"Deli eder insanı bu dünya"

-
Aa
+
a
a
a

Doğa Dedektifi'nin ilk bölümünde Yasin Çağatay Seçkin, kent ve doğa üzerine uzman konuklarıyla gerçekleştireceği sohbetlerine girizgâh yapıyor.

""
Kentsel yaşamın doğa ile uyumu
 

Kentsel yaşamın doğa ile uyumu

podcast servisi: iTunes / RSS

Deli eder insanı bu dünya, bu gece, bu yıldızlar, bu koku, bu tepeden tırnağa çiçek açmış ağaç.

Sizlere Orhan Veli ile merhaba demek istedim sevgili dostlar. Ben Çağatay Seçkin. Bundan böyle 95.0 frekanslı Açık Radyo’da, Pazartesi günleri 11.30 ile 12 saatleri arasında bana eşlik eden konuklarımla kent ve doğa üzerine sohbet etmeyi ve ekolojik süreçlerin içerisinde sizlerle keyifli bir yolculuğa çıkmayı ümit ediyorum. Bu yolculukta bana eşlik eden herkesin birer doğa dedektifi olduğunu hayal ediyorum.

Ekosistemler ve iklim üzerindeki baskın etkinliğimizle yarattığımız bu antroposen çağda, dünyanın geri döndürülmesi gittikçe zorlaşan bir süreç içerisinde olduğunu hepimiz biliyor ve hissediyoruz. Bu süreç içerisinde bir yandan kentleşmenin neden olduğu habitat kaybıyla ekosistem manzarası derinden değişirken, diğer yandan bizler kent ekosistemleri korumanın ve geliştirmenin bütünleştirici yollarını aramaya devam ediyoruz. Aslında hepimiz artık nelerin yapılmaması gerektiğini biliyoruz. Zarar vermeyelim, kirletmeyelim, israf etmeyelim gibi birçok uyarı için yeterli gerekçemiz var ve dolayısıyla kimse artık bu uyarıları garip karşılamıyor. Ama aynı zamanda bu uyarılar, öylesine sarf edilmiş bir sözden öte anlam taşımıyor ve yaşantımızda pek de karşılık bulmuyor.

Çünkü bu uyarılar belirli özgürlüklerin kısıtlanması anlamına geliyor ve kaygısızca değil, düşünerek yaşama mottosu ya da parolası, kent yaşamında ayakta durmaya çalışan kitleler tarafından romantik bir arayış olarak karşılanabiliyor. Hatta bir müddet sonra bu uyarıları yapanlar ukala ya da can sıkıcı olarak da tanımlanabiliyor. Evet, herkes neye karşı olduğunu biliyor ama kimin neyi niçin savunduğu konusu pek anlaşılmamış gibi duruyor. 

Bu nedenle yasak ve kısıtlamaları sürekli vurgulamak ve umutsuz bir çerçeve çizmek yerine yeni bir başlangıç noktası belirlemek, kent ekosistemlerinin geçmişteki durumlarını hasretle anmak yerine ekolojik süreçlerin yeniden başlamasına izin verecek bir yaşamın şifrelerini çözmek gerekiyor. Doğal dünyanın hayal ettiğimizden çok daha büyüleyici ve sürekli değişen ilişkileri barındıran karmaşık sistemlerden oluştuğunu kabul etmek, kente yapılan her türlü müdahalenin iyi ve kötü yanlarını birer vaka çalışması olarak ele almak, insanların karşısına yaşam sınırlarını kısıtlamayan, tam tersine yeni özgürlükler sunarak genişleten önerilerle çıkmak, İnsanların anlatılanlar, öğretilenler üzerinden yol almasını beklemekten ziyade, görerek, yaşayarak, tecrübe ederek, kendiliğinden, düşünmeden, kaygısızca inanmasını sağlamak gerekiyor.

İşte bu gerçeklerden hareketle program kapsamında kentsel ekosistemlere ilişkin koruma yaklaşımlarından kentsel açık alan tasarımlarına, doğa tarihinden yenilikçi ekokent çözümlerine, kent kültürü, sanat, oyun gibi konuların kentsel ekosistem hizmetleri içindeki rollerinden kentteki yaban hayatı ve biyoçeşitliliğin yeniden canlandırılmasına ilişkin gerçekleştirilen faaliyetlere kadar birçok konuyu güncel gelişmeler ışığında konuklarımla tartışmanın ve değerlendirmenin kıymetli olacağına inanıyorum.

Bu ilk programda konuğum yok çünkü genel bir girizgah yapmak ve gelecek programları altlık oluşturacak. Doğanın parçası bir kente nasıl sahip olabiliriz sorusu üzerinden sözlerime devam etmek istiyorum.

Nature dergisinin 18 Nisan 2024 tarihli sayısında yer alan bir haberle sürdürmek istiyorum sohbetimizi. Başlığı şöyle; Sürdürülebilir Ağaç Kesimi için Sertifikalandırılan Afrika Ormanlarında Yaban Hayatı Artışı. Haberde Joeri A. Zwerts ve meslektaşlarının -E. H. M. Sterck, Pita A. Verweij, Fiona Maisels, Jaap van der Waarde, Emma A. M. Geelen, Georges Belmond Tchoumba, Hermann Frankie Donfouet Zebaze ve Marijke van Kuijk- FSC adı verilen Orman Yönetim Sertifikasyonu'nun Batı Ekvatoryal Afrika'daki yani Kamerun, Gabon ve Kongo taraflarındaki bölgeden bahsediyoruz. Memeli popülasyonlar üzerindeki etkilerini inceleyen çalışmasını anlatıyor haber. Haberden araştırmacıların 14 ağaç kesim noktasına yerleştirilmiş 474 kamera aracılığıyla yaklaşık 1.300.000 fotoğraf çektiğini ve sertifikalı ormanlarda sertifikalı olmayanlara kıyasla daha fazla memeli gözlemlendirdiklerini öğreniyoruz.

Bu etki, tropikal ormanların kesildiği yerlerde özellikle Afrika orman filleri, Batı ova gorilleri ve şempanzeler gibi büyük ve genellikle nesne tükenmekte olan memeliler için Orman Yönetim Sertifikasyonunun belirgin bir faydası olduğuna işaret ediyor. Bu çalışmanın sonuçları önemli tabii, akademik anlamda bir değer taşıyor. Ayrıca Orman Yönetim Sertifikasyonunun koruma üzerindeki olumlu etkilerine dair de önemli bulgara ulaşıyor. Ama bu bulgulara ulaşsa da ticaretçi ağaç kesiminin dünyadaki tropikal ormanların dörtte birinden fazlasını etkilediğini biliyoruz. Bu bilgiye ek olarak son dönemde Ekvator Afrika'da özellikle Demokratik Kongo Cumhuriyeti'nde yaşananlar hatırlandığında bu bulgular tropikal yağmur ormanlarının el değmemiş, daha önce korunmamış alanlarını sertifikalı ağaç kesimini açmak için bir bahane haline bile getirebileceğini de tahmin edebiliyoruz.

Burada başka bir şey aklıma geliyor. Hatırlar mısınız ya da izlediniz mi bilmiyorum ama Orlando von Einsiedel ve ekibinin 2014 yılında çektiği Virunga isimli belgesel beni fazlasıyla etkilemişti. Belgeselde anlatılan Virunga Milli Parkı önemli bir dünya miras alanı.

Belgeseli izlediğim günden beri ya algıda seçicilikten olacak, sürekli karşıma çıkıyor ya da merakımdan, farkında olmadan takip ediyorum Virunga Milli Parkı'nı. O yıldan beri çokça gelişme oldu alana dair. Kongolu bir Karp korucusu var, Rodrigue Katembo. 2017 yılında Yeşil Nobel ödülünü aldı.

Fakat bu ödülü almadan önce parkı koruduğu için çok uzun süreli işkencelere maruz kaldı. Yine Virunga Milli Parkı Direktörü Emmanuel de Meroud, çok önemli bir isim, kurşunlanma derecesinde tehditlerle karşılaştı. Yürütülen uluslararası mücadele sonucunda petrol ve arama haklarına sahip şirket projeden vazgeçti. Ve verilen mücadeleyi takip eden bence en önemlilerinden biri bu. On yıl içinde bölgedeki dağ gorillerinin sayısı neredeyse iki katına yükseldi.

Yani gördüğünüz gibi acı ve tatlı pek çok olay var bu geçmiş dönemde. Ama özetin sonuna doğru geldikçe işte goril sayısının artması, petrol arama haklarına sahip şirketin projeden vazgeçmesi gibi neticelerle sonuçlanınca her şey mutlu gibi hayal kuruyor insan ama görünen o ki aradan geçen yıllar insanları akıllandırmamış. Çünkü Kongo Demokratik Cumhuriyeti yetkilileri, Virunga Milli Parkı'nın da içinde bulunduğu dünyanın en büyük tropikal turbalık alanında yer alan petrol ve gaz bloklarını açık artırmaya çıkarmak için bir yıla aşkın süredir çaba harcıyor. Ve en önemli bilgi bence burada Kongo Yağmur Ormanı'nın bir karbon yutağı olarak Amazon Yağmur Ormanı'ndan sonra dünyadaki ikinci önemli bölge olması ve dünyadaki en büyük tropikal turbalık alanı olarak tek başına yaklaşık 30 milyar ton karbon depoladığının bilinmesi. Bununla da sınırlı kalmıyor son dönemde Demokratik Kongo Cumhuriyeti'nde yaşananlar. 28 Mart 2004 tarihli Le Monde'da bir haber vardı.

Demokratik Kongo Cumhuriyeti'nin doğusundaki Virunga Milli Parkı'ndaki fil sürüsü hala Afrika'nın en büyüğü mü diye soruyor haber. Habere göre Martos ortasında 23 Mart Hareketi, yani kısa adıyla M23 isyancılarının Edward Gölü yakınında bir yerleşim yeri olan Rivendi bölgesine girmesinden bu yana, 2020 yılında Kongo tarafına yerleşmek üzere Uganda'dan göç eden 600 pakiderm, yani fil, hipopotam, gergedan, tapir, vahşiyat, aklınıza gelebilecek kalın derili tüm hayvanlardan bahsediyoruz. Bu 600 pakiderm sadece bir avuç çevre koruma görevlisi tarafından izleniyor. Kongo Dağı Koruma Enstitüsü yönetimi bu hayvanların giderek daha fazla kaçak avlanmaya maruz kalmasından üzüntü duyuyor ancak izleme eksiği nedeniyle kaçının öldürüldüğünü söyleyemiyor. Rivenda düzlüklerinin güneyinde volkan yamaçları var, tropik ormanlar var.

Dünyadaki bu düzlükler, dünyadaki dağ gorili nüfusunun neredeyse tamamını yaşayan, kapsayan bölge ve bu bölgenin büyük kısmı şu anda M23 isyancıların kontrolü altında. Son tahminlere göre dünyadaki tüm sayıları bin civarında olan doğa gorilleri, Demokratik Kongo Cumhuriyeti ile Ruanda arasında, Virunga Dağları'nda ve Uganda'daki Bwindi Milli Markı'nda bulunuyor. Ama şu andaki, oradaki sayıları kaç? Kimse bilmiyor. Yani özetle yıllardır Büyükköyler bölgesini parçalayan ordular ve milisler arasındaki çatışmaların merkezinde yer alan Virunga Milli Parkı, Ruanda tarafından desteklenen M23 isyancıları ile hükümet yanlısı grupların, özellikle Kongo Silahlı Kuvvetleri ile beraber müttefik olan hükümet yanlısı grupların arasındaki çatışmalardan bir türlü kurtulamadı.

Sonuç olarak 7800 km2'lik bir milli parktan bahsediyoruz. Ve çevre koruma alanında son yıllarda yaşanan bu olumsuz gelişmelerle gerçekten tehlikeli bir durum arz ediyor yaşananlar bu park için. Söz konusu arazilerin petrol çıkarmak amacıyla kullanılması ya da çatışmalar nedeniyle erişimin olmadığı bölgede doğal kaynakların umursamazca yağmalanması, yalnızca karbon emisyonlarını yutan bir alanı ortadan kaldırmakla kalmayacak. Aynı zamanda mevcut da bu bölgede depolanmış karbonun atmosfere salınmasına ve %30'lu bölgeye özgü olan tropik bitki çeşitliliğine, dünyada sadece burada kalan dağ gorilleri başta olmak üzere nesli tehlikede olan birçok hayvan türünü ev sahipliği yapan ekosistemlerin yok olmasına neden olacak. Bu yağmur ormanı ve turbalık alanları Afrika ikliminin düzenlenmesinin büyük bir kısmında sorumlu olduklarından ilk başta kıta için, sonrasında ise dünya için büyük bir felakete neden olacak.

Tüm bu tehditler ormansızlaşmanın yanı sıra karbon emisyon değerlerinin yükselmesine, kaçak avlanmanın artmasına, çevre kirliliğine ve doğal olarak bölge hassasiteleri göz önüne alındığında sosyal çatışmalara neden olabilecek durumda. İşte bu nedenle Nature dergisinde geçtiğim safta yayınlanan haber tam da bizim tartışmaya başladığımız noktaya, konuya güzel bir örnek teşkil ediyor. Evet, hayat kesinlikle devam ediyor ve yaşamın sürdürülebildiği açısından doğal kaynakların sertifikasyon kontrolünde kullanımı önemli. Ama bu araştırmanın tam da yanı başında yaşanan gerçek ne olacak? Bir kez daha hatırlamak gerekirse, Kongo Yağmur Ormanı bir karbon yutağı olarak Amazon Yağmur Ormanı'ndan sonra dünyadaki ikinci önemli bölge ve dünyanın en büyük tropikal turbalık alanı olarak tek başına 30 milyar ton karbon depoluyor.

Bu noktada hangisinin daha fazla haber değeri var? Dünyadaki tropikal ormanların dörtte birinden fazlasını etkileyen ticari ağaç kesiminin sertifikalı ya da sertifikasız ormanda yapılması mı? Yoksa hemen yanı başında hali hazırda flora ve faunanın ciddi tehdit altında olduğu dünyanın ikinci büyük karbon yutak alanı özelliğindeki emselsiz bir yaşam alanı mı? Söz konusu haberde sözlerime başlarken dile getirdiğim kaygısızca değil, düşünerek yaşama parolasına uygun hareket ediliyormuş gibi görünse de kaygılanır gibi yapıp başka şeyler düşündüğümüz gerçeği tüm açıklığıyla ortada duruyor. Ve kent-doğa ilişkisine yönelik tartışmalarda ön planda tutulmasına şart olduğuna inandığım dört ana kavrama yaban hayatı, insan sağlığı, iklim adaleti ve insan haklarına dair hiçbir ipucu barındırmıyor burada yaşananlar.

Tam tersine kötü izler, kötü ipuçlarına sahip Batı Ekvatoral Afrika'da yaşananlar. Aslında konu tabi çok eskilere dayanıyor. Milattan önce 2100'lere gittiğimiz zaman hatırlarsınız kilden yapılmış binaların hakimiyeti bir şehir var orada Uruk. Uruk şehri. Belki de tarihteki ilk kentsel inşaat çılgınlığının merkezi.

Kilden yapılmış yapıların ahşap, kapı, pencere ve çatılara ihtiyacı olduğu ortada. Dolayısıyla keres de lazım. Bu nedenle iki arkadaş Uruk'tan yaklaşık bin kilometre uzakta bulunan ...Lübnan'daki Sedir Ormanları'na gitmeye karar veriyorlar. Bunun için gitmeleri gerektiğine inanıyorlar bu iki arkadaş. hemen hatırlayacaksınız, herkesin çocuk yıllarından hatırlayacağı iki arkadaş. Ur Hanedanlığı'nın meşhur kralı Gılgamış ve eskinin yabanıl, yeni kentli Enkudu. Hatırlanacağı üzere dünyanın bilinen en eski edebi esiri olan Gılgamış Destanı'nda kutsal bir fahişeyle karşılaşan vahşi adam Enkudu, hayvanlarla olan yakın ilişkisini sonsuza dek kaybeder, insanlaşır bir anlamda ve sonunda uygarlaşır. Uruk kentinde Gılgamış'la tanışır ve onun ayrılmaz arkadaşı olur.

Birlikte kutsal bir sedir ormanını yok etmek için yola çıkarlar ve ormanın devasa koruyucusu, bir anlamda tarihteki ilk çevre dostu Humbaba'yı öldürerek hedeflerine ulaşırlar. Efsanenin iki kahramanı işin sonunda yemyeşil, eşsiz sedir ormanını çorak bir araziye dönüştürüyorlar. Bunun tabii bizim için önemi tarihteki ilk ekolojik felaketi başlatmış olmaları. Gılgamış destanı göçebe toplayıcı bir yaşam tarzından yerleşik tarım toplumlarına geçildiğinden beri kaçınılmaz olan insan-doğal-çevre çatışmasının dört bin yıl önce kaleme alınmış ibretlik bir öyküsü. Gılgamış'ın kent merkezli dünya görüşü ve doğal kaynakların sınırsızca kullanımı ve tüketilmesini meşrulaştırmaya kararlı tavrı keşke bir öykü, bir hikaye olarak kalsaydı. Ama ne yazık ki öyle olmadı.

Şimdi bu noktada bir müzik arası verelim. Cranberries'in 2001 yılında Wake Up and Smell the Coffee albümünden yine konumuzla çok ilişkili olduğunu düşündüğüm Time Is Ticking Out'ı dinleyelim.

We don't know What about deprivation? Blood's in each the human nation We don't know We don't know For me, love is all For me, love is all. Şarkı söylüyor. 

Evet, Time is Ticking Out. Dünyadaki tüm canlılar üzerinden sohbete devam etmek istiyorum. En basit tarifeyle, fotosentez bitkilerinden sırasıyla otoburlara ve etoburlara uzanan bir besin zincirinin parçalarıdır. Tüm canlılar bildiğimiz üzere insanın ataları büyük olasılıkla iki milyon yıl kadar önce ortaya çıktığında genellikle otobur biçimde besleniyor. Ama ölü hayvanları toplayarak ve belli miktarda avcılık yaparak etobur beslenme biçiminde kullanıyorlardı.

Dolayısıyla sayıları yerel ekosistemlerinin besin zincirlerinin üst sıralarındaki hayvanları besleyebilme gücüyle sınırlıydı. Bu anlamda Clyde Ponting'in Dünyanın Yeşil Tarihi isimli kitabında ifade ettiği şekliyle, insanlık tarihi, bu sınırlamaların nasıl aşıldığının ve bu sınırları aşma çabasının çevre açısından yarattığı sorunların öyküsüdür. Yine Ponting'in anlatımına göre bu öykü boyunca insan nüfusu sürekli artarak doğal ekosistemlerin besleyemeyeceği bir sayıya ulaşır. Artan nüfusun baskısıyla insan toplulukları tarımı benimseyerek ekolojik kısıtlamaları aşar. Bütün tarım etkinlikleri bitki yetiştirmek ve hayvan beslemek için yapay bir çevre yaratılmasına yol açtığından sonuç olarak doğal ekosistemler bozulmaya başlar ve insan temel ekolojik sıkıntıların en önemli kaynağı haline gelir.

Bu olay insanlık tarihinde önemli bir noktasıdır, dönüm noktasıdır bildiğiniz üzere. İki milyon yıldır süren bir yaşam biçiminin değişimidir. Bir yandan beslenme sorunu çözmeye yardımcı olurken diğer yandan nüfus artışı hızlanır. Nüfus artışı yalnızca çevre üzerinde baskılar oluşturmakla kalmaz. Daha çok insanı besleyebilecek kadar yüksek düzeyde üretim sağlayabilmek için makineler, suni gübreler, böcek zehirleri, enerji ve kaynak tüketimi gibi daha fazla malzemeye gereksinim duyulmasına neden olur.

Görüldüğü gibi tarımın benimsenmesi ve bunun sonucunda yerleşik toplumların doğuşu insanlık tarihindeki ilk büyük değişime neden oluyor. Ve insanlık tarihinde ikinci büyük değişim ise yine daha çok insanı besleyebilmek amacıyla dünyadaki kaynaklardan daha fazla yararlanması için yeni bir atım atılmasıyla sonuçlanıyor. Fosil yakıtların enerji kaynağı olarak kullanılması ve sanayileşmenin yayılması bu adımı oluşturuyor. Sanayileşmenin yayılması ve sanayileşmiş kent denince akla tabii hemen Henry David  Thoreau geliyor. Bilindiği üzere  Thoreau'nun doğaya dönüş düşüncesi endüstrileşmiş kente ve yeni kentin insan hayatına getirdiklerine bir tepki olarak ortaya çıkmıştı. Thoreau yaşadığı kentten uzaklaşarak iki yıl boyunca doğayla baş başa Walden göleti kıyısında dostu Emerson'a ait arazide yaşamış ve buradaki deneyimlerini 1854 yılında Walden adlı kitabında yayınlamıştı.

Thoreau tepkisini insanın sadeleştikçe evrenin yasalarını daha iyi kavrayacağı inancıyla değişen ve daha fazlasını talep eden kent yaşamından uzaklaşarak vermiş, uzaklaştıkça insan hayatına sonradan giren başarı, para, siyaset gibi birçok kavramın anlamsızlaştığını fark etmiştir. Sivil itaatsizlik hakkındaki görüşlerini doğal yaşamla birleştirerek okurunu, insanın sorgulanmamış hayatına ve toplumun geneline karşı bir başkaldırıya davet eden Truro'nun, Boulding göletine sadece 25 km uzaklıkta bulunan ve 19. yüzyıl ortalarında ABD'nin en büyük sanayi merkezlerinden birini haline gelmiş olan Lowell kenti hakkında hiç söz etmemesi ise şaşırtıcıdır. Nitekim Ken Hiltner, Yeni Bir Çevre Çağı isimli kitabında Tron'un çağdaşı Charles Dickens'ın yine 1854'te yayınlanan meşhur romanı Zor Zamanlar'da, İngiltere'nin büyük sanayi şehri Manchester'a karşı yaptığı eleştirilere örnek göstermekte ve Tron'un insanın geleceğine ilişkin endişelerini dile getirmekte ürkek davrandığını şu cümlelerle ifade etmektedir. Biraz kitaptan okuyayım.

Sorun şu ki, Walden'da Lowell'dan bir kez bile bahsedilmiyor. Evet, fabrika yaşamına dair birkaç gönderme var ama  Thoreau'nun, Dickens ve diğerlerinin sanayileşme ve ortaya çıkan moderniteye ilişkin kaygılarını paylaşmadığı çok açık. Bu, Trow'nun Lowell'da olup bitenlerden habersiz olduğu veya etkilenmediği anlamına gelmiyor. Tam tersine Walden, muhtemelen varlığını bu fabrika kentine borçludur. Çünkü Truro'nun buna ve kendi döneminde buhar gibi tüten endüstriyel ezici güzel tepkisi onlardan uzaklaşmak ve Walden göletinin sessiz kıyılarında geçmiş bir yaşam tarzının hayali sadeliğine kaçmak oldu.

 Thoreau'ya büyük saygı duymama rağmen bu bir kaçıştı. Doğru dönüş, teknoloji, kentleşme ve geleceğe doğrudur. Onlardan uzaklaşmak değildir. Bu tüm bunları hiç düşünmeden kabul etmemiz gerektiğini anlamına gelmiyor elbette. Ama  Thoreau gibi sırtımızı dönmek yerine bununla doğrudan yüzleşmemiz gerekiyor, diyor Kent Hintler.

Bu açıdan bakıldığında Hintler'a katılmamak mümkün değil. Tüm bilimsel veriler, gelinen noktada doğal insan ilişkisinde bireysel davranışların çok ötesinde bir tavır sergilemek gerektiğini gösteriyor. Örneğin, kentlerde biyolojik çeşitliliğin korunması, yaşanan olumsuz süreci tersine çevirmek açısından çok önemlidir. Biyolojik çeşitlilik, refah ve sağlık üzerindeki doğrudan etkileri de dahil olmak üzere, insanlar tarafından talep edilen birçok ekosistem hizmetinin temelini oluşturduğundan, kentsel alanlardaki biyolojik çeşitliliğin kaybı, şehir sakinlerinin yaşam kalitesini olumsuz yönde değiştirir. Bu nedenle kent ekosisteminin korunmasını, kentsel planlama ve araziyi geliştirme süreçlerine daire ederek, dahil ederek mevcut yaban hayatı ve habitatını korumak ve bu konuda ekolojik bilgiden yararlanmak hayati önem taşımaktadır.

Bu çerçevede insan ayak izini azaltarak doğanın kendi başının çaresine bakmasına ve doğal süreçleri işletmesine izin vererek zarar görmüş ekosistemleri onarmanın, bozulmuş peyzaj alanlarını eski haline getirmenin ve bu şekilde daha fazla biyolojik çeşitliğe sahip habitatlar yaratmanın mümkün olduğuna inanmak gerekiyor. O nedenle bazı konularda geri adım atarak doğanın kendi kendisini yönetmesine izin vermek ve kentteki insan faaliyetleri sonucu yok olan türleri yeniden kazanmak için çaba harcamalıyız. George Monbiot'un Yaban Yaşam isimli kitabında ifade ettiği gibi, bizi büyüleyen doğal ekosistemlere eskiden bulundukları durumların herhangi bir haline döndürmek değil, ekolojik süreçlerin yeniden başlamasına izin vermektir. Birçok periyodik bakım çalışmasından bahsedilebilir bu noktada. Birçok yine yeşil alanlara yönelik ya da flora ve faunanın ayakta tutulması yönelik çalışmalardan bahsedilebilir.

Birçok detayla zaten ilerleyen programlarda mümkün olduğunca konuşacağız. Ama tüm bunların sonucunda aslında bu çabaların, yapılan bütün eforların işte mevcut düzenle ayakta kalmaya çalışırken aynı zamanda ekolojik süreçleri yeniden başlanmasına izin verme hikayesinin tekrar hayata geçirilmesi anlamında önemli olan noktaların hepsine önümüzdeki programlarda değinmeye çalışacağız ama Bir özet vermek gerekirse esasında temel noktamız, doğa sağlıklı olduğunda biz de sağlıklıyız. Ve su, yiyecek ve hava için doğal dünyaya güveniyoruz. Doğayla bağlantı kurmanın bizi iyi hissettirdiğine, bizi zihinsel ve fiziksel olarak iyi tuttuğuna inanıyoruz.

Yine bugün Henry David Thoreau'dan bahsetmiştim. Bir kez daha dile getirmek istiyorum. Walden'dan okumak isterim. Doktorlar hastalara bilgece bir tavırla hava ve mekan değişimi önerir. New England'da hask at kestanesi yetişmez ve alaycı kuş da burada nadiren duyurulur. Tanrı'ya şükür ama dünya bu kadar değil. Yaban kazı bizden daha kozmopolittir. Kahvaltısını Kanada'da yapar, Ohio'da öğle yemeğini yer ve geceyi bir bataklıkta geçirir. Bizon bile bir ölçüde ayak uydurur. Yellowstone'daki daha tatlı ve daha yeşil çimenler yetişene dek Colorado'daki çayırlarda otlanır.

Yine de bizler, çiftliklerimize çit çekip taş duvarlar ördüğümüzde artık hayatımızın sınırlarının çizildiğini ve kaderimizin belirlendiğini düşünüyoruz. İşte doğa dedektifleri olarak böyle düşünmemeli ve doğadaki her ipucunun peşine takılmalıyız. Çitler arasındaki hijyenik bir peyzaj içerisinde mış gibi yapmak yerine modern bir toplumu hem kırsal hem de kentsel anlamda doğayla yeniden bağlantılandırmak, kentlerimizde yeniden yabanlaştırılmış manzaraları birlikte deneyimlemek ve yaşamak için bundan sonraki haftalarda hep birlikte yol almayı ümit ediyorum. Sözlerime son verirken, her birimizin birer doğa dedektifi olduğunu aklından çıkarmadan, eleştiri ve önerinizle bu sürece destek vermenizi sizlerden özellikle istirham ediyorum.

Haftaya görüşmek ümidiyle. Hoşçakalın.