusu. O yüzden bakalım o bağış sayfası kapandıktan sonra ihtiyaç nedir? Ona göre buradaki yerelde olan ve bu ihtiyaçlar günlük bazda hatta takip eden kurumlarla irtibattayız zaten.

M.G.: İrtibattayız. Şunu da söylemekte belki yarar var; biz işin o tarafında çok aktif değiliz veya biz oturup karar vermiyoruz bağış şuraya gitsin, buraya gitsin diye. Bunu özellikle söylüyorum sonra bunu dinleyen biri ‘bizim şöyle bir derneğimiz var, ihtiyacımız var’ demesin. O yüzden söylüyorum, Turkey Mosaic Foundation ve tamamen şeffaf olan, kuruluşuna kadar denetlenebilen yapılarla çalışmak istedik. Birçok ülkede, Türkiye’de de böyle çok gri bir alan, böyle çok tatsız hatta dokunmak istemediğiniz bir alan aslında bu bağış meselesi. Kooperatiflerce toplanan, derneklerin topladığı paralar vs. böyle çok hoşlanmadığımız bir alan, bilmediğimiz de bir alan. O yüzden gerçekten milyonlarca pound toplayan bir yapıdan bahsediyoruz ve bunları doğru yerlere ulaştıran bir yapıdan bahsediyoruz. Onlara sorduk, bir sürüsü Cemre’nin çocukluk arkadaşı, Londra’da yaşayanlar, yani Londra’da kurulu bir yardım kuruluşu. “Böyle böyle bir iş yapmayı düşünüyoruz, ne dersiniz?” dedik. Tabii ki her türlü müthiş bir destek verdiler.

C.T.: Aynen.

M.G.: Onlarla öyle bir iş çıktı orada.

C.T.: Zaten son derece aktif bir şekilde yardım topluyor onlar ilk günden beri.

M.G.: Amaç para toplamaksa yani burada ana amaç demin söylediğim gibi bu bilgiyi yaymak.

C.T.: Kesinlikle öyle.

M.G.: Bu bağı kurabilmek ve bunu yurt dışında yani Türkiye’de kendi kendimize yapmak değil. Laf dağıldı galiba başka bir yere geçtim ama Türkiye’de genelde ne kadar iyi olduğumuzu, ne kadar müthiş bir mutfağımızın olduğunu, ne kadar harika olduğumuzu, işte ‘Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur’ vb. hep kendi kendimizi överiz ama bazen gerçek resmi de göremeyebiliyoruz.

C.T.: Bir balonun içinde oluyoruz çünkü.

M.G.: Ama bölge mutfağı gerçekten özel.

C.T.: Çok özel.

M.G.: Ve bütün Türkiye için söylüyorum bunu bu arada. Yani hem Güneydoğu, hem Ege için, yani Karadeniz’de de o kadar güzel yerler var ki. Çok çok özellikli mutfaklar var, özellikle mutfak demiyorum çünkü her biri birbirinden farklı. Bunu ve bunun arkasındaki insanlar o kadar dürüst ve güzel insanlar ki... Bunu üretenler, bunları yapanlar, bunları dünyayla paylaşalım. Bu konferansı İstanbul’da yapsak hayatımız çok daha kolay olurdu.

A.Ö.: Onu soracaktım niye Londra diye, siz oraya geldiniz.

Ana amaç dünyayla bunu paylaşmak

M.G.: Çok çok daha kolay olurdu Türkiye’de yapmak. Yerler belli, ne yapacağımız belli, yani o kadar zor bir şey ki uzaktan kumanda yani Londra gibi bir yerde.

A.Ö.: Bir kere taşımak zaten. Malzeme taşımak herhalde çok zor olmuştur.

M.G.: Maliyetli ama ondan öte gerçekten operasyonel olarak çok zor ve hayatımız çok daha kolay olurdu. Hayatımızı çok daha zorlaştırdık gibi gelebilir ama değil aslında. Yani ana amaç buydu, ana amaç dünyayla bunu paylaşmak. Madonna’nın ya da işte başka çok tanınan bir aktör veya aktris, şarkıcı Instagram’da bundan bahsettiği zaman, yıkılmış bir bina Malatya’dan, Kahramanmaraş’tan yahut Antakya’dan bir yerden daha önce zaten duymamış ki dünya bu bölgeyi. Bir şekilde o fotoğrafla ve o kişinin o yazısıyla bölgeyi tanıyor. Bir daha herhalde başka türlü duymayacak bölgeyi o yüzden onu biz değiştirdik diyemeyiz zaten, komik olur. Ama bazen o çorbada bir parça tuzumuz olduysa o fikri değiştirmek, o önyargıyı veya o fotoğrafı değiştirmek. Hakikaten güzel bir bölge, güzel insanlar, bölgesini seven insanlar, sahip çıkan insanlar. Çok büyük haksızlık, sadece bir moloz yığınıyla hatırlanmaları, binlerce yıldır var olan bir bölgeden bahsediyoruz.

A.Ö.: Kesinlikle öyle. Peki şunu soracağım, ama bir ekleme yapmak istiyorum, yurt dışında yaşayan arkadaşlarımdan en çok duyduğum şey şu oldu; depremden sonra kimse gelip bana ‘geçmiş olsun’ demedi. Yaşadığı ülke için söylüyorum bunu. Çünkü insanlar bilmiyorlar, tam da söylediğiniz gibi tanımıyorlar, bilmiyorlar. Dolayısıyla ‘geçmiş olsun’ deme gereği bile duymuyorlar yanındaki kişiye ve çok fazla sayıda arkadaşım bundan çok şikayetçi oldu. Depresyona girenler bile oldu, ‘niye böyle bir yerde yaşıyorum o zaman ben?’ falan gibi.

M.G.: Demin Cemre’nin söylediği yani tanımıyorsanız veya bir şekilde ilişkiniz yoksa nasıl sahipleneceksiniz? O zaman sizin söylediğiniz insanlar, arkadaşlarınızın veya tanıdıklarınızın çevresi eğer tanımış olsaydı bölgeyi hem daha fazla yardım ederlerdi, hem oradaki, yurt dışındaki arkadaşlarınız daha fazla destek verirdi buraya, belki bağışta bulunurdu. Herhalde söylemekte bir mahsur yoktur, hikayeyi istersen sen anlat.

C.T.: Japonya’da birkaç aylığına pop up yapan Kopenhaglı Noma, bir gecesini daha doğrusu ekstra bir gece açtı rezervasyona ki aylar evvel ‘sold out’ olan bir olay, birkaç ay oradalar Kyoto’da ve o geceyi olduğu gibi bağışladı, daha doğrusu bağış için açtı.

M.G.: Bunu niye yaptı? Çünkü bundan yıllar yıllar önce çok yakın bir arkadaşımıza nasıl baklava yaparım diye öğrenmek için Gaziantep’e gitmiştik. Orada geleneksel bir yöntemle baklava nasıl yapılır, hangi malzemeler kullanılır, sade yağ nedir, oradaki fıstık nasıl, oradaki hamur nasıl yapılıyor, adımları nedir? Detayına kadar pek kimsenin haberi yoktu çünkü orada böyle bağırıp çağrılmıyor. Genelde arkadaşlarımız geldiği zaman, öğrenmek veya görmek için geliyorlar. Bu bağ büyük olmasaydı dünyadaki birçok başka insan gibi o da ‘vah vah’ diyecekti.

C.T.: Görmezden gelecekti.

M.G.: ‘Yazık oldu, hay allah!’ diyecekti.

C.T.: Ya da üç beş kuruş gönderip bitirebilirdi.

M.G.: O bile değildi. Bangladeş’te bir şey olduğu zaman yapıyor muyuz her seferinde ya da Haiti’de olduğu zaman? Hayır, çoğumuzun belki bir bağı yok orasıyla.

C.T.: Evet, bağ gerçekten bu anlamda çok önemli.

M.G.: O yüzden mesela bir kilise yandığı zaman Paris’te, milyarlarca Euro’lar, Dolar’lar toplanıyor. Herkes seferber oluyor çünkü bir şekilde onunla bir bağı var.

A.Ö.: Şimdi burada bir enerji açığa çıktı, bundan sonra ne olacak? Yani bu yaptınız ve bitti mi yoksa bundan sonra başka planlarınız da var mı?

M.G.: Bana bakma!

C.T.: Böyle birbirimize bakıyoruz değil mi?

M.G.: O bir kerelik bir şey. Yani şöyle, hemen bundan sonra ne olacak? Videoları çekildi.

C.T.: Elimizde çok güzel röportajlar var. Videolar daha bugün benim elime geçti ve hepsini taradım. O kadar güzel ki. Bütün bu uzmanlarla yemek yapanların birçoğuyla, zaten bütün konuşmaların hepsiyle böyle farklı konularda röportajlar var.

M.G.: Bunları Youtube’tan vs. bir şekilde herkese yayabilmek için, önce bir İngilizce yayınlarız, sonra herhalde altyazı ekleriz diye düşünüyoruz. Ama adım adım yapılacak bunların her biri. Maliyeti var tabii onu düşünmemiz lazım.

C.T.: Etkileri nereye gidecek diyoruz ya hakikaten durup bir beklemek lazım. O etkileri şimdiden ben hatta üç gün sonra yaşadım. Valencia’ya Fifty West Restaurants için gittim. Gastronomi dünyasından belki yüzlerce kişi vardı ve herkes ‘Ne oldu Londra’da yahu!’ dedi. Dünyadan, Japonya’dan vs. gelenler, hani gelememiş olanlar veya haberi olmayanlar. Sonradan haberi olmuş, ‘Ne yaptınız siz orada?’ diye soranlara, böyle böyle anlatınca ‘Ah! İnanmıyorum, nasıl kaçırdım!’ dediler. Onların da kulağına bir şey kaçıyor şimdi. ‘Bir dakika, biz ne yapabiliriz?’ diyorlar. Yani etki alanı o kadar yaygın ve nereye gideceği belli değil ki. O yüzden bir bekleyelim, bakalım bütün bu dalgalar nereye gidiyor? Ne oluyor? Çünkü aslında o buluşmalarda, o bağlarda her şey gizli ve yüzlerce olduğunu düşünürsek çok çok değerli.

M.G.: Konu aslında sadece bölge değil. Yani bir Güneydoğu Anadolu veya Kuzey Suriye değil sadece mesele. Bütün bu konferansın veya ‘cradle’ dediğimiz zaman bütünüyle yemeğin asıl etkisinden bahsediyoruz. ‘Yarın, öbür gün devamı olur mu?’, ‘Bir tane daha yapar mısınız?’, ‘Gelin, İtalya’da yapın’, ‘Almanya’da yapın’, ‘Amerika’da yapın’ gibi istekler atıyorum. Şimdi onu yapmayız, çok rahatlıkla söyleyebilirim. Atıyorum Berlin’de bir tane yapsak mı? Çünkü...

C.T.: Bu bir tanıtım.

O da insan, öbürü de insan. O da üretici, öbürü de üretici

M.G.: Aynen öyle. Bu milli tanıtım aktivitesi değil, yani bir kez tekrarlıyorum milli değil. Bir bölgeden bahsediyoruz ve o bölgede hem Suriye hem Türkiye var. Evet bu Türkiye’deki faşistlerin hoşuna gitmeyebilir Suriye dediğimiz için ama genel bir bölgeden bahsediyoruz.

C.T.: Ve deprem iki bölgeyi de çok derinden etkiledi.

M.G.: Ne fark eder? O da insan, öbürü de insan. O da üretici, öbürü de üretici. O da buğday, öbürü de buğday. Absürt bir durum var orada o yönden. Yani bir yemek milliyetçiliğini götürmek. O yüzden kesinlikle bir milli tanıtım veya Türkiye’yi tanıtalım gibi böyle bir derdimiz yok. Ama yemeğin bölgeyi, yarın öbür gün başka bir bölgeyi, genel olarak yemekle psikolojinin nasıl buluştuğu, yemekle üretimin ne kadar önemli olduğu, küçük üreticinin gerçekten ne kadar önemli olduğu... Sürdürülebilirlikten tut, bilmem nereye kadar gidebilecek. Milyon tane gerçek sürdürülebilirlik, öyle bir konu oldu ki bu artık içi boşaltılmış bir laf gibi.

C.T.: Bizde daha iyi bir kelime var; ‘bereket’. Daha düzgün bir kelime gibi geliyor bana sürdürülebilirlikten.

M.G.: Dipsiz bir kuyu aslında. Ama biz konferans düzenleyicisi değiliz ki, yani işimiz gücümüz yok böyle bir şeyle. Bir gün hakikaten evde oturuyorduk. Cemre dedi ki, “Böyle böyle bir şey mi yapsak?” İyi fikir, o bir laf etti, ben bir laf ettim, böyle aramızda gitti geldi üç kere. Ondan sonra, hadi girelim mi girmeyelim mi? Sonra ben, “Ya hepsi senin başının altından çıktı!” dedim. Özellikle konferanstan birkaç gün önce, “İyi olacak mı acaba? Ya iyi olmazsa, ya kötü giderse. Bak, hepsi senin fikrin olur ama iyi olursa ben de yaptım diyeceğim daha sonra,” dedim.

A.Ö.: Çok da güzel oldu, elinize sağlık!

M.G.: Gerçekten çok iyi oldu. Ama böyle bir konferans düzenleyicisi değiliz. O yüzden her sene bir tane yapalım, her sene bir tane bilmem ne düzenleyelim olmayabilir.

A.Ö.: Ama bazı şeylerin farklı nasıl yapılabileceğini en azından başkalarına da göstermiş oldunuz diye düşünüyorum ben.

Zaten en çok onurlandırmak ve saygı duruşuydu

C.T.: Bunu Sitare Baras ile birlikte yaptığımız YEDİ’de de yaptık zaten. YEDİ konferansını yine Sitare ile burada, hatta bir röportaj yapmıştık burada, YEDİ üzerine yapmıştık. “Hayatımın en etkileyici günüydü,” diyenler oldu. “Abartma, o kadar da değil” diyorduk. Bir konferans eninde sonunda. Ama yok hakikaten öyle. İçerik çok önemli, o içeriğin detayı, bütün o kürasyonu hakikaten çok önemli. Bu tabii ki sadece konuşmacılar için, konular için geçerli. Ama katılımcılar açısından da önemli. Bence bir de şöyle bir şey var; bu sefer, yani bu ‘cradle of food’da, ismini bile şehircilik ve yemek üzerine uzman olan Carolyn Steel dedi ki, “Keşke ‘Slow Food’ bunu düşünseydi, hakikaten nefis bir isim.” Böyle bir bölge gerçekten.

M.G.: ‘Heart of food yerine ‘cradle of food’ olsaydı.

C.T.: Öyle. Kalpleriyle herkes oradaydı, tüm kalbiyle oradaydı. Bu sefer böyleydi. Aynısını yapmaya çalışmak hem olmaz, zaten öyle bir istekte değiliz. O ayrı ama aynı ruhu yakalamaya çalışmak da olmaz. Herkese binlerce teşekkür, ne kadar teşekkür etsek az zaten hepsine. Valizinde, bavulunda zeytin taşıyanlar, malta eriği taşıyanlar, hatta aramızda espriydi; hani böyle sorarlar ya ‘Bavulunuzu kendiniz mi doldurdunuz? Başka bir şey aldınız mı kimseden?’ Herkes, ‘Hayır!’ dese yeridir. Çünkü hakikaten herkes bir şey taşıdı. Buradan bakır tepsiler gitti, kumaşlar gitti. Mesela Antakya’dan ipek, el dokuma kumaşlar götürdük. Orada, girişi tamamen onlardan oluşan panolar yapıp döşedik. Yani bir şekilde, ‘Belki de zaten en çok onurlandırmak ve saygı duruşuydu’ diyoruz ya, hakikaten de en çok duyduğumuz şey de oydu.

M.G.: O ‘gurur duyduk’ lafı... Mesela o el dokuma ipek kumaşlar. Cemre söyleyince hatta Tülin’di değil mi? Tülin destek verdi. İçeride o bulmuştu. Genel ‘styling’ vs. Herkes el birliğiyle yaptı. Müthişti yani. Prototipi etiket tasarımını, logo tasarımını yapan Lotta Jorgensen, yani İsveçli efsane tasarımcı. Food dergisinin arkasındaki akıl. Onu aradık işte, “Böyle bir şey yapacağız, sen de destek ver, nasıl yardımcı olursun?” dedik. “Tabii ki her türlü yardımcı olurum,” dedi. Yerlerde panoları dikiyordu bir gün öncesinde.

C.T.: Tülin’le birlikte.

M.G.: Bir yerden giriyorsunuz içeri. Böyle bir olgu, müthiş bir yerde ve Antakya’dan gelen bu el dokuma kumaşların arasından giriyorsunuz. Ondan sonra oradan müthiş sabun kokuları, defne sabun kokuları içinde böyle bir yere giriyorsunuz. Onu kızıyla birlikte yapıyordu değil mi Cemre? Kumaşları dokuyan hanım kızıyla birlikte bunları yapıyor ve böyle bir yerde kullanılıyor. Evleri yıkılmış, imalathanede yatıyorlar ve elindeki o kumaşlar tam fiyattan satın alınıyor tabii ki. Bir de onları orada sattık. Onlar da bağışa gitti ilave. Hakikaten her noktası böyleydi.

C.T.: Her noktası el üstünde tutmak üzerineydi ve herkes de bunu gerçekten hissetti, yaşattı da aynı zamanda. Gerçekten onlar da bu işin parçasıydı, katılanlar yani. Tabii beraber gittiklerimiz diyelim, seyirciler de bunu hissetti. Zaten önce çok kısa bir video paylaştık. Bir gün öncenin aslında o yemek hazırlık videosunu paylaştık ve yemek bir kere çok lezzetliydi, onu da söylemem lazım. Aslında bu kadar farklı mutfaklarda yapılan, yerinde değilsin, kendi mutfağında değilsin, yani olmayabilirdi de bu kadar elin girdiği ama çok lezzetliydi ve herkes ‘Her lokma bu kadar mı lezzetli olur?’ dedi. Onu geçin, “Hayatımda yediğim en güzel yemeklerden biri,” diyen oldu. Bu kalbiyle orada olduğu içindi insanların.

A.Ö.: Süper! Çok az vaktimiz kaldı. Ben son bir soru sormak istiyorum. Bunu hep programın sonunda soruyorum. Bütün bunlardan sonra siz kişisel olarak ne hissediyorsunuz? Onu merak ediyorum. Yaptıklarımızdan sonra ve bütün o insanların bir araya gelip, bir enerji bağı kurmasından sonra kişisel olarak ne hissettiğinizi alıp programı bitirmek istiyorum.

M.G.: İki gün böyle bir aptala döndük tabii, neydi bu diye. Birçok şey üst üsteydi, tabii uzun bir sürecin çok yoğun odaklanılması ve hazırlığı vardı. Ondan sonra iki gün boyunca zaten gözlerimiz böyle bir doluyordu, bir kuruyordu, bir doluyordu, bir kuruyordu.

C.T.: Bir tane düzgün fotoğrafımız yok yahu!

M.G.: Hep böyle suratlar, gözler yamulmuş vaziyette. Ben şunu hissettim; yani bayağı birkaç gün boyunca kendimize gelemedik zaten İstanbul’a döndüğümüz zaman. Yani hem duygusal olarak hem de fiziksel yorgunluk. Bunu sana da söylemedim, böyle kendimi durup dururken ağlarken buldum günler boyunca. Ama üzüntüden değil. Sadece araba kullanırken ya da yolda yürürken birden gözlerim doluyor ve böyle ağlamaya başlıyordum. Ama hiçbir sebep yok. O kadar böyle yüklenmişim ve o kadar çok yoğun bir his vardı. Onun için iyi ki yaptık yani.

C.T.: Çok da iyi oldu. Kesinlikle bütün yorgunluğa değdi. Aynen, o kadar duygu yüklüydü ki birkaç gün zaten kendimize gelemedik. O günlerde de öyle. Yani daha önce hiç olmadığım kadar heyecanlıydım sahnede. Zaten orada seyirciler arasında bir taraftan bütün Ortadoğu mutfağını batıya tanıtmış, neredeyse 90 yaşındaki Claudia Roden. Bütün gün oturdu, sabahtan akşama kadar en ön sırada pür dikkat dinledi bütün konuşmaları. Bir taraftan Maksut Aşkar’la Filiz Hösükoğlu oradalar. Onlar en başından beri bizim yanımızdaydı. Bir taratan onları görüyorum, bir taraftan bütün çok farklı ülkelerden insanlar orada. ‘Bir dakika ya, bu oldu galiba, oluyor, başardık galiba!’ dedik. Ondan sonra gelen tepkiler ve aldığımız telefon mesajları... ‘Bir dakika, benim bir oturmam lazım!’ dedim çünkü çok çok duygu yüklüydü ve oturdum ağladım.

M.G.: Boğaz’da yürürken oturdum, ağlamaya başladım.

C.T.: O kadar güzel tepkiler ve mesajlardı ki iyi yaptık!

M.G.: Sulu gözlü olduk anlayacağınız!

A.Ö.: Peki. Cemre Torun ve Mehmet Gürs stüdyomuza geldiğiniz için çok teşekkür ederiz. Yaptığınız iş için de ayrıca çok teşekkür ederim kendi adıma da. Bize uzaktan bu heyecanı yaşattınız, izlemek çok inanılmaz keyifliydi uzaktan da olsa. Çok teşekkürler, ayağınıza sağlık.

M.G.: Biz teşekkür ederiz.

C.T.: Çok teşekkürler.

A.Ö.: Programımızın sonuna geldik. Masada bize Selahattin Çolak destek verdi, kendisine de çok teşekkür ederiz. Görüşmek üzere.