Bir Anatomi Dersi: Deniz Küstü

Editörden
-
Aa
+
a
a
a
""

(…) öldürmeyeceksin.
Mısırdan Çıkış 20: 13 

Dünya çekti gitti, seni ben taşımalıyım.
Paul Celan


Yaşar Kemal yazını, her biri birbirine bağlanan parçalı ağlardan oluşur: Çukurova Ağı, İstanbul Ağı, Karadeniz Ağı, Anadolu Ağı... Birbirlerine mekân, anlatı kişileri, olaylar ve bakış açısıyla eklemlenen “Anadoludan Gelenler” (1959), “Ağır Akan Su” (1970), Bir Bulut Kaynıyor (1974), Allahın Askerleri (1978), Deniz Küstü (1978), Kuşlar da Gitti (1978), “Hırsız” (1987), “Lodos Kokusu”, (1981), “Menekşenin Balıkçıları” (1982) ve “Kalemler” (1987) İstanbul Ağı’nı kurar. Bu ağın merkez metni Deniz Küstü, bir cinayetle açılır. Zeynel, zihninde on beş yıl boyunca her gün üç kere öldürdüğü İhsan’ı mahalle kahvesinin ortasında öldürür; bu, artık sonuncusudur. Cinayetle birlikte roman, zaman zaman kesişen iki parçaya ayrılır. Bir yandan çocukluğundan beri pek çok biçimde şiddete maruz kalan Zeynel’in kaçaklık hikâyesidir anlatılan bir yandansa Selim balıkçının merkezde olduğu bir balıkçılık hikâyesi… Genelde İstanbul Ağı, özeldeyse Deniz Küstü, kentin merkezde olduğu bir şiddet ve ölüm sarmalı kurar. Bu anlamda hem yitirilmiş bir coğrafyaya yakılan ağıt gibidir İstanbul Ağı hem de bir otopsi ânı. Otopsi şu sorunun cevabını arar: Bu kent nasıl öldürüldü?.. Bugün ölü kentin imgesine dönüşen Marmara Denizi’ndeki deniz salyasının yaydığı kokunun kaynağı olan ölüm anının çözümlendiği Deniz Küstü’yü Yaşar Kemal yazını içinde daha özel bir yere koyan tam da budur. Roman, söz konusu cinayetin izini sürer, maktulün yüzüne bakar ve katili ifşa eder. İrili ufaklı hemen tüm balıkları, mercanları yok edilmiş ölü bir deniz; buldozerlerle önce yerle bir edilmiş sonra üzerine devasa gökdelenler, rezidanslar, alışveriş merkezleri kurulmuş köyler, kentler; yakılıp yıkılmış, parçalanmış, soyulmuş tarihi yapılar; canına okunmuş caddeler, meydanlar, ormanlar, parklar; zehirlenmiş, delirtilmiş, barınaklarda ölüme terk edilmiş sokak hayvanları ve ne ölü ne de sağ insanlarıyla İstanbul’dur öldürülen kent. Önce kılıç balıkları öldürülür, onların ardından gelen ve bu yazıda merkeze alınan maktul ise yunuslardır. “(…) o yıl yunus balığı yağı çok para etti. Yabancılar yunus balığı yağı istiyorlarmış, bir damlası balık yağının bir gram altınmış. İşte o yıl Karadeniz'de, Egede balıkçı kalmadı Marmara'ya döküldü, Akdeniz'den, Antalya'dan, Bodrumdan bile balıkçılar geldiler, Boğazın bu kıyılarından da balıkçılar katıldı onlara, Marmara'da dehşet bir balık kovalamacası, kırımı başladı.”1 Burada bir sınır aşımı söz konusudur: ‘(…) öldürmeyeceksin’ emri aşılmış ve kötülüğün alanına geçilmiştir.

Emmanuel Levinas etik olanın aşılamayacağından bahsediyordu; çünkü sınır aşıldığında başlayan şiddettir. Tüm hayatını Öteki’ni Aynı’ya indirgeyen bütüncülleştirici özdeşlemenin ötesine geçmeye adayan Levinas’ın etik anlayışında söz konusu sınırı belirleyen yüz’dür. Onun için etik ilişki yüz’de kurulur. “Yüz, ötekinin incinebilirliğini ifşa eder. Ötekinin incinebilirliği, ben ona kendi kavramlarımı yüklemeye başlamadan önce tüm çıplaklığıyla bana seslenir.”2 Levinas’a göre yüz, ben’den bağımsız olarak bir anlam ifade eder. “‘Asla öldürmeyeceksin’ yüzün ilk sözüdür. Bu bir emirdir.”3 Öteki, yüzüyle bir çağrıda bulunur; bu çağrı öznenin egosunu parçalayarak kişiyi ötekine açar ve dönüştürür. Etik ilişki burada, öznenin ‘kendi-için-olmak’lıktan çıkıp ‘öteki-için-olmak’lığa dönüştüğünde kurulur. Burada kurulan etik ilişki, hümanist ve antroposantriktir. Levinas, ben’den değil, başka insandan başlayarak düşünen bir hümanist etik anlayışı inşa eder. Öteki, insan olan öteki’dir; yüz de insanın yüzüdür… “Öteki ile rastlaşma, ona bir anda duyduğum sorumluluktur. Yakınına duyulan sorumluluk, kuşku yok ki komşu sevgisi, Eros’suz aşk, merhamet, etik ânın tutkuya dayalı âna baskın olduğu sevgi, şehvetsiz sevgi diye adlandırılanın yalın adıdır. (…) Ötekinin yazgısını üstlenmek diyelim. Yüz’ün ‘görülmesi’ budur ve bu kim olursa olsun geçerlidir.”4 Peki hayvanın yazgısı, yüzü? Hayvanın bir yüzü var mıdır?..

Jacques Derrida, “Otobiyografik Hayvan” başlıklı konferansta yaptığı on saatlik konuşmasına evini bir hayvanla paylaşan hemen herkesin tanıdığı tekinsiz bir utanç deneyiminden bahsederek başlar. Utanç, kişinin en mahrem anlarından birinde karşılaştığı ‘ötekinin yüzü’yle kurulur. Sahne: Derrida, banyodan çıkar, çıplaktır ve bu mahrem anda kedisinin onu izlediğini fark eder! İnsan merkezli alımlayış bağlamında tabiatı gereği hâlihazırda ‘çıplak’ olan kedi için çıplaklık diye bir oluş yoktur. Derrida bunu bilir fakat bu bilgi o anda ne örtünme isteğinin önüne geçer ne de utanç duygusunu teskin eder. Bu anlatının üzerine Derrida, kendisine ve dolayısıyla dinleyicilerine şu soruyu sorar: “Ben kimim?” Bu soru, insanı norm kabul eden aydınlanmacı felsefenin inşa ettiği verili bilme biçimlerinin dışında kurulur. Tanımı, insan merkezli bilme biçiminden değil çok merkezli bir bilginin etrafında kurmaya çalışır. Deniz Küstü romanında Yaşar Kemal de böylesi bir karşılıklı bakış ânını kurar: “‘Hayvandır deme,’ dedi Selim balıkçı. ‘Karşı karşıya geçer otururduk öylece konuşmadan, o söyler ben dinlerdim, ben söylerdim o dinlerdi. Hasret giderirdik böylece. (…) Benim onunla, iyi bir insanla konuşur gibi konuştuğuma kimsecikler inanmıyor, bana deli diyorlardı. Oysaki, balıkçılar, sabahlardan akşamlara kadar bizim onunla karşı karşıya oturduğumuzu, o denizde, ben teknede, öyle birbirimize dalıp gittiğimizi görüyorlardı. Ne yapıyorsunuz öyle hey, diye de laf atıyorlardı. Ben çoğu kereler onlara karşılık vermiyor, alaylı seslerini sineye çekiyordum. Bazı da kızıyor, kör müsünüz, kör müsünüz, işte karşı karşıya oturmuş konuşuyoruz, diyordum.”5 Derrida’nın kedisini, Selim balıkçının yunusuyla bir arada düşünebilmemizi sağlayan şey, hayvanın yüzü meselesidir. Daha doğru bir ifadeyle ‘kendisine insan diyenin hayvan dediğinin yüzü’ meselesi... Denilebilir ki Levinas’ın insanın yüzüne atadığı anlam, Derrida ve Yaşar Kemal’in yaklaşımlarında genişleyerek hayvana da içkin bir anlam aralığı kurar. Artık türcü bir yerde değildir etik ilişki, insanın dünyası ile hayvanın dünyası birbirinin dışındadır, farkı bilirler ama birbirlerinin yüzüne bakarlar.

Felsefe tarihinde insan, hayvan ve şeyler arasında ‘kolayca’ kurulan hiyerarşik bir kabulden bahsediyordu Derrida. “Logosantrizm (söz-merkezcilik) her şeyden önce hayvan hakkında, logos’tan mahrum, logos’a sahip olabilmekten mahrum hayvan hakkında bir tezdir: Aristoteles’ten Heidegger’e, Descartes’tan Kant’a, Levinas’a ve Lacan’a kadar muhafaza edilen bir tez, pozisyon ya da varsayımdır.”6 Söz konusu hiyerarşik pozisyon insan merkezli dünyanın kodlarıyla kurulur: konuşabilmek, düşünebilmek, acı çekebilmek, çıplaklığını bilebilmek, gülebilmek, anlayabilmek, fedakârlık gösterebilmek… Bu konumlanışın kurulduğu bağlam, hayvana karşı etik bir sorumluluk duymanın gerekli olup olmadığını da içeren bir kapıyı aralar; tehlikeli bir kapıdır bu. Levinas, etik felsefesinde Derrida’nın işaret ettiği hiyerarşiyi kolayca kurarak hümanist tavrını sürdürür: “Hayvanın bir yüzü olduğunu kimse tamamen reddedemez. Bir hayvanı, örneğin bir köpeği, ancak yüzü sayesinde anlayabiliriz. Fakat yine de öncelik hayvanın değil, insanın yüzündedir.”7 Levinas’ın ısrarla tutmak istediği bir sınırdır burası. Bu anlamda Elis Şimşon’un önerisini takip ederek tersten yürümek ve hayvan’ın Levinas felsefesine öğretebileceklerine bakmak daha kıymetli kapılar açabilir. Bir toplama kampı felaketzedesi olan Levinas, sınırın çok defa aşıldığını trajik bir şekilde bizzat gördü. Fakat aşılan sınırlar sadece bu değildir; bazen bir köpek de duvarların, dikenli tellerin ve Nazi askerlerinin koruduğu sınırı aşar. Levinas, “Köpeğin Adı yahut Doğal Haklar” [The Name of a Dog, or Natural Rights] başlıklı kısa yazısında kendisini ve diğer mahkûmları insan olandan en uzak noktaya çekmek üzere sistemleştirilmiş toplama kampının sınırlarını alaşağı ederek insanlıktan çıkarma edimini tersyüz eden bir köpekten bahseder: Bobby! Dilediği zaman tel örgüleri aşarak kampa giren bu sokak köpeği, mahkûmları gördüğünde sevinçle oynayıp zıplayarak, onlara şımararak kampın düzeninde gedikler açar. Mahkûmlara insan olmadıklarını ısrarla tekrar eden Nazi söylemi, Bobby’nin oyunlarıyla parçalanır; köpek insanlara, insan-oluş’larını geri verir! Levinas’ın “Nazi Almanyası’ndaki son Kantçı”, Elis Şimşon’unsa “yeni dünyanın şafağındaki ilk Levinasçı” olarak imlediği Bobby, hesapsızlığıyla, oluş olarak iyiliğiyle Levinas’ın o ana kadar insan için kurduğu tüm etik sistemin bir sembolü gibi hareket eder. Mahkûmlar, muhtemelen onu besleyecek gıdaya; onunla oynayacak, onun şımarmalarına eşlik edecek, kuyruk sallamalarına okşamalarla karşılık verecek bir alana sahip değildir. Fakat Bobby o anda Levinas’ın etik özneliğin ilkesi olarak koyduğu düzemdedir: öteki-için-olmak...

Selim balıkçı ile sağ kanadı kesik yunus, Derrida ile onu çıplak gören kedi ve Levinas ile Bobby… Burası yeni bir etik imkânın kıyısıdır. Nasıl ki balıkçılar, banyodan çıkan çıplak insanlar ve toplama kampı mahkûmları denilmemişse yunuslar, kediler ya da köpekler gibi genel bir kategori belirtmeyen, farkları silmeye çalışmayan, bilakis bu farkları çoğaltan bir etik… “Adam öldürmeyeceksin.”8 şeklinde kurulan altıncı buyruğu düzelten ve yalnızca ‘öldürmeyeceksin!’ diyen bir etik teklif. Hayvan çalışmalarında eşikte bekleyen bir tehlikedir hayvan ve insan arasındaki farkın ortadan kaldırılması, sınırın reddedilmesi... Ayrım vardır fakat buradaki temel problem, söz konusu çok katmanlı, çok geçişken ve girift ayrımı, düşünebilmek ya da konuşabilmek gibi tek bir noktada kurma çabasıdır. Sınır tek bir nokta değildir; çok katmanlı, çok kırıklı, çok kıvrımlı bir düzlemler toplamıdır; tek bir çizgi değil, iç içe geçmiş pek çok çizgidir sınır. Denilebilir ki yalnızca insanlar ve hayvanlar arasında fark yoktur, fark her yerdedir. Derrida’nın da belirttiği gibi ne farklı türden hayvanlar ne farklı kültürden insanlar ne de herhangi bir hayvan ya da insan bireyi, bir diğeriyle aynı dünyada yaşamamaktadır. “Bu da demektir ki ‘benim dünyam’ dediğim şeyle tüm diğer dünyalar arasında sonsuz farklılıkta bir uzay ve zaman vardır. (…) Dünya yoktur, yalnızca adalar vardır.”9 Burada amaç, hayvanlardan değil belirli bir hayvandan bahsetmektir: Bobby ya da sağ kanadı kesik yunus ya da Derrida’yı çıplak gören o kedi... İnsandan yekpare bir sınırla ayrılmış tekil topluluk ismi halinde bir hayvan yoktur, hayvanlar vardır.10 Hayvanlar birbirinden farklı adalardır. Bu anlamda romanda barbuniler, Selim balıkçıya selam vermez fakat Topal Hasan’ı sever. Öte yandan sağ kanadı kesik yunus ve ailesinin tek dostudur Selim balıkçı. Selim balıkçı ile yunus familyası arasındaki ilişki sadece Selim’in kurduğu bir sanı değildir; yunus familyasının da farkında olduğu, sürdürdüğü bir ilişkidir: “Selim balıkçı (…) hiç kimseden şu koca üç metre boyundaki yunustan gördüğü sevgiyi görmedi. Koca yunus denizde birkaç gün görmesin Selim balıkçının sandalını, deliye döner, koca Marmara denizinin altını üstüne getirir yıldırım gibi bir Yalovadan girer Boğazdan çıkar, Boğazdan girer Saros körfezinden çıkardı. Kederlerinden, üzüntülerinden deliye dönmüş familyası da arkasında. Koca yunus balıkçılara yanaşır balıkçılara, gemilere yanaşır gemicilere sorardı böylesi günlerde, kıyılarda, sandalların, teknelerin arasında dur durak bilmeden böylesi günlerde dolaşır durur, sorardı arkadaşını, Selim balıkçıyı.”11

Selim balıkçı ve sağ kanadı kesik yunusun arkadaşlığı, kapitalizmin sınamasına tâbi tutulacaktır. Yunus balığı yağının bir damlasının bir gram altın ettiği günlerde Selim balıkçı, önce denizdeki tüm yunusları kurtarmak için hareket eder. Fakat balıkçıların çok büyük bir kısmının iştahla katıldığı bir kırımdır bu. Kırıma katılan balıkçılar adeta yarışırlar; elde ne var ne yoksa satılıp yerine tüfekler, silahlar alınır; nişancılığıyla nam salmış Kürtler teknelere doldurulur. Marmara haftalarca kana keser! Selim balıkçı, beraberindeki balıkçı reisleri ile bu kırımı durdurmaya çalışır. Önce balıkçılarla, ardından devlet yetkilileriyle konuşurlar ama bir sonuç alamazlar. “‘Yunus insan gibidir, insandır, bir yunus öldürmek, bir insan öldürmekten de daha günahlıdır. Yunus Peygamberimizi bu balık kırk gün kırk gece karnında taşımış da kılına hile getirmemiş. Ol sebepten adı yunus oluptur ki kutsal balıktır ki kimse onu avlamasın, öldürmesin...’” Selim balıkçı, balıkçılarla yaptığı konuşmayı öfkeyle ve usançla her kezinde “Deniz size küsecek, deniz bize küsecek, bu yaptığımız kötülükten sonra deniz bize bir çaça bile vermeyecek... Deniz bize küsecek...’”12 diye bağırarak bitirir. Bu yüzden Selim’in adı, balıkçılar arasında “deniz küstü Selim”e çıkar!.. Selim balıkçı, delirmişçesine coşan aç gözlülükle mücadele edemez hâle geldiğinde kendi familyasını kurtarmaya çalışır: “‘Benim yunusumu, yunus familyamı, hepsi beş tane, kim öldürecek olursa, bu Marmarayı, dünyayı onun başına yıkarım. Kanıma kan isterim, kanıma kan alırım.’”13 Kırım, gün be gün artarak devam eder: “Tüfeğin patlamasıyla birlikte boğazlanmakta olan bir çocuğun çığlığı duyuldu. Bir tüfek, bir kurşun sesi daha... Bir çocuk daha boğazlanıyordu. Üçüncü tüfek sesinde Selim teknenin yönünü sese döndürdü. Tüfekler patlıyor, boğazlanan çocukların sesleri geliyordu. Selim bir tekne ormanının içine düştü. Yüzlerce tüfek hep birden parlıyordu. Deniz kan içindeydi. Kurşunu yiyen yunus balığı boğazlanan bir çocuk gibi bağırarak birden birkaç metre göğe fırlayıp geri düşüyor, denizde bir süre yitip gidiyor, sonra sütbeyaz karnı yukarda suyun üstünde sallanarak kanıyordu. Bazısı da kurşunu yiyince gene çocuk gibi bağırarak suya dalıyor, yeniden çıkıyor suyun yüzüne serilip kanıyordu. Kimisi de kurşunu yiyince suyun yüzünde delirmiş gibi çığlıklar atarak, kendi yöresinde suları, kanları fışkırtarak dönüyor, sonra da ak karnı havada oraya serilip kalıyordu. Ve balıkçılar kancalarla, halatlarla, küçük kayıklarla bu suyun yüzüne serilmiş balıkları topluyorlardı, her birisi iki, üç, dört metre boyunda.”14 Bu anlar Selim balıkçıyı delirmenin eşiğine getirir. Sonunda Selim balıkçı da bu savaşa katılır: Sınır aşılmış Selim balıkçı için de etik mesafe tükenmiştir. Artık o da kötülüğün alanındadır.

Derrida, “Öyleyse Olduğum Hayvan”da [The Animal that Therefore I am] insanla hayvan arasındaki ilişkinin insanın yararına olacak şekilde değiştiğini imliyordu. İnsan-Hayvan, geleneksel dünyadaki gibi ‘ve’ ya da ‘ile’ bağlaçlarıyla değil ‘için’ edatıyla ilişkileniyor artık: insan için hayvan… Dünya değişiyor: Eski dünyada hayvanlar tanrılara kurban ediliyordu, avlanıyordu, evcilleştirilerek binek hayvanı yapılıyordu, eti, yumurtası yeniyor, sütü içiliyor, kürkü işleniyordu, yağı çıkarılıp ilaç yapılıyordu... Bunların tamamı bugün de yapılıyor fakat arada derin bir fark var. Artan teknolojik olanaklar sebebiyle tüm bunlar artık birer endüstri hâline geldi. Gelişen teknoloji ile artık hayvanlar bıçaklarla değil makinelerle kesilip parçalanıyor, balıklar ağlarla değil bombayla, trolle, gırgırla, radarla avlanıyor, yaban hayvanları yüzlerce metre uzaktan milimetrik hesaplar yapan silahlarla vuruluyor. Yalnız bu da değil çiftliklerde inekler, tavuklar, balıklar, domuzlar üretiliyor, ilaçlarla şişirilip kesilip parçalanıyor ve paketleyerek servis ediliyorlar… Derrida tüm bunları Holokost’la birlikte düşünüyor ve bu üretimin açıkça soykırım olduğunu söylüyordu. “Soykırım ikili bir yapı arz ediyor. Bir yandan insan yüzünden dünyadan silinme tehlikesi içinde olan türler var. Ama öte yandan cehennem koşulları içinde yapay bir çoğaltma süreci içinde üretilen, yok edilmek üzere çoğaltılan hayvanlar var”.15 Marketten, kasaptan, balıkçıdan alınan paketin üstünde yemyeşil kırlarda otlayan, yanlarındaki yavrularıyla gülümseyen hayvanların resimleri var ama paketin içindekinin bir yüzü yok!

Ölü bedenin incelenmesiyle başlayan roman, adım adım cinayeti kurar ve izleri takip ederek katili bulur. Yaşar Kemal, doğadaki bozulmanın kaynağını 1973 yılında kavramı direkt kullanmasa da ‘kapitalosen’ olarak imler: “Dünya, doğanın dengesini bozanlarla büyük bir savaş veriyor. Veriyor ama doğanın dengesinin çok tehlikeli bir yönde bozulmasının sebebi üstünde öylesine çoğunlukla kimse durmuyor. Doğanın dengesinin bozulması bu kapitalist düzenin doğal sonucu olduğu üstünde pek öyle belirlice kimse durmuyor.”16 Romanda kapitalizm, Halim Bey Veziroğlu’nda suretini bulur. İstanbul’a çökmüş, uyuşturucu ticaretiyle daha da zenginleşmiş, memleket siyasetini kendine bağlamış ve partiler üstü biri hâline gelmiştir. Halim Bey Veziroğlu, romanın sonunda İstanbul’un kıyılarındaki köyleri yıkıp yerlerine dev gökdelenler kurarken, dereleri kuruturken, denizi doldururken görülür. Selim balıkçının da yaşadığı küçük balıkçı kasabası Menekşe’yi de diğer köyler gibi yıkıp yerine bir lağım deposu yapacak; buradaki balıkçıları da on sekiz mil giden “on ton, on beş ton, kırk ton” balığı tek seferde toplayarak konserve hâline getiren gemilerinde çalıştıracaktır. Selim balıkçıya da iş teklif edilir: “‘Gideceksin Selim balıkçı,’ diyorlar Menekşedeki balıkçılar, bizim hepimiz de gideceğiz Halim Bey Veziroğlunun konserve gemilerine. Senin haberin yok, bu Menekşeyi buradan kaldırıyorlar. Buraya, Menekşenin yerine, şu Çekmece deresinin üstüne lağım deposu yapıyor Belediye. Denize kusacaklar lağımları... Yarın öbür gün buldozerler gelecek, evlerimizi, ağaçlarımızı yerle bir edecekler, al işte kağıtları... Hükümet karar vermiş.’”17 Fakat Selim balıkçı bu kez sınırın doğru yanında, Halim Bey Veziroğlu’nun karşısında durur, elinde kapitalizme doğrulttuğu silah patlar. Böylece ölümle başlayan roman ölümle biter.

“Yaşar Kemal, Deniz Küstü’de İstanbul’un nasıl öleyazdığını anlatır ve sonunda bir umut payı bırakır: “Birden Selim balıkçının boşluğunda, karanlığında, denizin üstünde, akan şimşeklerin arasında bir tansık patladı. Balıkçı gözlerini üst üste kırpıştırıyor, ötede gerçekleşen büyüye, tansığa bir türlü inanamıyordu. Yumruklarıyla gözlerini ovuşturup ovuşturup bakıyor, inanamıyor, bir daha bir daha bakıyordu. Karşıdan kendisine doğru, yer yer denize vurmuş gün ışıklarının, Hayırsızadanın üstünde ha bire çakan şimşeklerin arasından, denizin yumuşak, mor, mavi, yeşil, ipiltili dalgalarının arasına dalıp çıkarak, havada geniş, mavi ışıktan yaylar çizerek, som çelik mavisi kıvılcımlar fışkırtarak, savurarak bir yunus balığı sürüsü, bir sevinç ışığı olmuş balkıyarak bu yana geliyordu. Uzun yıllardır Marmarada balıkçı bir yunus sürüsünü ilk olaraktan görüyordu. (...) Dünya apaydınlıktı ve deniz koskocaman, mavi, terütaze, dibinden ışık verilmişçesine yumuşacık bir sevinç çiçeği olup açmıştı.”18 Fakat Yaşar Kemal’in 1970’lerdeki ümitvar söylemi bugün artık mümkün değil. Öleyazan kenti kurtarmak için umut tükendi. Artık ölü bir kentte hayatı sürdürüyoruz; çaresizce ölümün bize bulaşmasını bekliyoruz.

Kent, bir kurgudur; tüm alt yapı ağından, sosyo-ekonomik, kültürel, siyasi taksimlenişine kadar planlanmış bir mefhumdur. Bu bağlamda planlar değişebilir; kentler büyür, ölür, genişler, daralır, denizi, karası insanı değişir. Ormanlar genişleyebilir, hayvanat bahçeleri, yunus parkları kapatılabilir, dereler ıslah edilir, kent mimarisi düzenlenir, teknoloji ile doğa uyumlu bir biçimde deneyimlenebilir ya da sular kurutulur, ormanlar yok edilir, toprak parçalanarak kanallar açılır, denizler doldurulur, kentsel dönüşümle insanlar evlerinden sürülebilir... İstanbul’da bizler, yunusların, orfozların, kılıç balıklarının yüzdüğü, mercanların yaşadığı bir kent yerine musilajla boğulmuş bir deniz; köprülerle birbirine bağlanarak ormanları ranta açılmış bir toprak, kentsel dönüşümle yoksulları kent dışına sürülmüş beton bloklar yığınını tercih ettik. Doğru, kent bir kurgudur. Fakat bu kurgu sonunda insanını da kurar!



Kaynakça

Ertuğrul, Tacettin. “Jacques Derrida: ‘Hayvan’ Meselesini İnsan-Hayvan İkiliğinin Ötesinde Düşünmek.” Cogito 80 (Bahar 2015): 175.
Kemal, Yaşar Deniz Küstü. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, Eylül 2020.
Kemal, Yaşar. “Doğanın Öldürülmesi”, Ağacın Çürüğü içinde. Haz. Alpay Kabacalı, 115-119. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, Ağustos 2020.
Levinas, Emmanuel. “Etik ve Sonsuz.” Sonsuza Tanıklık içinde. Der. Zeynep Direk, Erdem Gökyaran, 295-344. İstanbul: Metis Yayınları, 2003.
Levinas, Emmanuel. “Felsefe, Adalet ve Aşk.” Sonsuza Tanıklık içinde. Der. Zeynep Direk, Erdem Gökyaran, 241-242. İstanbul: Metis Yayınları, 2003. 
Şimşon, Elis. “Levinas ve Bobby: Bir Köpeğin Levinas’ın Etiğindeki Rolü.” Cogito 80 (Bahar 2015): 37-51.

 

1 Yaşar Kemal, Deniz Küstü, (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, Eylül 2020), 48.
2 Elis Şimşon, “Levinas ve Bobby: Bir Köpeğin Levinas’ın Etiğindeki Rolü”, Cogito 80 (Bahar 2015): 39.
3 Emmanuel Levinas, “Etik ve Sonsuz,” Sonsuza Tanıklık içinde, der. Zeynep Direk, Erdem Gökyaran (İstanbul: Metis Yayınları, 2003), 328.
4 Emmanuel Levinas, “Felsefe, Adalet ve Aşk,” Sonsuza Tanıklık içinde, der. Zeynep Direk, Erdem Gökyaran (İstanbul: Metis Yayınları, 2003), 241-242.
5 Kemal. Deniz Küstü, 37.
6 Akt.: Tacettin Ertuğrul, “Jacques Derrida: ‘Hayvan’ Meselesini İnsan-Hayvan İkiliğinin Ötesinde Düşünmek,” Cogito 80 (Bahar 2015): 175.
7 Akt.: Elis Şimşon, “Levinas ve Bobby: Bir Köpeğin Levinas’ın Etiğindeki Rolü”, Cogito 80 (Bahar 2015): 40.
8 Mısırdan Çıkış, 20: 13.
9 Akt.: Ertuğrul, “Jacques Derrida: ‘Hayvan’ Meselesini İnsan-Hayvan İkiliğinin Ötesinde Düşünmek, 190.
10 Burada dilsel inşadan da bahsetmek gerekir. Çünkü dil dünya kurar. Hayvan, köpek, kedi gibi ifadeler, bu tek tek canlıları anonimleştirerek siler. Bu anonimleştirmeyi, hayvanlara karşı işlenen ilk suç olarak imleyen Derrida, söz konusu dilsel inşa sürecinde hayvanın anonimleşmesini, yadsınmasını önlemek için dilde yapıbozuma giderek çoğul anlamda hayvanlar’ı ifade etmek için tekil anlamda hayvan (animaux) kelimesiyle aynı şekilde telaffuz edilen animot kelimesini kullanır. 
11 Kemal. Deniz Küstü, 36.
12 Kemal. Deniz Küstü, 50. 
13 Age., 54. 
14 Age., 68.
15 Akt.: Ertuğrul, “Jacques Derrida: ‘Hayvan’ Meselesini İnsan-Hayvan İkiliğinin Ötesinde Düşünmek, 192.
16 Yaşar Kemal, “Doğanın Öldürülmesi”, Ağacın Çürüğü içinde, haz. Alpay Kabacalı (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, Ağustos 2020), 117.
17 Kemal. Deniz Küstü, 412.
18 Age., 419.