Şarkının ustası: Franz Schubert

-
Aa
+
a
a
a

Sahibine Şarkılar çok odalı evinin edebiyattan ilham alan şarkılar odasından yola çıkacağız ve komşu bir başka evin sakinlerinden, 19. Yy erken Romantik dönem bestecisi Franz Schubert’in kapısını çalacağız. 

Neden Schubert diyecek olursanız, kendisinin klasik müzik tarihinin ilk ve en büyük şarkı yazarı olduğunu söylemek yanlış olmayacak. Kulaklarımıza hepimizin aşina olduğu Ave Maria’sı gelmeye başladı bile... 

Bu programda ise onun kadar tanınmayan ancak çok özel bulduğum lied’leri içinden zorlanarak eleyip sığdırabildiklerimi sizlere dinletmek istiyorum. Ama Schbert’in kapısını çalmadan önce, yaşadığı dönemin bir parça tasvirini yapmaya çalışayım.

Elbette kendisinden önce, insan sesi için yazılan müziğin diğer biçimlerinde, din müziği, din dışı kantatlarda ya da operalarda, müzik ile söz birleşiyor. Ancak sözlerde anlatılana çekingen bir bağlılıkla yapılıyor. Sözler melodileri koşulluyor. Ya da doğrudan doğruya şarkıcının ses gösterisine temel hazırlayacak bir müzik yazımını buluyoruz…

Bunu da Klasik dönemin, 18. yy. egemen rasyonalist düşünce kalıplarına, yani ressamın doğanın form ve renklerini taklit etmesi gibi, müzisyenin de durumları, duyguları, onları temsil eden sesler ve kalıplarla taklit etmesine bağlayabiliriz. Hatta Dönemin müzikle ilgili görüşlerini şu cümleyle özetleyebiliriz: “müziğin temsil ettiği bir şey yoksa o zaman gürültüdür.”

Ancak 18. yy’den 19. yy’e, yani Klasik dönemden Romantik döneme geçerken bu değişiyor. Sanatta temsilden daha fazla dışavurum, konuşulmaya başlanıyor ve böylece müziğin ‘dile getirilemez’ (ineffable) olmakla ilişkisi kurulmaya başlıyor. 

Schubert’le aynı dönem yaşamış Alman idealisti Schopenhauer’a göre 

Müziğin görünen dünyayı, belli bir neşeyi, ya da hüznü, şu ya da bu tutkuyu dile getirdiği söylenemez. Müziğin dile getirdiği şey, dünyanın en iç özü ve en derin bilgeliğidir. Müzik, yaşamın veya nesnelerin örneklerini değil, dolaysız olarak özlerini temsil eder. Müzik bunları kendisinin de kavrayamadığı bir dille anlatır. İnsan ruhunu daha dolaysız ve daha derin biçimde etkileyebilen başka bir sanat yoktur. Çünkü hiçbir sanat, dünyanın gerçek özünü müzik gibi derin ve dolaysız bir biçimde anlatamaz. Güzel ve yüce melodiler duymak ruhu yıkamak gibidir; insanı bütün çirkinliklerden ve bayağılıklardan arındırır.

İşte böyle bir dönem ruhunda, Schubert üzerine düşeni fazlasıyla yapıyor ve 31 yıllık kısacık ömründe 1000’den fazla eser sığdırıyor. Bunlar içine bizi en çok 615 şarkısı ilgilendiriyor.

Bu programda çalacağım şarkılarının ilki soprano sanatçı Barbara Bonney yorumuyla Du Bist Die Ruh – olacak. Türkçesiyle, Sen Huzursun.

Schubert lied’lerinin yani şarkılarının sözlerini şairlerden alıyor. Aralarında Goethe’nin de bulunduğu 150 kadar şair var şiir repertuarında.  İlk defa Schubert şiiri anlamına ya da yapısına körü körüne bağlı kalmadan, melodik yapıya ilham veren bir eşlik gibi düşünüyor. Müzik bir bakıma serbest kalıyor. Bununla beraber yeni biçimsel denemeler mümkün oluyor. Bir taraftan da kısa şiirler üzerine kurulan şarkı formunda, aslında bestecinin daha dar bir yüzeyde daha büyük bir titizlikle çalışması anlamına geliyor bütün bunlar. 

Bu cesaretli ve verimli çabasıyla, Schubert kendinden önce bu alanda dağınık olarak yapılmış çalışmaları düzenliyor, şarkının sağlam temellerini atıyor. Schumann, Brahms, Mahler’in lied leri, Faure ve Debussy’nin şarkıları için zemin oluyor bütün bunlar. 

Beethoven’ın hastalığının son günlerinde, ellerine verilen Schubert’in şarkılarını inceler ve “Gerçekten, Schubert ilahi ateşe sahip!” der. Liszt onu “Yaşamış en şairane müzisyen” olarak tanımlar, Schumann ise “Schubert’in kalemi ay ışığına ve güneşin alevlerine batırılmıştır…” der.

Ve bu da bizi Ay’a söylenmiş bir Goethe şiiri üzerine yapılmış bir Schubert Lied’ine getiriyor. An Den Mond.  İngiliz tenor sanatçı Ian Bostridge’dan dinleyeceğiz. 

“Bir kez daha sessizce ağaçları ve vadiyi dolduruyorsun

puslu parıltınla

ve sonunda ruhumu özgür bırakarak

Yatıştıran bakışlarını gezdiriyorsun

tarlalarımın üzerinde;

bir arkadaşın nazik gözüyle

kaderimi koruyorsun

Kalbim her yankıyı hissediyor

hem mutlu hem de kasvetli.

Neşe ve keder arasında gidiyorum

Yalnızlığımda.”

Guardian gazetesinin, Schubert eserlerini seslendiren sanatçılarla yaptığı bir söyleşide, İngiliz bariton sanatçı Simon Keenlyside, şunları söylüyor: 

Schubert’in şarkıları gerçek hayatın bir aynasıdır. Gösteriş taslamazlar, insanlık durumuna dair son kullanma tarihleri yoktur. Üsluplar, kültür zaman içinde değişir. İnsan doğası ise hiçbir zaman değişmeyecektir. Bir şarkı beni en çok, kendi küçük hayatımla bağ kurduğu zaman etkileyecektir. Aşk, bir arkadaşın ölümü, bir bebeğin doğumu, ormanda bir yürüyüş, gökyüzüne bakmak, aya bakmak, suya dalmak… Hayatın tümü, gündelik yaşama işimiz Schubert’in deha alanına girer. Bu güzel dünyada olmanın ayrıcalığından ilham alarak bizi şarkıların nazik kıvrımlarında dolaştırır.

Şimdi paylaşacağımız şarkı, Auf Dem Wasser Zu Singen, Su Üzerinde Söylenmek Üzere… Şiir, alman şair Friedrich Leopold’un ve sözlerden kısa bir alıntı şöyle… 

Yansıyan dalgaların parıltısının ortasında

sallanan tekne kuğu gibi kayar,

nazikçe parıldayan neşe dalgalarında.

Ruh da bir tekne gibi süzülür.

Gökyüzünden batan güneşin gözlerinden

Tekneyi çevreleyen dalgaların üzerinde dans ederek....

Kim dinliyor bu Lied’i?

Şimdi Fransız düşünür, eleştirmen ve yazar Roland Barthes’ı da anarak, “Görüntünün Retoriği, Sanat ve Müzik” kitabından, “Romantik Şarkı” üzerine yazdığı denemesinden bir alıntı yapmak istiyorum. 

Lied’de tek tepkisel güç sevilenin çaresiz yokluğudur: Hem arzulanan, kayıp ötekine hem de arzulayan, terk edilmiş bana at olan bir imgeyle mücadele ederim. Her Lied gizli olarak bir ithaf nesnesidir: Söylediğimi, dinlediğimi ithaf ederim; Romantik şarkının bir diksiyonu, bir tür sağır beyanı vardır. … Sonuç olarak Lied’in dinleyicisi Surettir-benim Suretim….

Şimdi dinleyeceğimiz lied; Die Stern –Yıldızlar. Mezzo-sporano sanatçı Mitsuko Shirai seslendirecek.  İçinden yine küçük bir kesit şöyle…         

Seni kutsuyorum, ışıltılı kalabalık!

Uzun süre bana parlayabilirsin, berrak, hoş ışık!

Ve eğer bir gün aşık olursam, gülümse sevgilimle aramdaki bağa

parıldaman bize lütuf olsun…

ve Roland Barthes lied için şöyle devam ediyor :

Romantik şarkının dünyası aşk dünyasıdır, aşık öznenin kafasının içindeki dünyadır. Sevilen varlık tektir ama bir dolu figürden oluşur. Bu figürler insan değil, küçük tablolardır, bunların her biri sırasıyla bir anıdan, bir manzaradan, bir  yürüyüşten, bir ruh halinden, bir yaranın, bir mutluluğun başlangıcı olabilecek herhangi bir şeyden yapılmışlardır. Schubert’in “Kış Yolculuğu”nu ele alın. Aşığın kendi ayrılışının hediyesi İyi Geceler’de bu hediye o kadar gizlidir ki, sevilen rahatsız bile olmaz, ben de çeker giderim, adımlarım onun adımlarındadır…

"Beni hor görenlere kalbimde sonsuz bir sevgi besleyerek, başıboş̧ bir hâlde uzaklara gittim. Uzun seneler şarkılar söyledim. Ne zaman sevgiye dair bir şarkı söylediysem acıya dönüştü. Ve yine, acıyı söylemeye çalıştığımda ise sevgiye dönüştü."

Schubert, yaşarken Viyana’da sadece kendi dost çevresince biliniyordu, 20 Kasım 1828’de, 31 yaşında bu dünyadan sessizce ayrıldı. Yüzyılı aşkın bir süredir ise erken Romantik dönemin en önemli bestecilerinden biri olarak biliniyor ve seviliyor. 

 

 

Okumalar

https://www.theguardian.com/music/2016/jan/04/schubert-songs-a-mirror-to-real-life-wigmore-hall

https://www.wrti.org/post/whats-so-great-about-franz-schubert-gregg-whiteside-knows

https://emrearaci.weebly.com/uploads/1/3/8/7/13873024/copyright_emre_araci_-_andante_february_2019.pdf