Yaratıcılık Hakkı ve Heyecan Üstüne: Nazım Dikbaş'la Söyleşi

-
Aa
+
a
a
a

Nazım Dikbaş'la “Herkes Heyecanlanır Sanmıştım” başlıklı solo sergisi için bir araya geliyoruz.

Açık Dergi: Yaratıcılık Hakkı ve Heyecan Üstüne
 

Açık Dergi: Yaratıcılık Hakkı ve Heyecan Üstüne

podcast servisi: iTunes / RSS

İlksen Mavituna: 12 Ocak 2024 tarihinde Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi’nin birinci katında açılan ve üç odadan oluşan ‘’Herkes Heyecanlanır Sanmıştım’’ sergisinde Nazım Dikbaş’la birlikteyiz. Sergideki işleri taklit ederek şöyle mi girsem diye düşünüyorum: ‘’Sergi fikrinin nasıl ortaya çıktığını bize anlatır mısınız?’’ (gülüşmeler). Tabi şaka yapıyorum. Nazım aklıma şöyle bir soru var; uzun yıllardır açık sergi formatına başvurmamıştın. Vaz mı geçmiştin?

Nazım Dikbaş: Hayır, hiçbir zaman vazgeçmedim. Tabii senin dediğin de doğru, uzun süredir insanların gezebildiği bir sergi açmadım ama Twitter’ı takip edenler bilir; pandeminin başında kademeli kademeli bu serginin kuruluş biçimine de yabancı olmayan bir biçimde Twitter’dan yayınladığım bir sergi açmıştım. ‘’Biraz Vaktin Var Mı?’’ isimli o sergideki işlerin birçoğu bu sergide de var. 2016 yılında açtığım son sergiyle 2024’ün başındaki bu sergi arasında 2020 yılında açılmış tek kişinin gezebildiği ve mekandan bağımsız bir sergi daha var. 

İ.M.:  Tek kişi gezilebilen bir sergi. 

N.D.: Maalesef maalesef, şimdi düşününce de çok tuhaf geliyor tabii ki ama şu açıdan da bakmak lazım ben sergi açarım düşüncesiyle çizen biri değilim. Aşağı yukarı her zaman ve her yerde, toplantıda da olsam çizen birisiyim. Bu bir düşünce yöntemidir, klişe olarak ifade etmek gerekirse ‘’yeni yeni dünyalar yaratma yöntemi.’’ Muhtemelen bunu eskisinden giderek daha da fazla yapıyorum. 

İ.M.: Neden acaba? 

N.D.: Bunun tek bir cevabı var, hoşuma gidiyor! Tabii ayrıca şu da hoşuma gidiyor, bu işin tek boyutu bu değil, başka başka çizme yöntemleri keşfediyorum. Bu serginin iki ana odasından biri olan hikayeler odasındaki hikayeler benim için zorlayıcı ve yeni bir format, onun üstüne gitmeyi seviyorum. Bu zorlayıcılık ile ilgili yeni şeyler yapmaya çalışıyorum.

İ.M.: Tekliler ve hikayeleri ayrıştırabilir misin, nasıl tarif edersin? 

N.D.:  2011 yılında yaptığım “Özel Dersler” diye uzun bir hikaye ve vardı ama bu geleneksel bir anlatımla “başı ve sonu olan” bir hikaye değil. Bir atmosferi anlatan ve biraz da karanlık bir hikaye. Ondan da önce bu serginin tasarımlarını da yapan sevgili Memed Erdener’in teşviği, dolduruşu, tehditleri ve baskısıyla (bunların hepsini çok severek söylüyorum) Hayvan dergisinde yarım sayfa çiziyordum ve o bana çok şey öğretti. Yani Memed’in dediği her şey çok doğru ve dolayısıyla Memed haklı çıktı. Başkalarının okuyacağını bildiğim, düzenli bir şey çizmeye başlayınca başka türlü çizmeye başladım. Halbuki ‘’Az Zaman’’ karakteri 1996 yılına kadar geri giden eski bir karakter. Burada ismi Az Zaman olmasa da Az Zaman karakterini bilenler ben o karakteri çizdiğimde Az Zaman olduğunu anlarlar mesela. Aslında hikayeye doğru gitme eğilimi ve isteği hep vardı. Tek yapmanın benim açımdan iyi yanı da ben hızlı ve hemen üretmeyi seviyorum. 

İ.M.: Tekliler için söylüyorsun bunu? 

N.D.: Evet, evet ama hikayelerde de var mesela sabah uyanıyorum aklımda bir hikaye var onu hemen yapmak istiyorum. Bunları yaparken de, uzun uzun ‘’aa şöyle bir desen yaparım da, şunu da şöyle yaparım’’ demiyorum. Buna çok takılmıyorum dolayısıyla bu yeni format benim için çok cazip ve onun üstüne gitmeye çalışıyorum, bu formatta başka türlü nasıl yaparım diye düşünmeye çalışıyorum. Bunlar benim kendi içimde ilerlediğim yollar. 

İ.M.: Hikayeler bölümü bir yanıyla sanat eseri olarak da konumlanmış, duvarlarda izlediğimiz hikayelerin yanı sıra camekan içinde defterler var. Ayrıca defterlerin iyice kamuya açık hali videolar da. 

N.D.: Aslında bu fiziki bir zorunluluktan kaynaklandı. Duvara astığımız eserlerin başına bir şey gelme ihtimali azalıyor, insanlar bazen parmaklarıyla dokunsalar da çok az hasar görüyor. Defterlerde ise durum böyle değil, çizim yaparken ben bile elim terlediği için hasara uğrattım bazı işleri. 100 kişi baksa ve dokunsa o deftere, defter paramparça olur. Bu nedenle vitrin içine yerleştirdik, ama en azından bir sayfası ya da kapağı görülebiliyor. Sonra da Fatih Pınar’la beraber çalışarak tek bir kamera açısından, benim seslendirdiğim şekliyle bir video eseri ortaya çıkardık. Yaklaşık 34 dakika süren ve benim nemrut sesimle seslendirdiğim bu videoda 12 farklı hikaye yer alıyor. Bence güzel oldu, sergiye yeni bir boyut kattı. 

İ.M.: Peki, başlıkta da kullandığın için bu tabiri, meşru görüyorum bu soruyu sormayı. Bu sergiyi açma “heyecanı” nasıl hasıl oldu? 

N.D.: Konvansiyonel bir sanat galerisinde sergi açmak istemiyordum. Hem galerilerin genel işleyiş biçimi hem de ülkemizdeki galerilerin işleyiş biçimini istemiyordum. Ben uzun süre polyannacı bir tavırla, aynı bir sanatçı veya bir sanat akımı yada bir akademi gibi bir üniversite gibi veya bir müze gibi bir kurum gibi bir galerinin de kendine özgü bir yol çizerek, bir sanat ortamının, en azından sanat kısmını yönlendirebileceğini düşündüm çünkü bunun örnekleri dünyada var. Öyle bir galerici olur ki, etrafına öyle sanatçılar toplar ki, öncelikli kaygıları sanattır ve onlar sanata yeni bir yol açarlar. Bu bizde böyle olmadı ve olmadığı gibi iş kötüye de gitti. Sadece parayla ilgili değil bu başka bir tutukluluk sergiliyorlar. Dolayısıyla içinde duracağı mekanı benim de canlandırabileceğim bir alan seçmek istedim ve işin doğrusu hiç de acelem yoktu. 2016’da açtığım iki sergiden biri KarşıSanat’taydı diğeri de Dünyada Mekan’daydı. Dünyada Mekan zaten kolektif olarak kurduğumuz, işlettiğimiz yaşayan bir mekandı, maalesef kapandı. Oradaki sergi de çok hoşuma gitmişti. Diğeri zaten Karşı Sanat, bizim evimiz hala daha da sergi yapmak isteyebileceğim ve hala her türlü bağlı olduğum bir yer. Kıraathane’yle ise başka başka işler de yapıyorum; çevirmenlik yapıyorum, yazı yazıyorum, bazı belli konular olduğunda konulara dair çizimler de yapıyorum. Bunların hepsini yaptığım ve zaten çok sevdiğim insanların çalıştığı bir yerde böyle bir imkan doğunca, biraz düşünüp “tamam” dedim, “burası olabilir, burada yapabilirim”. Bunu düşündükten sonra da elimde neler olduğunu bildiğim için serginin nasıl şekilleneceğine karar verebildim, bu çok önemli. Bu da serginin önemli bir parçası: serginin hazırlanış biçimi de, kuruluş biçimi de, bu serginin mükemmel ekibinin ortak çalışması. İlk odadaki sel gibi bir lağım gibi akan ama kurulduktan sonra bir kalabalığa benzeyen, bir ormana benzeyen  - içeride Nazım Hikmet konusu oldu da oraya bağlıyorum - Orta Asya’dan bir kısrak başı gibi uzanan bu oda (güler) hepsi bu sürecin bir parçası. Tasarlanma süreciyle bütün olan bir sergi, başka türlü olamazdı herhalde. 

Sevgili Necmi Sönmez de şöyle bir şey söyledi ‘’başka bir küratör bu sergiyi böyle kuramazdı’’. Ben bunu kendime çok yakın bir söz olarak görüyorum. Bu seslerin birbirine girişini, ayrı dursalar da çok kararlı bir izleyici olmadığı sürece hepsinin bir seferde okunamayışını bu oda için önemli buluyorum. İçerdeki oda için hikayelerin hem tek başına okunabilir hem de birinden diğerine geçişin kolay olduğu yapıyı da serginin çok kendine özgü bir boyutu olarak görüyorum. Böyle kurdum, böyle kurabildim. Zaten elimdeki işler biraz bana bunu gösterdiler, bu böyle olabilir dediler. Şöyle bir rahatlığım oldu. Aslında son derece geleneksel kurallara da sadık kaldım, uzun boylu birisiyle kısa boylu birisinin görüş alanının toplamı dışına çıkmadım mesela. Tavana asmak gibi perdeye asmak gibi gereksiz rüküşlükler yok. Bunu burada kurmaya başladıktan sonra, bir yerde anladım ki elimdeki malzemenin çokluğu seçme konusunda daha rahat davranmamı sağladı. 

İ.M.: Aslında Necmi Sönmez’in senin de katıldığın yorumuna yakın bir sorum vardı. (Sergideki metinler bende soru yazma isteği uyandırdı, okuyacağım). İki uç yorum var mümkün sergiyle ilgili: buradaki işlerin toplamının ortak bilinç dışımızın, belleğimizin bir tür fışkırması olduğunu söyleyen yorum ki ben buna epey yakınım. Bunun yanı sıra ve belki karşı kutupta, sergileme biçiminin çok yoğun ve nefes kesici olduğunu söyleyen yorum var. Bağlayayım bilinç dışımız neden bu kadar yoğun sence Nazım?

N.D.: Bu soru için sergimizin popüler işlerinden birinin önüne gelerek Mihrap Aydın’ı da anmak isterim, bu işi özellikle sevdiği için. Burada karakterimiz diyor ki “Ne demişse demiş, sen Freud’a uymak zorunda mısın?” Ben hiç bilinçdışını bilmem, ne gittim ne gördüm (güler). İlla ki bilinçdışının düşüncelerimizde bir etkisi oluyordur. Sergiyi hiç gezmeyenler için buradaki karakterlerin söylediği cümlelerin bir çoğunluğunun benim cümlelerim olduğunu belirtmem gerekiyor. İstisnai durumlar var mesela şarkı sözleri. Onları tamamen benim uydurduğum söylenemez ama bir şarkı sözünden hareketle söylenmiş, bağlamın değiştirildiği şeyler var. Yine de, çok nadir de olsa doğrudan alınmış şeyler de var. Bunlar istisnai, yüzde iki ya da yüzde üçtür. Çünkü bazen böyle şeyler denk geliyor veya sözünü aldığım kişiler yakınım oluyor. Bu sergide Müslüm Gürses var, bir Adana türküsünden iki kelime söylüyor. Aslında türkünün içindeki bu iki kelime bambaşka anlama gelebileceği için ki ben Türkiye’de o anlamın olmadığını da düşünmüyorum. Bu noktada türkülere çok anlam yüklediğim söylenebilir ama gerçekten derinde bir yerde bir anlam daha taşıdığını düşünüyorum. Bu cümleler arasında arkadaşlarımın oynadığı filmlerde ya da tiyatro oyunlarında söylediği cümleler de var, ama bunlar dışındaki tüm cümleleri ben söylüyorum. 

İ.M.: Peki bunlara karakter mi demeliyiz, figür mü demeliyiz?

N.D.: Tabii figür de imge de diyebiliriz ama anlatırken kendimi de kısıtlamak istemiyorum. Benim düşündüğüm bağlamda bunlar benim hissime yakın olan; tanıdıklarım ya da gazetede gördüğüm veya tamamen elimin yettiği kadar çizdiğim serbest karakterler. Bunlar benim bir sinema filmi gibi, bir tiyatro oyunu gibi rol verdiğim karakterler. Rüyalarda biliyoruz ki hiçbirimiz tam olarak kendimiz gibi davranmayız. Rüyalarda mekanlar bile oldukları gibi davranmazlar, zaman bildiğimiz gibi akmaz, hava durumu da başka türlü davranır. Tam da böyle, bu karakterler de gerçek hayattakinden farklı davranan karakterler. Bu öyle bir dünya, öyle bir alem. Dolayısıyla tam bir sinema filmi yapamayacağım için bu karakterler de bir senaryonun bir anında konuşuyorlar. Açık uçlu ama izleyicinin bağlamı hayal edebileceği bir anı ve bir bağlamı oluşturuyor. 

İ.M.: Kendimi izleyici olarak konumladığım zaman “sanki bunu duymuştum” diye düşündürüyor işler, sanırım o açık uçlulukta boşluğu kendimizin doldurduğu bir yere tekabül ediyorlar.

N.D.: Bilmiyorum, belki o yaratıcı eylem bir senaryoda geçiyordur ve o eylem o hisse yakındır. Yazdığım cümlenin tek bir anlama gelebileceğini düşünülmesi hoşuma gitmiyor, birebir örtüşmesinden hoşlanmıyorum. ‘’bu karakter işte Ahmet bey değil mi?‘’ dendiğinde, bu karakter sanki sadece Ahmet bey olabilirmiş gibi konuşulduğunda hoşuma gitmiyor. Aynı şekilde ‘’bu cümleyi aynısını hocamı söylemişti’’ veya ‘’bu cümleyi Mehmet Akif söylemişti’’ dendiğinde de hoşuma gitmiyor çünkü burası öyle bir yer değil. 

İ.M.: Çok zor ama böyle iddialı bir şey söylemek. 

N.D.: Çok söyleniyor. Burada tabii ki gözlemleri yansıttığım şeyler de var. Mesela bu iş çok sevdiğim, yaptığımda da şaşırdığım bir şey. Burada karakter diyor ki “Ellerini gözlerine güneş vurmasın diye siper ediyor / ama bize hayali bir garsona el eden antik bir heykel gibi görünüyor”. Gerçekten de buna baktığım anda böyle düşünmüştüm ve bir heykele bakarak çizdim, gerçek bir karakter değil yani buradaki. Bu başka bir ışık oyunu, bir aldanma, bir anlam kayması. Bunlar bir araya geldiğinde gözlem gücünü harekete geçirmeye, daha iyi gözleme davet ediyor. Gözlemlerken yakaladığın şeyin kaybolup gitmesine izin vermemek çok önemli. Düşündüğün şeyin kıymetini bil. Sana dayatılan büyük ve sıkıcı düşünceler içerisinde kaybolmasına izin verme ve onu yakala ve tut. Onu da tuttuğunda tabii ki mutlak kabul etme, oradan devam et. O düşünce senin bulunduğun yerle, geldiğin yerle, olmak istediğin yerle ilgili sana ipucu verebilir.

"Yaratıcı gücün önünü kesmek için gösterilen çabaya iktidar diyoruz"

İ.M.: Sence bu neden önemli Nazım? Bir düşünce bulmak, onun peşinden gitmek ve sonra devam etmek neden önemli? 

N.D.: İki alternatif var. Birincisi bize sunulan totaliter kapitalist sistemin ana hatlarını kabul etmek veya bu sistemin idaresindeki üretilmiş klişeleşmiş muhalefetin dayattığı, dayatmıyormuş gibi yapmayı sevdiği ama kesin bir şekilde dayattığı söylemleri kabul etmek. İkincisi ise kendi adına bir keşfe girişmek - insan kendi adına giriştiği keşifte ancak kendi emeğiyle ilerler. Bu bir zihin emeğidir, bir duygu emeğidir, bir el emeğidir. Bunun yolunu insan kendi belirler. Ben alaylı bir çizerim, hiç okula gitmedim. Beğendiğim çizerlerin, ağabeyimin, sevdiklerimin yaptıklarından hareketle çizmeyi öğrendim. Buradaki metinler dahil bir sürü şey de yazıyorum, onun da okuluna gitmedim. Onu da sevdiğim yazarların şairlerin, hikayelerin, romancıların yazdıklarına bakıp nasıl yaptığını, nasıl düşündüğünü sorgulayarak yapıyorum. Kendi içerisinde ilerleyen süreçler bunlar. Bu demek değil ki büyük eğitim, kitlesel eğitim, ulusal eğitim önemsizdir ama biz o eğitimin içerisine bu düşünme sistemini sokmak istiyoruz. Ancak böyle bir yaratıcılık bunun içerisine girdiğinde özgür özerk, demokratik eğitim o zaman mümkün olur. Sınıfın içerisinde ne zaman böyle bir yaratıcılığa yer vardır? Yukarıdan aşağı hiyerarşik yapılanan, “bakın bu düşünceleri al ve bunları uygula sistemiyle” değil. “Kendini keşfet, sen gözlem yapmayı öğren, kendi sesini dinlemeyi öğren” veya “sen şuradaki tıkırtının nereden geldiğini merak et ve bu merakını sakın bırakma”. Bunu öğrettiğimiz zaman o tam olarak bir eğitimdir. Nerede olursa olsun. Bu üç beş kişinin yapacağı bir şey değil, bu herkesin yapabileceği bir şey. Daha önce bir konuşmada da söylediğim gibi “yaratıcılık hakkı” önemli. İmre Azem’le sergiyi kurarken uzun uzun konuştuk. Temel bir hak yaratıcılık hakkı. Sevmediğim bir bakış var “sen ne kadar yeteneklisin, ne güzel şeyler yapıyorsun, keşke ben de yaratıcı olsam”. Bu düşünce insanların kendine yaptığı çok büyük bir haksızlık ve gerçekten çok üzücü. Bu müzisyenlere söylenir değil mi? Çünkü o sanki bir büyü yapıyormuş gibi gelir. Ressamın yaptığı resme bakar ama hikayenin oraya nasıl evrildiğini bilmeden bakar, nasıl olmuş da ressam önüne boş bir kağıt koymuş ve ortaya bu çıkmış bilmediği için. Der ki “sen çok yeteneklisin” ama böyle değil. Bu en baştan herkese belli imkanların ve belli yolların açılmış olup olmamasıyla ilgili bir şey, ben bunu çok iyi biliyorum. Çok eminim ki her insanın içerisinde o yaratıcı güç var ama o yaratıcı gücün önünü kesmek için gösterilen çabaya iktidar diyoruz. 

İM: Yine de şunu söylemek isterim Nazım, benim elimde bir takım soru daha vardı ve biz konuşurken sen bu soruların hepsine cevap verdin. 

N.D.: Hay Allah! (gülüşmeler)

İ.M.: Konuşurken de düşündüm, sanki bir tür ortalık içindeymişiz gibi yıllardır senin işlerini izliyor olma şansına eriştiğim için, zihninin nasıl işlediğini çok uzaktan da olsa anlıyorum. Aslında benzer düşünmüşüz ve benzer hatları hissedebiliyoruz. Bu da, sen yaptığında ısrar etmeseydin mümkün olmayacaktı. Dolayısıyla bugün bu konuşma da mümkün olmayacaktı, çok teşekkür ediyorum. 

N.D.: Ben teşekkür ederim. 

İ.M.: İstersen tekrar tarif edelim son kez, 16 Şubat’a kadar Kıraathane’nin birinci katında sergi devam ediyor. Sesle ilgili de konuşmak istiyordum aslında seninle ama pek zamanımız kalmadı.

N.D.: Bir daha söyleyeyim demin de bahsettiğimiz video benim için nispeten yeni bir şey. Hiç yapmadığım bir şey değil aslında, Instragram’da paylaştığım bazı kitapçıkların, defterlerin seslendirmelerini yaptım. Pandemi sırasında bunları denedim ama burada olduğu gibi peşpeşe 12 hikaye seslendirdiğim bir şey yapmamıştım. Bu benim için ilginç oldu. Tam olarak bu ne anlama geliyor bilmiyorum, kendi sesine yabancı birisi de değilim sonuçta, solistlik yapmışlığım da var, İngilizce ve Türkçe seslendirme yapmışlığım da var. Malum sürekli bütçesi olmayan işler yaptığımız için ortalama bir seslendirme yapabileceğimi düşündüm. İster istemez insanın, yine de, klasikmiş gibi gelen bir vurguyla böyle bir ses vermesi tuhaf olabiliyor. 

İ.M.: Merak ettim, tek seferde mi yaptınız yoksa önden çalıştınız mı? 

N.D.: Fatih Pınar’la beraber oturduk ve sadece arada ufak tefek hatalarda ve hikaye aralarında durarak tek seferde kaydettik. 

İ.M.: Evet, bu konu üzerine de en az yirmi beş dakika konuşmak gerekir. Çok teşekkür ederim Nazım. 

N.D.: Ben çok teşekkür ederim.