"Türkiye ekonomisinin iç ve dış hesap dengesizliği ve açıkları devasa problemler üretmiş durumda"

Ekonomi Politik
-
Aa
+
a
a
a

Ekonomi Politik'te Ali Bilge, Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik açmazları bir kez daha dile getiriyor.

""
Ekonomi Politik: 22 Nisan 2024
 

Ekonomi Politik: 22 Nisan 2024

podcast servisi: iTunes / RSS

Ömer Madra: Günaydın Ali Bey, merhabalar!

Ali Bilge: Merhaba Ömer Bey, merhaba Özdeş!

Özdeş Özbay: Günaydın!

A.B.: Günaydın, iyi haftalar!

Ö.M.: Çok teşekkürler! Nasıl bir haftaya giriyoruz? Ekonomiden ve Türkiye’deki durumdan bahsedelim öncelikle isterseniz.

A.B.: Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik açmazları döne döne konuşuyoruz. Yıllardır bu alanı takip eden bir kişi olarak, bir déjà vu yaşıyorum. İktisadi krizler, krizlerden çıkış için ortaya konan istikrar programları sarmalında déjà vu yaşıyoruz. 1989 sonrasında Türkiye ekonomisinin girdiği yeni patikayla birlikte, yaşanan iktisadi krizleri, krizlere karşı alınan önlemleri, ekonomi yayıncılığı yapanlar, iktisatçılar hep tartıştı ve konuştu.

Kendi payıma konuşayım; yayınladığım dergide geçtiğimiz yıllarda çok defa ‘nasıl bir istikrar programı olmalı’ üzerine kapaklar yaptık; oturumlar, toplantılar düzenledik. Ülke deneyimlerini bolca konuştuk. Krizlere teşhis ve çıkış için yapılan uygulamalara - Latin Amerika, İsrail, Doğu Avrupa - baktık. IMF, Dünya Bankası, OECD gibi kuruluşların yaklaşımlarını enine boyuna değerlendirdik. Yeni nesil bu krizler, sermaye giriş çıkışlarına açık ekonomilerde yaşanan krizlerdi. Türkiye’de de ilan edilen ya da edilmeyen derin ya da sığ krizlerle boğuşa boğuşa bugüne kadar geldik.

Genel olarak baktığımızda, krizlerin çıkış nedenleri ve uygulanan politikalar hemen hemen aynı. Déjà vudan kastım bu işte! Hastalığın nedenleri çoğunlukla aynı oluyor, çıkış için de hep benzer tedbirler alınıyor. Bir sarmal gibi dolaşa dolaşa bugünlere geldik.

Türkiye ekonomisinin son durumuna gelince, 2021 yılından itibaren ‘nas’ söylemi üzerinden uygulanan düşük faiz politikası, durumu daha da kötüye götürdü. Nas üzerinden üretilen düşük faiz politikası, 2023 Mayıs seçimlerine kadar devam ettikten sonra ‘irrasyonel’ ilan edildi. Yeni Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, ‘Artık rasyonel politikalara geçeceğiz’ dedi. Şimdi ülke olarak rasyonel dalga içindeyiz!

Önce şunu ortaya koyalım; irrasyonel dalga da, rasyonel dalga da bu hükümete ait. Peki, rasyonalite ile kastedilen nedir? İrrasyonel politikalar olarak nitelenen, 2021 yılından itibaren uygulanan nas üzerinden üretilen düşük faiz politikası, ekonomik dengeyi ve makro parametreleri çok kötü hale getirdi. Yüksek enflasyonla ve ödemeler dengesi krizi ile karşı karşıya kaldık. Patlamak üzere olan iki bomba oluştu; ilki; iç hesap dengesizliğinin ürettiği yani bütçe ve kamu dengesizliğinin oluşturduğu bomba. İkincisi ise dış hesaplar açıkları üzerinden oluşan, döviz varlıklarının eksiye düşmesi nedeniyle oluşan ödemeler dengesi bombası. Türkiye ekonomisi, iç ve dış hesap dengesizliği ve açıkları üzerinden devasa problemler üretmiş durumda.



Enflasyonu ve döviz açığını yüksek boyutlara taşıyan irrasyonel politikaları terk edip, rasyonel politikalara geçildiği söylenmesine karşın, rasyonel politikaların ne menem bir şey olduğunu derli toplu halde gösteren bir dokümana sahip değiliz. Elimizde rasyonel politikaları anlatan bir kitap, belge yok.

Benim büroda, kütüphanemde yıllar boyunca yaşanan krizlere ve çıkış programlarına ait ciddi koleksiyonum var - tüm ekonomi programlarının, IMF’li, IMF’siz istikrar paketlerinin yazılı metinlerinin yer aldığı dokümanları kast ediyorum. Şimdi böyle bir şey yok elimizde, sadece bazı sözler, ifadeler var. Bir de daha önce ilan edilen orta vadeli programda yer alan ifadeler var. Yani, dört başı mamur yayınlanmış, klasik bir dezenflasyon programını da görmüş değiliz. Aslında söylediğim gibi, dezenflasyon programları birbirlerine çok benzer, kopya kağıdı ile bile üretebilirsiniz.

Hükümet ve saray tarafından ilan edilen yazılı bir belge yok elimizde. Peki ne var? Merkez Bankası ve Maliye Bakanı’nın açıklamalarından çıkarttığımız, ‘yüksek faiz ile dış kaynak çekmeye çalışma gayreti var’.

Türkiye gibi döviz açığı olan ülkelerin, döviz açığını kapamak için dışarıdan gelecek dövize ihtiyacı var. Bunun için de yabancıların, öncelikle günlük dilde ‘sıcak para’ denilen portföy yatırımlarına, hazine tahvillerine, borsaya, bankalara mevduat olarak Türkiye’ye gelmesi gerekiyor.


Peki, bunu nasıl sağlayabiliyorsunuz, nasıl cezbedebiliyorsunuz? Gelecek yatırımcılara yüksek faizler veriyorsunuz ve bunun için yüksek faiz politikası uygulamanız gerekiyor. Buna da ‘sıkılaştırma’ deniyor. TL’yi değerli kılacağım, TL’nin yabancı paralar karşısında devalüasyonunu önleyeceğim, ülkeye yüksek faiz karşılığında döviz akışı olacak, döviz sorunu çözülmüş olacak, faizlerin yükselmesi ve TL’nin değerli kalması sonucunda iç talep daralacak, yüksek enflasyon engellenecek. Ekonomik daralma, düşük büyüme ve işsizliğin ileri boyutlara ulaşması karşılığında bunu sağlama ihtimaliniz elbette var.

Ancak döviz açığını, ödemeler dengesi krizini bu şekilde çözmeye çalışmak için dış sermayeye cazip olacak yüksek net faiz vermen gerekiyor.

Bugün, rasyonel politikalarla %50’lere gelen bir faiz var ama bu faiz oranları dış sermayeye hala cazip değil, ciddi kaynak girişi olmadı – sürekli ‘yakında’, pek yakında beklenilenin üstünde döviz akışı başlayacak’ deniyor ama bu bir türlü olmuyor. Demek ki, yabancı için bir şeyler eksik - faizi yeterli görmüyor olabilir çünkü sermaye gelirken de, giderken de kazanmak istiyor. Para politikası dışında kamu maliyesine ilişkin tedbirlerin de alınmasını bekliyor olabilir ya da Türkiye’ye güvenmiyor - ekonomiyi yönetenlerin geleceğine, kapasitesine, en önemlisi iktidara da güvenmiyor olabilir. Uluslararası piyasaların hafızaları, bizim hafızalarımızdan daha az değil, neler yaşandığına bakıyorlar, dolayısıyla daha fazla güven duymak istiyorlar.

Şimdi Türkiye, bir kara para cenneti haline gelmiş - OECD’nin gri listesindesiniz, dünyanın karası, kirlisi neyi varsa Türkiye’ye geçiyor, bunları yatırımcılar da biliyor. Ayrıca Kur Korumalı Mevduat (KKM) denilen, yoksuldan alınıp zengine aktarılan devasa bir garabet var. Merkez Bankası ve Hazine’nin bunu nasıl eritebileceği merak konusu. Merkez Bankası rezervleri, hâlâ taşıma suyla dönüyor, net rezervleri hâlâ eksi 55 - 57’lerde. Merkez Bankası faizleri yükseltiyor, yetmeyen ‘parasal sıkılaştırmalar’ yapıyor ama yabancı para akmıyor. Beklenen bir giriş söz konusu olmuyor.

Mehmet Şimşek, ‘Döviz gelecek, beklenti yüksek’ diyor ama Mehmet bir türlü ‘şimşek’ olamıyor, çakamıyor. Kaynak girişi beklentisine uygun değil...

Döviz girişini sağlayacak yüksek faiz ortamı yaratalım, döviz açığı kapansın, ödemeler dengesi sorununu aşalım, enflasyonu aşağı çekebilecek bütçe - kamu kesimi kısıtlamalarını da yapalım - irrasyonel politika özetle böyle yani daha önceki krizlerde yaşadığımız benzer hastalıklar ve önlemler dizisi.


Mehmet Şimşek, sürekli kamu maliyesi tarafında çok ciddi düzenlemeler yapmaktan söz ediyor ancak içeriden gelen bilgilere göre, bütçe tarafına geldiğimizde Mehmet Şimşek kıvranıyor, sıkışmış vaziyette, büyük bir açmaz içerisinde. İşin içine sıcak bir şekilde girdiğinden bu yana, her gün şaşırıyor çünkü Türkiye kamu dengesi inanılmaz bir şekilde bozulmuş durumda.

Vergiler kısmında geçen sene depremle bir miktar vergi alındı ama zenginden almak yerine herkesten aldılar. Bu sene vergiler enflasyon muhasebesiyle bir miktar yükseliyor ama kısıtlama yapacağınız harcamalar bölümünde gelip takılıyorlar çünkü hareket alanı olarak ücretleri belirliyorlar, işlem yapabilecekleri yeri orası görüyorlar. Maalesef bütçe sıkıştırmalarını, bütçeyi daraltmayı ücretlerden ibaret gören anlayış hiç değişmedi.



Nitekim 2024 yılı ve sonrasında kamu ücret politikası ve asgari ücretin arttırılması gibi hususlar hem özel sektör tarafından, sermaye sınıfının sözcüleri tarafından, hem de Merkez Bankası tarafından dile getirildi. Merkez Bankası, geçen hafta hükümete, ‘Ücretleri arttırırsanız, sıkılaştırma politikamız, dezenflasyon politikamız başarıya ulaşmaz’ diye bir mektup da yazdı. Ayrıca asgari ücretin yılda bir kez artırılması üzerinde basa basa duruyorlar.

Dezenflasyon politikasında yani rasyonel politika uygulamalarında iş geliyor ücret artışına, ücret politikasına takılıyor. ‘Enflasyonu yenmek için ücretleri artırmamak gerekli’ diyorlar. Oysa, Eski Devlet Planlama Teşkilatı ve Merkez Bankası Genel Müdürlerinden, değerli iktisatçı arkadaşımız Zafer Yükseler’in yaptığı araştırmaya göre, maliyet unsurları içinde sayılan ücretlerin enflasyondaki 26,4 puanlık artışa katkısı 1,3 puan. Yükseler’e göre, fiyatlama davranışındaki bozulma, büyük ölçüde kurdaki sıçrama, dolaylı vergilerdeki arıştan kaynaklanmaktadır. Özetle, kamu ve özel sektör davranışları ve zamları belirleyicidir.

Ekonomi yönetimi, IMF - Dünya Bankası bahar toplantılarına katıldılar, uluslararası kurumlara uyguladıkları ya da uygulayacakları Ortodoks dezenflasyon politikalarını, ‘rasyonel politikaları’ anlatmaya çalıştılar. Kamu maliyesi tarafında da düzenlemeler yapılacağını ifade ettiler ama kamu maliyesi tarafındaki düzenlemeler ücretler üzerine düğümleniyor. Asgari ücretin yılda bir kez arttırılması ve ücretlerin dondurulmasına, enflasyonun altında ücret artışı verilmesine kadar uzanabilecek bir durumla karşı karşıyayız.

Kamu kesiminin harcamalar kısmında, personel harcamalarında operasyon yapabileceklerini düşünüyorlar - emekli ücretleri başta olmak üzere. Genel olarak emekliler ve ücretliler, siyasi ve toplumsal olarak en güçsüz kesim. Ayrıca sosyal koruma harcamalarında bazı kısıtlamalar yapabilirler. Yatırımlarda ve cari harcamalarda kısıntı yapamıyorlar!

Vergi reformu yapılmadığı için Türkiye’de vergileme rejimi çok bozuk bir düzende devam ediyor. Sermaye kesimi ve zenginleri gözeten bir vergi düzeni bulunuyor, sürekli vergi avantajları bu kesime sağlanıyor. Geniş toplumsal kesimler bu avantajlardan hiçbir şekilde yararlanamıyor.

Uygulanacak anti enflasyonist programın, çalışanlara ve emeklilere yapılacak ücret zamlarına düğümlenmesinin elbette iktisadi ve siyasi sonuçları olacak. İktidar, bunu nasıl aşacağını da düşünüyor, işin içinden çıkılması zor bir durum. Emekli dünyası, son seçimlerde iktidarı önemli ölçüde eksiltti. Asgari ücret açlık sınırında Türkiye’de, 300 lira eksik galiba. Ücretler meselesi iktidarın ilan edilmemiş, kağıt üzerinde görmediğimiz programın en can alıcı noktası oluyor.

Ö.M.: Evet. Bir de şunu sormak istiyorum; emekli maaşlarına artırım yapılmaması gibi bir konu tartışılıyordu, bir de Türkiye’nin enflasyonla olan mücadelesi diyelim pek başarıya ulaşmış gibi gözükmüyor. Euronews’un yeni haberinde, Türkiye’nin enflasyon oranlarında dünyada dördüncü sırada olduğu, bir rekortmen olduğu ve enflasyonun mesela tüm Afrika ülkelerinde de Türkiye’den düşük olduğu haberi vardı.

Ö.Ö.: Ukrayna’da bile düşük - iki buçuk yıldır işgal altında ülke.

Ö.M.: Evet. Arjantin, Suriye ve Lübnan çok yüksek. Bu üçü çok yüksek - %288, %140 ve %123 gözüküyor oran. Türkiye’de 68,5 Mart ayında yıllık enflasyon yani %69 diyebiliriz. Bu oranın tüm Afrika ülkelerindeki enflasyon oranlarından daha yüksek olduğu ve Trading Economics sitesinde verilerin çoğu Mart 2024 ve Şubat 2024’ten oluşuyor. Enflasyon sadece yedi ülkede %50’den yüksekmiş - Türkiye de bunların arasında yer alıyor. Bu gidişatı nasıl etkiler sizce Ali Bey?


A.B.: Zaten tablonun kendisi gösteriyor; enflasyon oranında OECD’de birinciyiz, dünyada da beşinciyiz yanılmıyorsam.

Ö.M.: Arjantin, Suriye ve Lübnan’dan sonra dünyada dördüncü Türkiye.

A.B.: Zimbabwe var galiba bizden önce.

Ö.M.: Hayır, alta düşmüş Zimbabwe - %55.

A.B.: Öyle mi?

Ö.M.: Evet. Venezuela, Türkiye’nin hemen altında %68, Sudan %63, Zimbabwe de %55. Geri kalan bütün ülkeler zaten %50’nin altında.

A.B.: Ayrıca güvenilir enflasyon rakamlarımızın da olmadığını belirterek bu listeye bakmamız lazım.

Ö.M.: Evet.

Ö.Ö.: Resmi enflasyon rakamlarına göre.


A.B.: Ayrıca Merkez Bankası ve sermaye sözcüleri, ücret zammını çok görürken ve asgari ücretin yılda bir kez ayarlanmasını isterken, ücretlere yapılacak zammın beklenen enflasyona göre yapılmasını koşulluyorlar. Geçmişte ücretlilerin yaşadıkları kayıpların telafi edilmesini önleyen, kayıpları kalıcılaştırmaya dönük bir yaklaşımın benimsenmesini istiyorlar. Bu bir gasp ve zalimliktir. Zaten kamunun esas aldığı enflasyon güvenilir değil, bu yüzden de ücretliler ve dar gelirli kesimler çok ciddi yoksullaşma yaşıyorlar. Ayrıca tüm kamu hizmetlerinde de nitelik ve nicelik azalmış durumda.

Sonuç olarak, iktidarın dezenflasyon programından anladığı ücretlilere enflasyonun altına artış vermek demek. Kafalarında ücretlerin dondurulmasını bile düşünenler olabilir. İktidarın bütçe kısıtlaması, kamu tasarrufu dediği enflasyonun altında ücret artışı demek. Aynı zamanda kamu hizmetlerinin de azaltılması demek - hastanelerde, eğitimde, her yer de aldığınız kalitesiz hizmetin kalitesinin daha da düşmesi demek.

Zenginden almayıp fakirden almayı seçerek bütçede bir denge sağlamaya çalışıyorsunuz. Yüksek faizlerle dış kaynak sağlayıp, içeride TL’ye olan güveni arttırmaya çalışıyorsunuz. Bu şekilde sağlanacak kaynak girişleriyle de enflasyonu düşürmeye katkıda bulunacak bir iklim yaratmaya çalışıyorsunuz. Beklenen böyle...

Bu şekilde iç talebi daraltıyorsunuz. Dar gelirliler kredi kartlarından sınırlı yararlanabiliyorlar yani sınırlı borçlanabiliyorlar. İç talebi düşürerek dezenflasyon uygulamaları ile geçen bir tarihe sahibiz. Evet, bu tür programlarla,başarılı dezenflasyon uygulamalaryla iç talep düşüyor, enflasyonda düşüyor ama toplum ölüyor.

Anti enflasyonist programların maaliyetinin sınıflar arasında adaletli dağıtımı çok önemlidir ancak uzun yıllar bu programları takip eden bir kişi olarak, bu maliyetin tüm krizlerde ve çıkış programlarında adil bir şekilde dağıtılmadığını söyleyebilirim. Bu durum, emek ve çalışanlar dünyasının güçsüz bir konumda olmasından kaynaklandı. Neoliberal düzen emeği güçsüzleştirdi ve korunaksız kıldı.

İktidarın rasyonel politikalar dediği programla, emekçiler, ücretliler, emekliler önümüzdeki dönemde yeni bir tırpan daha yaşayacak, kıyım daha yaşayacak. Dar gelirli, düşük gelirli insanların yaşam standartları daha da düşecek. Yerel seçimlerde yoksullaşmadan dolayı iktidarın yediği bir tokat var ama seçimsiz bir dönem de önünde bulunuyor. Ayrıca otokratik bir düzende yaşadığımızı da unutmadan bu gelişmelere bakmak lazım.



Geçtiğimiz programlarda 31 Mart yerel seçimleri sonrasında ‘iktidar belediye gelirlerine dokunur mu’ diye konuşmuştuk. 2019 sonrasında bin bir türlü engelleme oldu ama kanunen belediyelere verilmesi gereken gelirlere hükümet dokunmadı, sadece geciktirdi.

Bütçeden belediyelere verilecek gelirler önce merkezde toplanır sonra maliye her ay belediyelere aktarır, daha sonra da belediyeler harcamalarını yapar - usul böyle. Ayrıca belediyelerin kendilerinin tahsil ettiği farklı gelirleri de vardır. Cumartesi günü bir grup eski bürokratla beraberdim, iktidarın belediye gelirlerinin bir kısmına el koyabileceğine ilişkin kanuni ve idari kısıtlama getirebileceği de saray ve Maliye Bakanlığı çevrelerinde konuşuluyormuş - bunu da not edeyim.

Dezenflasyon programlarında, bütçeden ne kadar tasarruf edileceğine ilişkin oranlar belirlenir. GSMH’nın %1, &2’si gibi tasarruf, kısıtlama tedbirleri olacağı belirlenir. Bunun için de tırpanlanacak ne var diye bütçe içinde dolaşırlar. Faiz gelirlerine dokunmuyorsun, zengine faizini veriyorsun - orada bir şeye dokunmazlar, o kalemi geç, nereden keseceksin? Personelden, emekliden, ücretten keseceksin. Başka ne kalıyor? Belediyelerden kesebilirsin - zaten muhalefette keski iş yapamasın, hizmet üretmesi kısıtlansın.

Kamu çalışanından kesmek demek özel sektörün kesmesi demektir. Özel sektörün emsal aldığı yer kamu davranışları olmaktadır.

Bütçe içinde sosyal güvenlik açığı feci durumda, buraya da dokunursun, sesi çıkmayan güçsüz bir kesim, emekli zammını enflasyonun altında tuttuğun zaman bütçede tasarruf sağlarsın. 16 milyon emekli var, 34 milyon da bunlara bağlı nüfus var ama olsun bu kesim sessiz ve güçsüz, buraya tırpanı vurabilirsin.

Emekli ve çalışanların ücretlerini, sosyal yardımları ve kamu hizmetlerini kısıtlamak mümkün, belediyelerin gelirlerine de dokunabilirsin - al sana bütçede tasarruf tedbirleri.

Ancak bu durum, ekonomik hayatın daralmasını getirecek, ekonominin resesyona da girmesi demek, düşük büyüme demek, işsizlik demek. Türkiye’nin nüfus artışını da telafi edebilmesi için asgari %5, %6 büyümesi lazım. Böyle olursa bir şekilde hayatı, dükkânı döndürebiliyor.

1990’lardan itibaren Türkiye’nin değişmez kaderi böyle. Ekonomi daralmaya başlayınca ihracatçı ağlamaya başlıyor, kur yeterince artmadığı için tıkanıyor, kurların artmasını ve devalüasyon istemeye başlıyor. Böyle bir dönme dolapta yaşıyoruz.

Mesele geliyor, dayanıyor neoliberal politikaların gelişmekte olan ülkelerde yarattığı tahribata özellikle döviz problemleri olan petrol, doğal gaz açığı olan, enerji açığı olan ülkeler, döviz açıklarını borçlanarak karşılıyorlar, sermaye hareketleri akımında sorun yaşamaya başladığında da krizlere sürükleniyorlar.

Döviz açığı ve enerji açığı olan ülkeyseniz gözünüzü kuzey Suriye’ye, Irak’a dikmeye, başka hayaller kurmaya başlıyorsunuz, bu nedenle savunma harcamalarınız artıyor. Krize girdiğinizde savunma harcamalarında da kısıtlama yapmıyorsunuz. İktisadi krizlerde askeri harcamalardan tasarruf yapıldığına da şahit olmadığımı belirteyim.

Çok temel sorunları 40 yıldır değiştirmiyorsunuz, hâlâ ürün ihracatınızda teknolojinin payı %2. %90 ham madde ve ara malı ithalatı yapıyorsunuz. % 60-65 ithalat yaparak ihracatı gerçekleştiriyorsunuz. Türkiye kapitalizmi yapısal bir dönüşüm geliştiremiyor, geliştiremeyince krizlerle sık sık karşılaşıyorsunuz, emek kesimine yüklenerek bu krizleri aşmaya çalışıyorsunuz. Dolaysıyla ekonomide déjà vu’ları yaşamaya devam ediyorsunuz.



Ö.M.: Dünya çapında da aslında bu sözünü ettiğiniz neo liberalizmin konusunda ayrıntılı yayınlar yapılmaya başlandı. Hatta bu, ileri teknolojik şirketlerin katılmasıyla ‘teknofaşizm’ diye de belirtiliyor. Dünya çapında tehlikeli bir durumdan bahsediliyor – bitcoin’ler ile Mars’a gitme, distopyalar... Chris Hedges, bu konuda çıkmış çok önemli bir kitap yazarını, Loretta Napolioni diye İtalyan kökenli ama Britanya’da yaşayan bir yazarın kitabı üzerine yaptığı çok ilginç bir söyleşisi var. Bugün ve bugünlerde zaman bulamayız herhalde ama teknolojik gelişmelerin böyle hızlanması sonucu - buna inovasyon diyorlar - yeni bir güç, bu teknoloji girişimleri yapan çok küçük bir grubun bir şeye yağmacı, gaspçı, yüksek teknolojiye dayalı monopoller, tekeller kurduklarını - Uber Taksi hikayesi ya da Amazon gibi - bütün emekçi kanunlarını, düzenlemeleri hiçe saydıklarını ve devleti de tamamen güçlerinden alıkoyduklarını, regülasyon yapılmasını engelledikleri her türlü hukuki normun hiçe saydıklarını ve kişisel servetlerini 100 milyarlarca dolara ulaştırdıkları ve daha da arttırdıklarını, onların kullandıkları bu ‘app’ dedikleri uygulamalar, hizmetler ve özel sermaye şirketlerinin hayatlarımızı tamamen yönlendirdiği, hakim olduğu ve böyle teknolojik yağmacılar, eşkıyalar yani ‘çetokrası’ lafını bile kullanıyorlar artık bu işler için. Bir çeşit tamamen sosyal varlığımızın metalaştırılmaya dönüştüğünü anlatıyorlar. Tabii çok ciddi bir şey - hayatlarımızı iyileştirmek şöyle dursun ortak yaşamın, yeni bir ‘selflik’ yarattığını, yeni bir kölelik değilse bile yani eğer kölelik değilse ve aynı zamanda da büyük ölçüde korkunç bir eko kırıma yol açtığını da söylüyorlar. Çok ilginç bir distopya görüntüsü var, çok ayrıntılı olarak ele almış bir kitapta Napolioni, onu tartışıyorlarChris Hedges Report’ta.

A.B.: Çok uzak değil gibi gözüküyor.


Ö.M.: Ben de onu söylemeye çalıştım. Ancak savaş ekosid selflik filan gibi bir gelecekten bahsediliyor, bu da Türkiye için çok uzak sayılmaz herhalde?

A.B.: Dediğiniz gerçeklik çok uzak değil. Teknolojinin yoksullaştırdığı ya da kenara attığı, köleleştirdiği kitleleri görmemiz çok uzak değil. Teknolojinin yarattığı işsizlikleri yaşıyoruz zaten, böyle bir kaçınılmaz sona doğru gidiyoruz.

Son 40 yılın pratiğine baktığımızda, Türkiye ekonomisinin en büyük açmazında olduğu görülüyor. Büyük tehlikeler ve tahribatlar yaşanıyor ve yaşanacak olduğu da görülüyor. Burada esas mesele, muhalefetin, yüksek enflasyonun ve dezenflasyon programının geniş toplumsal kesimler üzerinde yaşanan ve yaşanacak tahribatı devşirip devşirmeyeceği ve ne yönde devşireceğidir - dikkatle izlenmesi gereken önemli bir süreçtir veotokrasiden çıkış için de gereklidir.

Güçsüzleşmiş dar gelirli emekten yana kesimde yaşanacak tahribatı muhalefetin kucaklaması gerekiyor. Muhalefetin bu kucaklamayı neo liberal alıntılarla değil, adil bölüşüm politikalarıyla, sosyal devlet anlayışıyla yapması gerekiyor. Maalesef muhalefetin böyle bir performansını, yaklaşımını da göremiyoruz. Çoğunlukla muhalif partilerimiz, neo liberal atıflarla iktisat politikalarına yaklaşıyorlar. İktidarın rasyonel politikaları, Ortodoks politikaları muhalefetin de kucakladığını, desteklediğini görüyorsunuz.

Ülkenin temel sorunlarına hakim bir iktisat politikası geliştirmeden de çıkış yolu yok. Muhalefetin buna hazır olduğuna ve böyle düşündüğüne emin değilim.

Ö.M.: Peki, süreyi de bitirmiş oluyoruz. Çok teşekkür ederiz Ali Bilge.

A.B.: Hoşça kalın!


Ö.Ö.: Görüşmek üzere.