İzlenimci ressam Claude Monet'nin kendi elleriyle yarattığı ve "en büyük şaheserim" dediği Giverny'deki cennet bahçesinde gezineceğiz. Bugün müze olarak korunan bahçe, her yıl binlerce ziyaretçinin akınına uğruyor. Son dönem resimlerinin, özellikle Nilüfer tablolarının en büyük ilham kaynağı...
Monet'nin resim yapmaya başladığı yıllarda sanatçıların çoğu stüdyolarında vazo içinde çiçek buketleri çizerek -ya da eğer karşılayabiliyorlarsa bir modelle- çalışıyorlar; manzara ressamları da doğada kabaca eskizler yapıp resimlerini stüdyolarında tamamlıyorlardı. Açık havada çalışan İzlenimciler ise zaman gelip geçerken doğanın içindeki o "an'ın izlenimini aktarmaya adamışlardı kendilerini...
İzlenimciler, Rönesans’tan beri kullanılan çizgisel perspektif yerine renkle elde edilen atmosferik perspektifle bir derinlik yanılsaması yaratıyorlardı. Güneşin yedi rengini esas alıyor, güneşte bulunmayan siyah ve beyazı yardımcı unsur olarak kullanıp nesnelerin gölgesini ise zıt renklerle ifade ediyorlardı. Anlık görüntüyü tuvale aktarmak hız gerektirdiği için klasik anlayıştaki ayrıntılardan uzaklaşıp resmin bütününe odaklanıyor ve tam da doğanın içinde, açık havada çalışıyorlardı. Paris ve çevresi, Manş Denizi, Kuzey Denizi kıyıları, Seine Nehri ve onun iki yakasındaki küçük köylerden manzaralar vardır İzlenimci eserlerde...
Tuvallerini, boyalarını, fırçalarını alıp doğanın içinde en güzel manzarayı, nehirlerde yüzen teknelerin suya yansımalarını yakalamanın peşine düşmüş İzlenimciler ama Monet bunu çok daha ileri boyuta taşımış; tasarlayıp yeniden düzenleyerek, bitkileri de hayalindeki o kurguya göre ekip dikip kendi bahçelerini yaratmış önce...
43 yaşında, zorlu bir dönemdeyken, genç karısı Camille'in tüberkülozdan ölümüyle resim de yapamamaya başlayınca, çocuklarıyla birlikte kırsala taşınma kararı alır. Bir banliyö treniyle Giverny'ye geldiğinde boş pembe bir ev görmüştür. Paris'e sadece bir saatlik bir tren yolu uzaklığında olan bu küçük sessiz köyün konumu, nehirden yansıyan o olağanüstü ışıktan çok etkilenir Monet; aradığı yeri bulmuştur. Maddi durumu da zordadır aslında ama arazi sahibini ikna eder; en kısa zamanda ödeme yapacak duruma geleceğini ve bu arada evine de iyi bakacağını söyler.
1883 yılında kendi çocukları, onların dadılığını yapan Alice ve Alice'in çocuklarından oluşan büyük ailesiyle buraya taşınır. Alice, iflas edince ülke dışına kaçan koleksiyoncusu Ernest Hoschedé'nin eşidir aslında. Monet'nin çocuklarının dadılığını üslenmiş, bir yandan kendi çocuklarıyla birlikte onun koruması altına girmiştir. Eşi Ernest ölünce ünlü ressamın ikinci eşi olacaktır yıllar sonra...
Ailenin ilk yaptığı şey sofraları için sebze, ruhlarını doyurmak içinse çiçek ekmektir. Monet, renklerin birbiriyle ilişkisini, ışığın atmosferik etkisini iyi bilen usta bir göz olarak bahçesini de tuvalini tasarlar gibi kurgulamıştır. Uzun ve verimli hayatının bu ikinci evresinde, nilüfer havuzu büyüyüp çiçek bahçesi geliştikçe Monet artık seyahate çıkma ihtiyacı da duymaz, aradığı her şey bahçesinde vardır. Kazancının önemli bölümünü dünyanın farklı köşelerinden gelen sıra dışı bitkilere ve çalıştırdığı altı bahçıvanın maaşı için harcar.
Canlı, büyüyen ve değişen bitkileriyle, her zaman konu ettiği ışık ve atmosferle Monet, yaşayabileceği, nefes alabileceği, içinde yürüyebileceği düzenlenmiş bir doğa parçası yaratmıştır. Son yirmi yılını en büyük tutkusu olan bu dünyayı resmederek geçirir. 1907 yılında Monet görme sorunları yaşamaya başlar, kataraktının etkisini resimlerinde de görmek mümkün. 5 Aralık 1926 yılında ölümünden sonra, üvey kızı Blanche Hoschedé Monet bahçelerle, ev ve stüdyoyla ilgilenmeye devam eder. 1966 yılında da mirasçıları evi Fransız Académie des Beaux-Arts’a devreder. 1980 yılında Claude Monet Derneği aracılığıyla da müze olarak halka açılır. Paris'teki -Monet'nin de bir dizi resmini yaptığı- Saint Lazare Garı'ndan başlayan bir saatlik tren yolculuğu ve birkaç kilometrelik yürüyüşten sonra ulaşılan bu bahçede gezinmek, Monet'nin tabloları içinde gezinmek gibi...
Üç ayrı bölümden oluşuyor: Evinin hemen yanında, tipik, duvarlarla çevrili Clos Normand bahçesi, Latin çiçeklerinden (Nasturtium) bir halı üzerinde, gül kemerlerinin altından geçen Grande Allée ve wisterialar (mor salkımlar) sarkan Japon köprüsüyle bir su bahçesi... Monet'nin yaşayan tuvalleri gibi... Kimi yerde monokrom hacimler, renk zonları vardır; bir metre genişliğinde Iris germanica yani mor süsen tarhları gibi örneğin. Bir başka alanda monokrom çiçekler yerini saf beyazdan pembeye, canlı kırmızıdan kızılın en koyu gölgelerine bir arada tonal bir strüktür oluşturmak için bir arada. Kimi yerlerde de ana renklerin zıtlığı vurgulanmış; koyu kırmızı laleler mavi unutmabeni çiçeklerinin karşısındayken, uzaktan puantilist bir resmin içindeymiş gibi mor renkli çiçekler beliriveriyor. Mavi ve parlak sarı Monet'nin en sevdiği renk kombinasyonlarından biri; sarı laleler gök mavisi çan çiçeklerinden bir halı üzerinde yükseliyor. Önde canlı kırmızı ve yeşillerin arka planında uçuk pembe ve yeşil gölgelerden oluşan renk geçişleri var. Sadece Güney Fransa manzaralarında değil, Giverny bahçelerinin soğuk iklimi için de kullanmış bu renkleri.
Renk temaları ve özel bitkileriyle ilgili notları bugüne ulaşamamış maalesef ama resimlere bakıp hangi renkleri yan yana kullandığı, atmosferik değişim yanılsamasını, ışığın değişimini nasıl yansıttığı; uzaklık, doku, biçim ve renk alanlarını incelemek, bu bahçenin mantığının da anlaşılmasını sağlıyor. "Benim için manzara kendi başına var olamaz, çünkü görünümü her an değişir; ancak çevresindeki hava ve ışık onu canlandırır. Benim için nesnelere gerçek değerlerini veren yalnızca çevresindeki atmosferdir" diye anlatır bakış açısını.
Bir bahçıvan gibi çalışmış adeta... Kırmızı gelincikler ile grimsi yeşil uzun sapında sarı ve mor çiçekler açan sığırkuyruğu (Verbascum) gibi yabani yerel çiçeklere yer vermiş; her sene onları tohumlarından tekrar tekrar üretmiş. Yeni tohumlar, soğanlar, bitkiler de denemiş; Japonya'dan zambaklar ve şakayıklar dahil dünyanın her yerinden egzotik bitkiler sipariş etmiş. Fransa’nın sulak alanlarından gelen –bataklık süsenleri, suokları ve düğünçiçekleri (büyük ve sarı bir Ranunculus türü) gibi– yerel bitkiler ile Lyon yakınlarındaki özel bir fidanlıktan getirtilen egzotik türleri karıştırmış. Japon süseni ve pek çok tabloda resmedilmiş olan süsenler de bunlar arasında. Yaklaşık yüz tür üretip birçok tropikal ve alt-tropikal bitkiyi birbirleriyle melezleştirmiş olan Pierre Victor Louis Lemoine’ın yetiştirdiği pek çok türü de satın almış. Bahçeye yabancı bir bitki geldiğinde Monet cam evin hemen yakınındaki fidanlıkta yetiştirir; nasıl çiçek açtığını, kültüre nasıl alınabileceğini öğrendikten sonra bahçesine uygun olup olmadığına karar verip ondan sonra en uygun köşesine dikermiş.
İki kıyının Japon köprüsüyle birbirine bağlandığı nilüfer bahçesi de şiir gibi. Köprü, -ressamın tam da tasarladığı gibi- eliptik bir yansıma yaratıyor; su bahçesinin odak noktasını oluşturan da bu. Atmosferik değişimlerin her nüansı yansıtan bir ayna gibi; hareket eden bulutlar, rüzgarın suyun üzerinde yarattığı küçük kıpırtılar, yaklaşmakta olan fırtına ve suyun üzerinde yüzen binlerce nilüfer... Bu su çiçekleri, çokyüzlü mücevherler gibi yakut kırmızısından topaza yansıyan ışığın renklerini de değiştiriyor.
Ressam, planlarını hayata geçirirken, çiçek ve bitki çeşitliliği yaratmak konusunda botanikçilerden yardım almış elbette. Bu su bahçelerinin yaratıcısı Joseph Bory Latour-Marliac onlardan biri... 1889 tarihli Dünya Sergisi’nde ilk sarı nilüferi; Avrupa ve Amerika’daki türlerin bir melezi olan Nympheae Marliacela Chromatela'yı sergilemişti. Latour-Marliac’ın yeni kokulu türleri nilüferli resimlerin ikinci serisinde ortaya çıkıyor. “Nilüferlerimi anlamam biraz zaman aldı" der Monet, "Onları resimlerini yapmak için değil, zevk için dikmiş ve yetiştirmiştim. Bir manzara bir anda zihninize belirmiyor. Sonra birden, göletimin büyüsünün farkına varıp paletimi elime aldım. O zamandan beri neredeyse başka konum olmadı” diye anlatır nilüfer dönemini...
23 Kasım 1900’de Le Figaro’da yayınlanan yazısında eleştirmen Arsène Alexandre şöyle yazmış: “Bay Monet’nin Giverny’deki bahçesinin bir bölümünü suyla doldurduğu, bunun içerisine nilüferler koyduğu, çiçeklerle kaplı bu havuzun üzerine bir de Japon tarzı bir köprü yaptırdığı söyleniyor. Çok etkileyici bir fikir, ancak sanatçının istediği efektleri yeterince çeşitlendirdiği söylenemez, ayrıca seri içerisinde birbirini tekrar eden yanlar yok değil. Dahası, bu büyüklükte resimler için konu belki de çok basit ve ikincil önemde. Bay Monet, bunu senfonisinin şaşaasıyla örtmeye çalışıyor. Kimse onun kadar mükemmel bir renk cümbüşü yaratamaz. Örneğin, göz kamaştırıcı leylaklarla kaplı bahçenin manzarası olağanüstü zenginlikte.”
Nilüfer tabloları, arkadaşı, drama yazarı ve gazeteci Octave Mirbeau’nun eserlerini de ekiler. Mirbeau bahçeyi karmaşık, yaratıcı ve biraz da eski moda diye tasvir etmiş. Marcel Proust da 1913’te Paris’te yayınlanmış olan Swannların Tarafı (Du Côté de Chez Swann) kitabında Monet’nin bahçesinden tasvirler kullanmış. Şöyle betimlemeler var: “Ama biraz ileride nehrin akışı yavaşlardı; ırmağın içinden geçtiği arazinin su bitkileri yetiştirmekten hoşlanan sahibi Vivonne’un oluşturduğu küçük gölleri birer nilüfer bahçesine dönüştürmüş ve halka açmıştı. Bu bölgede kıyılar sık ağaçlarla kaplı olduğundan, ağaçların geniş gölgeleri suyu genellikle koyu yeşile boyardı, ama bazen, fırtınalı bir öğleden sonrasını izleyen akşamlarda eve dönerken, su, bölmeli Japon minelerine benzer, mora çalan, çiğ bir açık maviye bürünmüş olurdu. Suyun yüzeyinde, ortası lal rengi, kenarları beyaz tek tük nilüferler çilek gibi kızarırlardı.”
Mevsimlere göre renkler de değişiyor. Baharda kardelenler, mor ve sarı çiğdemler ve binlerce mavi çançiçeği, çiçek bahçesinin parlak sarı çiçekli kış yaseminleri ve altın rengi King Albert türü nergisler çiçek açıyor. Kıvrımlı sıra dışı taç yaprakları olan "Parrot tulip" denen laleler, her renkte hibrit Darwin laleleri de var bahçede... Parlak sarı laleler, mavi çan çiçekleri ve unutmabeni çiçeklerinin yanında baharın ilk günlerinde parlak renk spotları oluşturuyor. Daha sonra çuha çiçekleri, haseki küpeleri, beyaz çiçekli dağ akasması (Clematis montana) bu manzaraya katılıyor. Monet floral kompozisyonlarını, elma, erik ve kiraz ağaçlarının pembe ve beyaz çiçeklerini tamamlayacak biçimde yerleştirmiş; bahçenin ufkunda sarı salkımlar, wisteria ve leylaklar serbestçe yayılmış.
Zamanı gelince de şakayıklar, süsenler, gelincikler ve güller sahneye çıkıyor. Gül sevgisi olağandır tabii... Malmaison bahçesinde gül koleksiyonu yapan, yeni türleri de ünlü botanikçi ve ressam Pierre Joseph Redoute’a çizdiren İmparatoriçe Josephine, gül modasını Paris'e yeniden getirmişti. Çiçek resmi ustası Lyon ressamlarından Simon Saint-Jean gülleri simgesel anlamlarıyla da ele alan resimleriyle Paris salonlarında popülarite kazanmıştı ama Monet hiçbir zaman simgelerle uğraşmaz. Farklı tür ve renklerde hem nadir hem sıradan çekinmeden bir araya getiriyordu çünkü asıl kaygısı, güllerin ışıkla birlikte yarattığı etkiydi. Dostu, eleştirmen Gustave Geffroy'nın anlattığı gibi: “Eğer gül mevsimiyse, görkemli isimleri olan tüm bu harikalar, sizi renk ve kokularıyla sarar. Güller düzenli aralıklarla tek tek, çalılar, çitler halinde, kafesler üstündedir; duvarlara tırmanırlar, direklerden ve ortadaki yolu örten kemerlerden sarkarlar. En nadiri ve –hiç de en çirkini olmayan– en sıradanı, basit güller, yabani gül kümeleri, en parlağı ve en soluğu ve tüm taçyaprakları büyülü bir saatten söz eder, bir yaz korosunu dile getirir; mutluluğun mümkün olduğuna bizi inandırırlar.”
Soğuk ve yağmurlu kış aylarında ise çiçek buketleri resmettiği; bunun için serasında çiçek yetiştirdiği biliniyor. Alice’e yazdığı mektuplarda, evde olmadığı zamanlarda “rakiplerine” en iyi nasıl bakılacağı konusunda sabır ve sevgi dolu tavsiyelerde bulunuyordu: “Söyle bana kasımpatılar çiçek açtı mı? İçlerinden güzel olanları bir parça yünle işaretle." Ya da: “Benim sevgili çiçeklerime gösterdiğin özen için teşekkürler, sen çok iyi bir bahçıvansın; glayölleri yerinden oynatmakta acele etmeyelim, ancak vakti geldiğinde onları çok yıllıkların, anemonların ve benim güzel filbahrilerimin yanına koymayı öneriyorum.”
Monet’nin yaratıcı, yenilikçi yaklaşımı botanikçilerin yaratıcı hayal güçlerini de harekete geçirir; yalnızca bazı türlerin melezlenmesinde değil, bahçede sergilenme biçimleriyle de... 1903’te Japon köprüsünün üzerine bir demir çardak yerleştirilip, bu çardağa Wisteria'ların sardırılması örneğin bu yeniliklerden biri... Japonya’dan gelen bu salkımlar, kemerlerin ana hatlarını bulanıklaştırarak bahçenin doğal ile yapay arasında kurduğu diyaloğu daha da güçlendiriyordu. Morsalkımların suya yansımış olan gökyüzü görüntüsünü tersyüz ediyordu. Monet bunu özel olarak düşünüp planlamıştı.
Giverny’ye o dönemde gelen birkaç kişiden biri olan Marc Elder, bu “gökyüzündeki çiçeklerin” yarattığı etkiyi, baş döndürücü, sarhoş edici kokularını ve başının üzerindeki mor ve beyaz beneklerden oluşan kemeri anlatıyor: “Salkımlarla kaplı bir köprü su bahçesine uzanıyor. Haziran ayında koku öyle yoğun ki, sanki insan bir vanilya çubuğu içinde yürüyor, beyaz ve mor çiçekler –bir suluboya resimdeki gibi pembeye çalan bir mor–arasında enfes üzüm taneleri gibi sarkıyor. Meltem estikçe hoş kokular devşiriyor. Ayak sesleri suyun altındaki gölgelerde toplaşan balıkları cezbediyor. Suya eğilince kendi yansımamızı görüyoruz; sudaki imgemiz incecik bir zara parmakla değmişçesine, bir sazanın ağız dokunuşuyla birden sarsılıyor."
Lavantalar, günebakan çiçekleri, Japon anemonları, glayöller, aslanağızlarının; maviden mora ve yakut kırmızısına altın sarısı yapraklarla birlikte sonbahar manzaralarını tamamlıyor. Nilüferlerin arka planında açelyalar, ılgınlar ve bir salkım söğüt vardır... Salkım söğütler tesadüfen orada değillerdi kuşkusuz. Ressamın pek çok resminde yer alan söğütler, resimsel nitelikleri için seçilmişlerdi. Ağacın boğum boğum gövdesi; dalgalar halinde, zarifçe aşağı sarkan yaprakları için... Bir fırtınada yarı yarıya devrilen bir söğüdü düzeltmek için Monet ağacı kesmek yerine onu doğrultup, desteklemeyi, her ne olursa olsun ve doğa bütün gücüyle bir daha saldırsa dahi, ayakta kalabilmesi için bağlarla sabitlemeyi tercih ettiği de biliniyor.