Halit Kıvanç’a veda

-
Aa
+
a
a
a

Halit Kıvanç'ın radyoda yankılanan sesiyle ona hoşçakal diyoruz.

Halit Kıvanç anısına
 

Halit Kıvanç anısına

podcast servisi: iTunes / RSS

Bağış Erten: Açık Radyo’dan herkese merhaba! Bugün çok önemli bir konuğumuz var, Halit Kıvanç. Bu programı mevcudiyetiyle onurlandığı için teşekkür ediyoruz. Hoşgeldiniz!

Halit Kıvanç: Hoşbulduk efendim.

B.E.: Açık Radyo ve Libero dinleyicilerinin çok uzun zamandır beklediği bir konuktunuz.

Bir futbol duayeni olarak siz neden bu programda hiç olmadınız? Beni, Bağış Erten’i kim nasıl susturabilir? Bunun mümkün olduğunu göstermek açısından sizi konuk almak önemli.

H.K.: Sevgili Bağış, teşekkür ederim. Hayatta en kötü şey insanın aslını inkâr etmesidir. İddia ediyorum: Hepimizin velinimeti radyodur. Radyo olmasaydı isim yapamazdık ve televizyon sunucu olamazdık. Ben radyoya öylesine önem vermiştim ki, gidip dünyanın bir numarası sayılan radyoyla, BBC’yle çalışmıştım. Türkiye’de de radyo işleri gerçekleştirdim. Radyo çok önemlidir. Neden mi? Televizyonda her şey karşınızdadır. Her şey apaçık görünür. Televizyonda görünenin üstüne söz söylemenin anlamı yoktur. Mesela, futbol spikeriyseniz, “Kaleci topu tuttu” demek yersizdir televizyonda. Herkes görür kalecinin topu tuttuğunu. Söz konusu edilmesi gereken, kalecinin diğer özellikleridir. Oysaki radyoda öyle mi? Radyoda hiçbir şey görmezsiniz. Ama insanlara renkleri anlatma imkânınız olur. Futbol spikeriyseniz, futbolcunun formasının nasıl olduğunu anlatırsınız. Görmeyene bir şey anlatmanın kendine has bir zorluğu vardır. Radyoculuk zor zanaattır. Dolayısıyla sizleri kutluyorum. Zor bir işin altından kalkıyorsunuz.

B.E.: İletişim Yayınları’ndan çıkan yeni kitabınız bu programa vesile oldu, Futbol! Bir Aşk. Tabii ki son kitabınız olmayacak, inşallah niceleri gelecek ardından!

H.K.: Son kitap ne yahu! Sosyal sigorta kurumu gibisiniz! Yaşlandık vallahi. Bu işler yaşla değil başla olur. Sonra bize çok konuşuyor diyorlar. Gelin görün şu gençliği! Yarını bekleyin hele siz!

B.E.: Bu kaçıncı kitabınız?

Spor yazarlığında özelleşme

H.K.: Otuzu geçti. Bir de küçük kitaplarım var, avucunuza sığacak kadar minik olan. Gazeteler ek olarak dağıtırlardı. Cep kitabı dedikleri kitaplardan. Fıkra kitapları yazmışlığım da var. Çok ilginç de bir rutinim vardı, aynı anda birçok işin peşinden koşardım. Sabah gazeteye gider futbol yazısı yazardım, öğleden sonra futbol maçı anlatırdım, gece de televizyon için sunuculuk yapardım, defile falan sunardım. Yani hem futbol hem de futbol dışında angajmanlarım oldu. Bir de mizah yazıları yazardım tabii. Sonraları yaptıklarımın sayısı azaldı. Futbol dışındaki sporları daha iyi bilenlere bıraktım. İhtisasa hürmet ettim. Bu tutumumda İngiltere’de kalışımın etkisi büyüktür. Orada kimseye “spor yazarı” demezler. Futbol yazarı, basketbol yazarı, beyzbol yazarı derler. Günlük bir gazetede yirmi yaşındaki birisi 36 farklı konuda yazmıyor orada. En fazla iki konuda yazıyor. Ve seçtiği konularda uzmanlaşıyor. Bu duruş, beni yapacağım şeyleri seçmeye ve onlara odaklanmaya yöneltti. Oradan buraya döndüğümde yıl 1963’tü. 1964 yılında da ilk kez televizyona çıktım. 1952 yılında başladı televizyon yayını Türkiye’de. Profesörler dama çıkıp ilk anteni kurmuşlardı. Biz de 1964 yılından itibaren muntazam olarak, her hafta program yaptık. O sıralarda Almanya işçi kabul etmeye başlamıştı Türkiye’den. Türkiye’de televizyon alımı yaygın değildi o sıralar. Kimileri sırf elimde televizyon olsun diye alıp bir kenara koyardı bu cihazı. O zaman telesafir diye bir tabir vardı. Televizyonu olanlara misafirliğe giden kimseye denirdi. 

Tan Morgül: Kitapta futbolla ilgili bir sürü şeyden bahsediyorsunuz. Kaç senedir bu bağlamda emek sarf ediyorsunuz? Futbolun peşinde kaç yıl geçti?

H.K.: Futbol ile futbol dışı radyoculuğumu ve televizyonculuğumu ve tabii ki sahne sunuculuğumu ayırmak lazım. Herkes benim işe futbollla başladığımı sanar. Futbol yazarak başladım. Yazar oluşumu futbola borçluyum. Fakat radyo ve televizyona girişim futbolla başlamadı. Radyoda skeç yazardım. Mizah yazarlığım da vardı. Skeçlerin önünde spikerler vardır. Ben işe spikerlik yaparak başladım. Sonra bana dediler ki, “Sen futbolla ilgili de yazıyorsun, niye spor da anlatmıyorsun?” Bir anda işim bu oluverdi.

“Dev Yaşin! Lev değil Dev!”

Bir de Rusya olayı vardır. Fenerbahçe Rusya’ya gitmiş ve orada birkaç maç yapmıştı. Menderes hükümeti iktidardaydı o vakit. O zamanlar Rusya ile Türkiye birbirine düşman. Barış isteniyor fakat iki ülke de buna siyasi düzlemde yanaşmıyor. Ticari heyet yollanmıyor, elçiler de bulunmuyor. Diyorlar ki, spor en iyi uzlaşma yoludur. Bir futbol takımını yolluyor böylece Türkiye. Fenerbahçe o sıralar iyi durumda. Zaten popüler üç takım yine aynı: Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş. Bunlardan biri gidecek illa ki. Fenerbahçe’de karar kılınıyor, gidiyor. Fakat Ruslar gazetecilere vize vermiyordu. O tarihte Rusya’ya yalnızca Esat Mahmut Karakurt gitti. Özel izin alındı gidişi için. İstanbul’daki tüm billboard'larda Rusya’ya gidişi yazıyordu. Herkes merak içindeydi o zaman. Rusya’yla ilgili hiçbir şey bilinmiyordu. Ben de o dönem Milliyet’te çalışıyordum. Yazı yazıyordum. Ama maç spikerliği yapmışlığım yok. “Zaten radyo spikerisin, maç da anlatırsın” diyorlar. Asistanım diye bana vize çıkıyor. Ama bir şart koşuluyor: Moskova Radyosu’nda anlatacağım maçı. O zaman Moskova Radyosu’nu dinlemek bile suç. Sorguya çekiliyorsunuz. Gözaltına alınıyorsunuz. Bunlara rağmen gittim Rusya’ya. Radyoya girip çıktım. Arabayla götürülüp getirildim. Polislerce taşındım radyoya. Etrafı görmeme izin vermediler. Maç anlatmak için geldim Lenin Stadı’na. O zamanlar dünyanın en büyük kalecisi olan Lev Yaşin sahada. Maç başladı, ben anlatmaya başladım. Fenerbahçe, bir, iki derken üç gol yedi. 3-0. Sonra bir penaltı oldu. Fenerbahçe bir gol attı. Yaşin de penaltı kurtarışıyla ünlü bir kaleciydi. İşte benim spiker olarak bir radyoda anlattığım ilk gol de oydu. Böylece 3-1 bitti maç. Ondan sonra asistanı olduğum Niyazi abi boynuma sarıldı. “Halit, artık sen bir spikersin” dedi. Bana bu imkânı o tanıdı. Nur içinde yatsın.

Üç gün sonra Fenerbahçe bir başka maça çıktı. İki gol yedi. Fakat hemen ardından iki gol attı. Niyazi abi bu maçın ikinci yarısını benim anlatmamı istedi. O maçı kazandı Fenerbahçe. Rusya’dan dönüşte,“Usulen sana bir maç anlattıracağız, bantta bulunsun. Spikerliğe kabul edildin” dediler. Böyle başladı maç spikerliğim.

1966 yılında da Türkiye millî takımı ile Rusya millî takımı maç yapmıştı. 2-0 kazanmıştık. Rusya’yı üst üste yenmiştik Moskova’da. Yaşin o zamanlar yedek kaleciydi tabii. Bu maçları da ben anlatmıştım. Bir maçın ardından, tercümanıyla yanımıza gelmişti Yaşin. Türk takımını tebrik etmek istiyordu. Kapıda beklemiş dakikalarca. Sonra kapı açıldı, takımı gördü. Hepsiyle kucaklaştı. Ortak dilleri yoktu. Unutulmaz bir sahneydi bu. Takımı yenilmiş ama tebrik etmeye geliyor adam. Dev Yaşin! Lev değil Dev!

T.M.: Kitapta böyle yığınla anı var. Bence ilgili okurlar alıp okusun kitabı.

Bir aşk olarak futbol

H.K.: Kitabın adını çok düşündüm. Şu mu olsa, bu mu olsa? Sonunda aklıma futbolun aşkla ilişkisi geldi. Ama şimdilerde herkes birbirini yiyor futbol üzerinden. Fenerli Galatasaray’ın, Galatasaraylı Fenerbahçe’nin stadına gidemiyor. Sahadan birbirini öperek ayrılan oyuncular var ama tribündekiler kavga ediyor. Bir de kendi stadının koltuğunu söküp kulübüne zarar veren taraftar tipi çıktı. Şu soruyu da anlamsız buluyorum: Hangi takımı tutuyorsun? Yok “hasta Galatasaraylıyım”, yok “hasta Fenerliyim.” Ama hep “hasta”lar. Hayır efendim, kabul etmiyorum bunu. Ben sağlıklı Galatasaraylıyım. Sağlıklı Fenerliyim. Sağlıklı Beşiktaşlıyım. Sağlıklı Trabzonsporluyum. Kısacası sağlıklıyım. Sağlıklı bir taraftar oldum hep. Fenerbahçeliyim ben. UEFA kupasını kazandığımız gece hüngür hüngür ağlamıştım. Galatasaray'ın şampiyon olduğu geceydi. Hiçbir Galatasaraylı benim kadar duygulanmamıştır o gece. Ben bir Alman veya bir Macar veyahut bir Fransız takımını seyrederken de aynı duygulara kapılabiliyorum. O nedenle dedim ki, futbolu böyle seviyorsam, bu bir aşktır. Futbol! Bir Aşk.

T.M.: Hangi seneden beri maç anlatıyorsunuz? Dünyanın birçok yerinde, birçok dilde maç anlattınız, değil mi?

H.K.: Ufacık bir düzeltme yapayım, maalesef bir gol spikeriyim. “Gol, sevgili seyirciler.” “Gol, maalesef gol” diyorsak golü yemişizdir. Biz mi attık? Zaten beş maçta bir tane atarız. Onun için de 25 dakika bağırırız. Şanssızdık işte, n’apalım.

B.E.: Yakın dönemde şanssızdık. Ama daha önceleri iyi durumdaydık. Galatasaray başta olmak üzere bazı kulüpler Avrupa Kupası’nda başarılar elde etti. Siz o dönemlerde maç spikerliğinden uzaklaşmıştınız herhalde, değil mi?

H.K.: Hâlâ seyrettiğim büyük futbolcular var. Televole diye program var, biliyor musunuz? Hangi sözcükten türetilmiş? Vole. Vole futbolda dönerek vurmak demek. Benim gençlik zamanımda televizyon olmadığı için dış dünyayla temas çok azdı. 1936’dan 1948’e dek, 12-13 sene, harpten ötürü de hiç millî maç yapamadık. Dünya kupaları bile gerçekleştirilmedi. O vakitler Cihat Arman vardı. Dünya standardında, çok büyük bir kaleciydi. Arman çok az millî forma giyebildi. Avrupa’ya çıkış ise söz konusu değildi.

B.E.: 70’ler, 80’lerde durum nasıldı?

H.K.: Ben o on yıllardan bahsetmiyorum. Bizim bahsettiğim devirde millî bile olamamış büyük futbolcularımız var. Onları bir tek biz gördük. Büyük maçlarımızı, büyük gollerimizi anlatamamış spikerleriz. Şimdilerde futbolumuzda büyük hamleler yapma peşindeyiz. Ancak çok titiz olmalıyız. Maç kazanmak yetmez. Avrupa kupalarına niye giremiyoruz? Beğenmedikleri Letonya bile giriyor.

B.E.: Afrika takımıyla bile oynayamadık.

H.K.: Şanslı olduğumuz zamanlar da oldu. Şansı iyi de kullandık. Ona lafım yok. Küçümsemem de. Galatasaray’ın UEFA şampiyonluğu önemliydi. Turlar atlayarak bir yerlere geldi. Bizim genç takımlarımız çok başarılı. Şu sıralarda 19 yaş altı bir takımımız bir finale kalma gururu elde etti. Futbolda geri değiliz. Dışarıdan oyuncu aldığınız zaman millî takımın kalitesi düşüyor. İtalya futbolu dünyanın bir numaralı futboluydu. Ama ne zaman ki İtalyanlar yabancı oyuncu almaya karar verdiler, işte o zaman İtalya millî takımı bitti. Bu çok önemli bir nokta.

B.E.: “Eski günlere dönme tehlikesini unutmadan tadına varmak lazım bugünlerin” diyorsunuz, değil mi? 

H.K.: Öyle diyorum.

B.E.: Türk futbolunda yenilikler gerçekleşti. Artık bir sürü kanal var, maç yayını var. Haftada yirmi tane maç izlediğimiz oluyor. Abartmayayım ama on tane rahat izliyoruz. On ayrı spikerlik performansı demek bu. Sizin kılı kırk yaran, o kalan kırkı da bir daha kırka bölen bir titizliğiniz var. Günümüzdeki maçları dinlerken ne hissediyorsunuz? Spikerlerin performansını nasıl buluyorsunuz?

Türk futbolunda yenilikler

H.K.: Türkiye bir yere geldi. Bunu hükümetlerle, siyasetle falan ölçerek söylemiyorum. Gerçekten gerek teknik açıdan gerek uyanıklık açısından Türkiye çok farklı bir yere geldi.

Bugün bakıyorsun televizyonun da dahil her şeyin en mükemmeli Türkiye’de de var. Hatta daha da güzeli: Gurur duyduğum birçok Türk markası Batı ülkelerinde de satılıyor. Sporda da teknolojide ilerlediğimiz gibi ilerledik. Futbolumuz da gelişti. Eskiden biz imkânsızlıklarla mücadele ediyorduk. Her şey olanaksız gibiydi. Demir perde rejimi vardı. O ülkelerde rahat rahat maç nakletmek mümkün değildi.

Sonraları telefon teknolojisi ortaya çıktı. Telefonla maç anlattım ben. Tarihte bir ilkti. Telefonun içinde mikrofon var sonuçta. O zamanlar cep telefonu yoktu tabii. PTT’deki bir telefon teknisyenine sorarak çözdük işi. 1966 yılındaydık. O zamanlar teknik imkânlar bu kadar fazla olmadığından, bir şeyler yapabilmek için yaratıcı çözümler üretmemiz gerekiyordu. Konfor içinde yaşayanlar insanların sıkıntıdan neler yaratabileceğini bilemiyor. Biz her şeyi yoktan yaratmak zorunda kaldık. Her daim sıkıntıda olduğumuzdan, işimizi bugüne kıyasla ciddiye alıyorduk. Şimdi bluetooth’la maç anlatıyorum. Günümüzde bir şeyler yapmak o kadar kolay ki.

Spor spikerliğinin incelikleri

Ama sözcükler pek yerinde kullanılmıyor bugün. Hakem “taç” diyor. Sanki top kendi kendine taca çıkmış. Yanlış bir aktarım şekli bu. “Ofsayt” da denmez yalnızca. Birisi açmış radyoyu veya televizyonu, kimin ne yaptığını anlamak istiyor. Dinleyici atılan golü kimin attığını merak ediyor. “Ahmet’in on yedinci dakikada attığı golle Beşiktaş 1-0 önde” diyip duramazsınız. Birinde bunu diyeceksiniz ki, diğerinde “Beşiktaş on iki dakikadır 1-0 galip oynuyor, Ahmet’in golü de güzeldi” diyeceksiniz. Değişik kelimeler kullanacaksınız. Değişik kelimelerin kullanımı kulağı dinlendirir. Aynı laf sürekli tekrar edilmez. Galatasaray takım hâlinde hücum ediyorsa, olup biten şeye uygun bir aktarım yolu bulacaksınız. Maçı yorumlayacaksınız. Maçın hızına yetişeceksiniz. Sabri’den Ali’ye, Ali’den Mehmet’e top geçti derken, top çoktan Mehmet’ten Hüseyin’e geçmiş olabilir. Ben bu uygulamaları eleştiriyorum, ama günün sonunda hepsi benim evladım. Aralarında fark gözetmem. Kuzguna yavrusu güzel görünür, ama ben kuzgun değilim.

B.E.: Maç boyunca bir futbolcunun ismini kırk kere yanlış söyleyen spikerler var. Ama artık maçları yakın planda da seyredebiliyoruz. Şimdiki spikerler bu açıdan çok şanslı. Erişimleri de sınırsız. İspanya kanalını açıp İspanya maçına bakabiliyorlar. Siz ne yapıyordunuz?

H.K.: Ben gittiğim dünya kupalarında televizyon merkezlerinin, basın merkezlerinin odalarını dolaşırdım. Kim ne yapıyor, öğrenmeye çalışırdım. Biz öncü jenerasyonduk. Bir İspanya - Türkiye maçı anlatmıştım. Onu unutamam. İspanya kalecisi çıkış yaptı ve yere düşüp sakatlandı. Aynı anda top kaleye atıldığında aynı takımdan bir futbolcu çıkıp yumruğuyla topu kurtardı. Hakem de bunu görmeyip oyunu devam ettirdi. Bizim oyuncular durdurdular maçı. Gittiler hakemin yanına, dertlerini anlattılar. Hakem “hayır” dedi, “kaleci kurtardı topu.” ve penaltıyı vermedi. O penaltıyı alamamış olmanın moralsizliğiyle maçı 2-0 kaybettik. Ertesi gün olay İspanya’nın en ünlü spor gazetelerinden birine çıktı. Yumrukla kurtarılan top gazetenin ön sayfasının tamamını kaplıyor. FIFA ihtar verdi tabii. Ama işte, maçı kaybettik. Hatırladığım en büyük hatalardandır bu.

B.E.: Böyle bir şey Türkiye’de olsaydı Türk basını da böyle mi davranacaktı?

H.K.: Biz de onu ön sayfaya koyardık. Konmalıdır. Bir maçta da futbolcularımızdan biri hakeme bir şey sormuştu. Hakem kırmızı kart çıkarmıştı. Neden? Soru sorarken yakasını tutmuş hakemin. Hakem de Kuzey Avrupalı. Maç bitti, hakemi görmeye gittim. Spiker olarak adamla konuşuyorum. “Ne yaptı futbolcumuz size” dedim, “Terbiyeli bir şekilde gelip size soru sordu.” O da, “Otuz bin kişinin önünde beni yakamdan tutarken ‘Sizi çok seviyorum’ dese bile kırmızı kartı çıkartırdım” demişti. “Çünkü otuz bin kişi benim yakamın tutulduğunu görüyor. Benden hesap sorulur, otoritem sıfırlanır.” Biz böyle şeyler gördük vakti zamanında. Televizyonun gelişiyle futbolcuyu da tanıyorsun. Dünya futbolunu televizyon çıkardı karşımıza.

B.E.: Benim ilk hatırladığım futbol maçı 1983 yılındaki Cumhurbaşkanlığı Kupası finaliydi. Televizyondan izlemiştim. Fenerbahçe, Trabzonspor’u 2-0 yenmişti. Hüngür hüngür ağlamıştım. Siz de o zamanlar benzer duygular içerisindeydiniz, hatırlıyorum. Benden küçük kuşaklar sizin maç anlatımınızı ne yazı ki deneyimleyemedi. Bunu kaçıranlar neyi kaçırdıklarını bilmiyorlar. Keşke bir kere dinletebilsek sizin sesinizden bir maçı. Çok isterdim bunu. Bir de şunu söyleyeceğim: Beckenbauer Futbol Okulu benim hayatımda okuduğum ilk futbol kitabıydı. Çocuklar için yazmıştınız. Bu kitap için de teşekkürler. Sizinki, son dakikalarına yetişme ayrıcalığına sahip olduğumuz bir futbol ziyafetiydi.

Futbola adanmış bir hayat

H.K.: Jübilem geç kaldı benim. Zamanında bırakmadım işi. Haddimi bilmedim. Futbol spikeriysen yediğine, içtiğine, uykuna dikkat edeceksin. Futbolcu gibi yaşayacaksın. Hayatımın belirli bir noktasında, bir futbol maçını baştan sona, doksan dakika anlatmaya uygun bir kondisyonum olmadığında karar kıldım. Yorumcu oldum, röportaj yaptım ama maç anlatmadım. Bugün de gücümün yettiğince futbolla ilgilenmeye devam ediyorum. Spikerlik farklı bir şeydir. Bir de bir şey soracağım: Bu radyo Açık Radyo olduğuna göre, kapısının önünden herkes geçip gidiyor mu?

T.M.: Stüdyonun öbür tarafına bakacak olursak, şimdiden sekiz dinleyiciye programı banttan dinlettiğimizi görebiliriz.

H.K.: Tekrar bir fırsat yakalarsak bunları da konuşuruz. Konuşacaklarımız bitmedi. Bitmedi ama şimdilik reklama giriyoruz. Halit Kıvanç’ın yazdığı, İletişim Yayınları’ndan Futbol! Bir Aşk kitabı çıktı! Hâlâ almadınız mı? Reklamları dinlediniz.

T.M.: Halit Kıvanç’ın sesi uzun zamandan sonra tekrar radyoda yankılandı. Bu sesi tekrar duymak ümidiyle hoşçakalın diyoruz.