“İsrail yalan söylüyor! Gerçek burada yaşanan işkence"

-
Aa
+
a
a
a

Hüsnükabul'de Göç İdaresi'nin "sınırdışı ve geri gönderme merkezlerindeki insanlık dışı ortamla ilgili haberlerin yanlış ve yanıltıcı olduğu" yönündeki basın duyurusunu ele alıyoruz.

İnanç meselesi bu: Yani yalanı biliyorsunuz, görüyorsunuz, bu yalan diyorsunuz, yalana nasıl inanıyorsunuz: inanıyorsunuz!

Waseem Ahmad Siddiqui: Merhaba günaydın herkese. Burası Açık Radyo 95.0. Ferhat Kentel ve ben -Waseem Ahmad Siddiqui- ile birliktesiniz.

Ferhat Kentel: Günaydın herkese günaydın merhabalar.

Ömer Madra: Günaydın, merhaba.

Özdeş Özbay: Günaydın.

W.A.S: Bugün Ferhat Kentel stüdyoda, biz baş başayız. Bugün özel bir gün benim için özellikle.

F.K: Gayet iyi oldu. Değil mi? Şimdiye kadar elektronik, dijital yollarla ulaşırken bugün yüz yüze, yan yana olmak çok keyif verici.

W.A.S: Evet, artık birbirimizin mimiklerine de bakıyoruz, böylece daha kolay olacağını düşünüyorum. Kolay derken, değil tabii ki, kolay değil. Çok klişelerle dolu bir dünya ya da yeryüzünün içindeyiz aslında. Aslında bugün bize daha yakından dokunan göç İdaresi’nin 17 Şubat gecesi 23:00'te yaptığı “sınır dışı ve geri gönderme merkezlerindeki insanlık dışı ortamda ilgili haberlerin yanlış ve yanıltıcı olduğu yönündeki” basın açıklaması duyurusunu ele alacağız.

Öncesinde, dün akşam, Democracy Now’da Dr. İrfan Galaria'nın yaptığı röportajı izledik. Yine bu çevreler arasında gidip geliyoruz, çevre derken kastım yine etrafımızda olanlar, yine bize dokunanlar.

Dr. İrfan Galaria bir gönüllü olarak Gazze’de bulunmuş. Los Angeles Gazetesi'nde şöyle bir makale yazıyor: "Ben Gazze'de Amerikalı bir doktorum: Gördüğüm şey bir savaş değildi, bir imhaydı."

Tam da bu “yok oluşla” ilgili bir analoji yapmak istiyorum, bugün. Bu benzetmeyi aynı zamanda “yalan” söylemi altında düşünmeye davet ediyorum sizi. Sadece düşünmek değil, bir pratik içinde nasıl bulunabiliriz diye sorgulayacağız diyelim, hep birlikte. Yani yalan söyleminin altını burada çizmek istiyorum.

Filistinli aktivist ve şair Refat Alareer'i bugün hatırlamak en elzem gibi gözüküyor.

Refat Alareer, kız kardeşi, erkek kardeşi ve dört yeğeniyle birlikte Gazze'de hayatını kaybeden, Demokrasi Now!’da 15 Aralık 2023’te son röportajında Gazze'deki durumunu anlatırken II. Dünya Savaşı'ndan sonra Nazi Almanyası'nın Yahudiler için kurduğu açık hava hapishanesi olan Varşova Gettosu'nu -Polonyanın başkenti- benzetmişti. Bu benzetmeyi yaparken Refat Alareer şöyle haykırmıştı:

“İsrail yalan söylüyor! Gerçek burada yaşanan işkence."

Devamında şunu da ekliyor:

“Gazze'deki fotoğrafları gördüyseniz, üniversitelere, okullara, camilere, işyerlerine, kliniklere, yollara, altyapıya, su hatlarına kadar tam bir yıkım ve yıkımdan bahsediyoruz. Bu sabah Google'da Varşova Gettosu resimlerini aradım ve ayırt edemediğim resimlerle karşılaştım. Birisi dört fotoğrafı tweetledi ve hangisinin Gazze'den, hangisinin Varşova Gettosu'ndan olduğunu sordu. Dikkat çekici derecede aynılar çünkü fail, ister Varşova Gettosu'nda olsun, ister geçmişte Varşova Gettosu'ndaki Yahudiler olsun, ister geçmişte olsun, bir azınlığa, ezilen insanlara, dayak yiyen insanlara, kuşatma altındaki insanlara karşı neredeyse aynı stratejileri kullanıyor. Gazze Şeridi'ndeki Filistinli Müslümanlar ve Hıristiyanlar. Yani benzerlik esrarengiz.”

Ölümünden hemen önce "Eğer ölmeliysem ben" şiirini yazmıştı. Ömer Madra daha sonra bu şiiri Türkçeye çevirmişti.

Diğer yandan, devam eden bu çevre felaketi veya artık ikim çöküşü kelimesini kullanma zamanı geldi diye düşünüyoruz, değil mi? Hatta geciktik bile: Erzincan-İliç’teki maden faciası, yaşanan maden ocağının olduğu dağın toprağının kayması, -zaman zaman Açık Gazete'de de tartışılıyor- artık ona “dağ” da diyemiyoruz. İşlenmiş dağ mı? İşte bu tartışılıyor.

Bugün 9. gün: İşçiler hâlâ bulunamadı, arama faaliyetleri durduruldu.

Dolayısıyla, tekrar ediyorum, böyle bir zamanda, böyle bir yerde, tam da böyle bir zaman ve yerde, tüm bu olayların eş zamanlı, aynı anda çökmesi, üzerimize çökmesi, bizim düşünme ve harekete geçme cesaretimizi ciddi şekilde meydan okuyor.

Ama kulağımda yankı gibi tekrar eden Refat Alareer’in bu ifadesi:

“İsrail yalan söylüyor! Gerçek burada yaşanan işkence."

Bu “yalan” analojisi, gözle göre göre “yalan” söylemek gibi analojiler, açık bir şekilde nasıl okuyabileceğimiz sorusunu gün ışığına çıkarıyor.

Ve burada özellikle tek tek bütün bu olayları altını çizebiliriz, ama işte İsrail devletinin işgalci, faşist yapısının altını çizelim, bu çevre felaketine sebep olanların altını çizebiliriz ve sonunda bu bürokratik yapının altını da çizebiliriz, diye bu “yalanlarla” ilgili konuşalım diye Ferhat Hoca'ya söz vereyim.

F.K: Evet, çok teşekkürler bu başlangıç için. Bu kocaman bir mesele tabii. İçinde yaşadığımız zaman da bu hakikat sonrası toplum dediğimiz dönemde dünyanın genel olarak cemaatleşmiş hali ya da işte kocaman, büyük cemaatler... Belki bir tarafta daha ahlaki, demokratik, özgürlükçü, başkalarıyla beraber yaşamaktan sıkıntı duymayan, hatta bunun bir arada var olmamız için önemli olduğunu düşünen bir taraf var. Ona kıyasla ne yazık ki öbür taraf çok daha içine kapanan, başkasının hakikatlerini duymak istemeyen, kendisinin sorunsallaştırmayan, sorgulamayan bir korku halinde.

Gerek insanlarda, gerek devletlerde çok güçlü bir şekilde artık zamanımızın bir gerçeği haline geldi bu. İsrail bunun en önemli ülkelerinden biri. Tabii ki uzaklara çok bakmaya da gerek yok. Yani çok yakınlarımızda da buna benzer bir takım devlet zihniyetlerini görüyoruz ama hep şeyi düşünün. Mesela hep böyle ufak tefek olurken belki bunların ne kadar çok yaygınlaştığına dair işaretler çok fazla var. Yani aklıma şey geldi, bu çevre felaketi deyince hani Çernobil patladıktan sonra bizim bakanlarımızdan bir tanesi ekranlara çıkıp çay içmişti. Görüyorsunuz. Bakın işte radyasyon falan yok. Bu çay da pekâlâ, ne güzel içiyorum diye.

Halbuki bütün Karadeniz Bölgesi o sırada kanserden, düşüklerden falan kahroluyordu. Bir adam çıkıyor. Devlet adına gücün vermiş olduğu meşruiyetle sana, bana vatandaşa insanlara bir şey yok, valla dert etmeyin diyor. Bu bir şey yok, dert etmeyin ya da ben Filistin'e saldırıyorum çünkü ben kendi beka sorunum var, bunlar terörist zaten diyerek ben gayet masum oluyorum.

Bakın bizim burada çocuklarımızı mahvettiler. Onlar bize bomba attılar. Ben kendi varlığım için bir şey yapıyorum... Bunlar zaten terörist falan diyerek yaptığınız her şey; göz göre göre, hayasızca, utanmazca bir sürü yalanın çok kolay söylenebildiği bir şey oluyor. İşte bu kutuplaşma. Dünyanın biraz bir ortadan ikiye bölünmesi, bir sürü ikiye bölünme var ama en genelde işte böyle bir bölünme var.

Size inanacak birileri var çünkü. En azından İsrail toplumu içinde bir kısmı, bu yalana inanmıyor. Direnen hala var, inanmayan tonlarca insan var orada da. Ama ne yazık ki ötekisinde silahlar var. Güvenlik kuvvetleri var, bombalar var, füzeler var. Bunlarla tabi ki çok daha tırnak içinde kolay "inandırma yöntemlerini" uyguluyorsunuz.

İçinde bulunduğumuz zamanda belki çok daha fazla aşırıya gitti. Bu iş çok daha işte bir radikalleşti. İşe Orwel'den örnekler veriyoruz, 1984’ten geçmişteki Nazi döneminden işte Stalin döneminin birtakım uygulamalarına falan totalitarizmin en önemli özelliklerinden ayırt edici özelliklerinden biri o yalanı üretip söyleyip üretip çoğaltıp yayıp, varlığını bunun üzerine dayandırmak. Bunun için de dijital birtakım önlemler alırsınız. Bunun adını isterseniz proleter diktatörlüğü deyin isterseniz.

Ö.M: Ben de ufak bir ilavede bulunayım. Yani burada çizdiğin tabloda Ferhat, en önde rol alan aktörlerden bir tanesinin de medya olduğunu düşünüyorum. Hakikat sonrası toplumda daha bugün birkaç ayrı örnek olay üzerinde de durduk: yok sayılıyor. Yani Malcolm X’in konuşma yaparken öldürülmesinin yıldönümünü anarken New York Times’ın baş yazılarından bir tanesinde kendisi yarattığı karanlıktan çıkan bir ajan tarafından öldürüldü filan gibi, ilk çıkan yorum bu oldu. Bu günümüzde benzer şekilde devam ediyor.

F.K: Waseem çok pardon. Hemen küçük bir şey de Ömer abi bitirdiysen bir şey söyleyeceğim.

Ö.M: Yok, bitti bitti.

F.K: Bu Filistin vicdan mahkemesi gibi bütün girişimler sürerken ben de hasbelkader üniversite kısmında biraz izlemeye çalışıyorum. Çok fazla böyle etkin bir şey yapamıyorum ama en azından şu çok net artık, farkındayız. Niye özellikle üniversite okullar, akademikler entelektüeller, edebiyatçılar, şairler, yani toplumun içinde alternatif söz üretme kapasitesi olabilecek olan insanları yok etmek çabasındalar? Totalitarizmin en önemli özelliklerinden biri; topluyorsunuz ilk önce onları toplayıp sürgüne yolluyorsunuz. Onları katlediyorsunuz, onları yok ediyorsunuz. Dolayısıyla yalanı üretmek için yalanı güçlendirmek için çok daha güçlü bir dayanak yaratmış oluyorsunuz ya da var olan alternatif dayanakları yok etmiş oluyorsunuz.

W.A.S: Bu başında söylediğim klişelerle dolu olan yeryüzünde hakikaten yalanı ayırt etmek ciddi güç. Özellikle bahsettiğiniz gibi, evet İsrail işgalci “devlet” diyoruz orada devlet derken; bu devlet içinde canlı bireyler, özneler, insanlar var. Bu yalana aslında bir şekilde orada da direnenler var. Tam da “Siyonizm” tartışması girecek ama her seferinde bizi bu ayırt edecek yerde kalıyoruz, siyonizme karşıyken Antistmetizm'e de karşı olduğumuza söylüyoruz. Tekrar tekrar.

Göç idaresi tarafından yapılan bir basın açıklaması 17 Şubat gece saat 11:00’de yapıldı. Sınır dışı ve geri gönderme merkezlerindeki insanlık dışı ortamla ilgili haberlerin yanlış ve yanıltıcı olduğunu söylüyorlar ama duyduklarımız ne acaba, bilmiyorum. Benim de sesimin titrediği yer artık bu, ama ne dersiniz?

F.K: Valla en azından Mazlumder genel dernek merkezinde bu alanda faaliyet yürüten bir dernek var. Bu oluşumun temsilcileri geçtiğimiz günlerde bir toplantı yaptılar. Özellikle mülteci meselesiyle çok uğraşan Abdülhalim Yılmaz, hepimizin çok iyi bildiği bir avukat, bu konularda gerçekten inanılmaz bir çaba gösteriyor. Birlikte anlattılar. Hiçbir dayanağı olmayan, sadece bir otorite olarak konuşan bir kurum, bir devlet kurumu 'yapmayın etmeyin yoksa mahvederim' diyerek tehdit mesajıyla açıklama yapıyor. O zaman madem bu kadar lüks otel kıvamında olan bir yerler; gidelim, gözlerimizle birlikte görelim. Çünkü bizim duyduğumuz o değil diyor. Yani bizim bütün edindiğimiz tanıklıklar yok olan müvekkillerimiz yani bize başka bir şey diyorlar. Çünkü benim müvekkilim var diyor. Ben bir mültecileri savunuyorum, işte haklarını savunuyorum, işte adama ulaşamıyorum, sonra adam bana bir hafta sonra kendi memleketinden yazıyor, yani Suriye'ye gönderilmiş bile. E peki ben hani avukatıyım ya onun, bana bir şekilde bilgi vermeleri gerekmiyor mu? O zaman neyi saklıyorsunuz? O zaman şeffaf olmayan bir yerde en masumane düşünelim, şeffaf olmayan bir yerde bir şeyler saklıyorsunuz. Dolayısıyla bana orada yok hiçbir şey demeye hakkınız yok. Eğer demokrat, normal bir devlet iseniz hukuk devleti iseniz o zaman bana en azından vatandaşına, avukatlarına bunun hukuk sistemiyle ilgili olarak da bir şeyleri açıklamanız lazım. Dolayısıyla, bu çok açık. Bir tarafıyla otorite, işte parmağını sallayan, copunu sallayan bir otorite. Ve öbür tarafta yani ben bilmek istiyorum diyen bir vatandaşlık halini galiba çok net söylemek lazım, altını çizmek lazım bunun.

W.A.S: Burada şimdi ben ismini unutuyorum, bekle Ömer abi hatırlatır. Bu tanıklıkla ilgili bir Günün Sözü oldu, dün değil mi? Ömer abi antropolog ve sosyolog, ismi neydi? Hatırlatmak ister misiniz, Ömer abi? Tanıklıkla ilgili çünkü çok önemli bir yer çiziyor aslında. “Biz en azından sadece tanıklık edelim” diyor. Başka bir şey yapamıyoruz.

Ö.M:  Bize son kalan şeyin olduğunu söylüyor aslında.

W.A.S: Evet.

Ö.M: Şimdi söyleyeceğim. Ben de şu an bakıyorum.

ÖÖ: Fransız yazarı diyorsunuz.

Ö.M: Evet, Fransız yazar, sosyolog.

Ö.Ö: Edgar Moren.

W.A.S: Bu tanıklık meselesini son bir çare olarak mı, görüyoruz. Çünkü Edgar Moren’in altını çizdiği yer orası, özellikle Filistin ile ilgili anlatırken, bütün bu altüst çöküşü, oluşu aslında burada elimizde başka bir çare kalmıyor. Buradaki tanıklık meselesini yani tanıklık edelim diyor. Ne dersiniz?

F.K: Yani şöyle düşünelim, bütün soykırımlar zaten soy kırıyorsunuz, her şeyi kırıyorsunuz ki geriye hafıza bile kalma, sonra biz yapmadık demek için aslında tanık kalmaması lazım.

Buradaki radikal gerçek şu ki, maalesef hiçbir soykırım görmezden gelinemez. Bu bir sosyal travmadır; Jeffrey Alexander’ın kitabında verdiği bir örnektir. Örneğin, Çin'deki Nanjing Katliamı'ndan sonra olay hakkında hiç konuşulmuyor Çin'de, çünkü milliyetçiler ve komünistler kendi aralarında savaşıyorlar. Nanjing'in acısı kimse tarafından umursanmıyor ve Çin tarihinde ne milliyetçi Çin'de ne de komünist Çin Halk Cumhuriyeti'nde Nanjing adı bile geçmiyor; ama bugün yıllar sonra Nanjing hakkında konuşulmaya başlanıyor. Bu, bir şekilde engellenemez; tencerenin kapağını tutamazsınız, kapatamazsınız, bir yerlerden sızar. Dolayısıyla, tanıklık etmenin önemi büyüktür. Tanıklık, belki de totaliter rejimlerin en korkunç paradokslarından biridir; onları susturmak zorundadır, ama yine de gerçekleri inkar etmek için her şeyi yaparlar, ancak yine de bir yerlerde, fısıltılarla, dışarıdan bir şeylerin dolaştığı bir şey vardır; yani metaforlarla ifade edilebilecek kadar çoktur. Tüm o bedenlerden, yaralardan, şehirlerden, mekanlardan, mezar taşlarından fırlayan bir şeyler olduğunu hissedersiniz; kilise ve cami kalıntılarından, yakınlarından, bir yerlerden bir şeyler çıkar ve burada bir şey olduğunu söyler. Yani, olmayan bir şey bile aslında konuşur. Maalesef, buradaki işte tam da bu yüzden başarısız oluyorlar. Muhtemelen hiçbir zaman başarılı olamayacaklar.

Ö.M: Pardon, bir de şunu eklemek lazım: Belki şu anda Rusya'da yaşanan, Navalny'nin ölümü ve etrafında dönen korkunç yalanlar zinciri konusunda aynı durumu gözlemleyebiliriz. Yani açıkça görülen bir şey. Hatta cesedi bile verilmiyor, yani bir olay gerçekleştiği halde ceset dahi verilmiyor.

W.A.S: Özellikle şu metaforlarla ilgili konuşurken, bir sürü metafor kullanabiliriz ama gerçekte yaşanan fiziksel olay neredeyse tamamen kayboluyor, yani o beden aslında yok olup gidiyor. Özellikle Refat Alareer’in -unutmayalım- Filistin'de diğerlerinin yanı sıra bedeni hala enkazın altında. Ve bence bu çok çaresizlik, gerçi bu kelimeyi kullanmaktan pek rahat olamayız herhalde hiçbirimiz ama oradaki kelimelerin de çaresizliği çok trajik geliyor bana. Yani doğrudan hiçbir şey söyleyemiyorsunuz. Sanırım artık o metaforlar, analojiler bir şekilde aslında başka bir şey ifade ediyor ama işte orada akademi, üniversiteler, okulların kullanımına giren bir dil var. Bilimsel bir dil var orada ama bilimsel olanın da dışlandığı veya yok olduğu bir yer var. Okulların, üniversitelerin artık var olmadığını tartışıyoruz.

F.K: Zaten bilim karşısında alınan bazı popülist tavırlar, halkla bağlantısız, bilimden kopuk bir akademiyi çağrıştırmıyor mu? Yani 'halktan kopuk, bilimden kopuk akademi' denildiğinde, zaten alternatif düşünceyi kabul etmeyen, sindiremeyen rejimler ve yapılar 'siz halktan kopuksunuz' diyorlar. Bilimi gayrimeşru kılıyorsunuz, o cahilliğin üretilmiş veya kabul edilmiş olan cahilliğin daha makbul olduğunu söylüyorsunuz işte. Hatta öyle ki, bugün Türkiye'de sık sık karşımıza çıkan üniversite eğitimi almış bir adam, profesör unvanını taşıyan bir kişi, 'Cahillik çok daha evladır' diyor. Yani bu memleketin başına gelen her şey, bilimi, bilim gibi gösteren bir takım akademik insanlar tarafından bile gayrimeşru hale getiriliyor. Bunu hatırlıyorsunuz, değil mi?

Ö.M: Evet, işte günün sözü dediğimiz Edgar Morin'in ifadesine ek olarak şunu da hatırlayalım: 'Dehşetengiz bir trajedinin tam ortasındayız.' diyor, kısa bir deklarasyonu var. 'Hem şaşkınım hem de öfkeliyim.' diyor. Bütün dünya bunu izliyor. Gözlerimizin önünde gerçekleşen soykırımı, zincirlerinden kurtulan bu felaketi izliyoruz, güçsüzüz belki ama şunu söylüyorum: Tanıklık edelim. Tanıklığımızı sürdürelim çünkü elle tutulur bir şekilde direnemediğimizde elimizde kalan tek şey bu tanıklık. Zihinlerimizde direnelim, aptal yerine konmayalım, unutmayalım ve gerçeklerle yüzleşme cesaretini kendimizde bulalım diye önemli bir uyarıda bulunuyor. İyi ki hatırlattın, Waseem."

W.A.S: Edward Said'in şu sözlerini hatırlatmaya çalışıyorum: “Burada önemli olan İsrail'in Filistin'de ne tür bir şiddet uyguladığı değil, bu şiddetin hala tanınmadığı yöndedir. Azınlıklar, altta kalanlar, ezilenler ya da her ne söylemek istiyorsak, burada mesele onlara bu işkencenin ya da darbenin fiziksel müdahalesi değil, bu şiddetin tam tersidir, yani bunun hala tanınmadığı yöndedir.” Bu sözlerle bir jest ya da tanıma var mı diye sorguluyor aslında.

Yani yalanı bir yana bıraksak bile, bu yalanı kabul edecek bir jest var mı? Yok, değil mi? Aslında ne kadar kaygan bir zemin, ya da ne bileyim, yanlış ya da hata, öyle bir jest yok herhalde. Bu oldukça tuhaf, zorlanıyorum.

F.K: Bu bir inanç meselesi. Yani, yalanı biliyorsunuz, görüyorsunuz, bu yalan dediğiniz şeye inanıyorsunuz. İnanmak, sanki bir din gibi bir şeydir; size söyleniyor, üzerinizde o kadar büyük bir etkiye sahip ki, bu yalana karşı başka bir şey söyleme lüksüne sahip değilsiniz. Birçok inanç, dinsel veya dinsel olmayan ideolojik inançlarda, körü körüne bağlanmak, fanatik olmak gibi durumlarda, bizimkilerin bize söylediği yalana inanmaktan başka seçeneğimiz olmadığını söyleriz. Zayıf bir aktör olduğumuzda, herhangi bir gücümüz olmadığında, yalanı sorgulamak yerine sadece inanırız, sanki bir din gibi sorgusuz, sualsiz inanmak gibi bir şeydir yalan da.

W.A.S: Son olarak, şunu söylemeden geçmek istemiyorum çünkü dün Ferhat Kentel’in “nasıl bir kent” diye bir söyleşi vardı ve orada konuşmakla ilgili bir şey bahsetmiştiniz. Konuşmak ya da dinlemekle ilgili; “Başka bir çarem yok. Ben seni dinliyorum ağabeyim” diyerek, ya da ses çıkartmaktan bahsetmiştiniz.

F.K: Konuşmak ve dinlemek bir arada. Ben konuşacağım ama bir anda dinlemekten başka çarem de yok. Dinleyeyim ki, kendi içime düştüğümde belki yalanları sorgulamam için başkasını dinlemem lazım. Yani, kendi kendimi sorgulamam lazım ve başkasının adı, bunu bekleme hakkım var. Sen de kendini sorgula, beraber konuşalım, dinleyelim bakalım.

W.A.S: Bugün yayının sonuna geldik, yine çok hızlı geçti, konuşulacak çok şey var fakat yayının sonuna geldik. Yine haftaya ÇArşamba günü saat 09:30’da görüşmek dileğiyle. Herkese çok teşekkürler.

F.K: Hoşçakalın.

Ö.M: Hoşçakalın.

Ö.Ö: Görüşmek üzere.