Öldüren, kâr amaçlı şehircilik

-
Aa
+
a
a
a

Bahar Bayhan’la kamusal denetimin taşeronlaşması, risk algısı ve hukuksallaştırlmış hak kaybı üzerine konuşuyoruz.

Reuters
Fotoğraf: Reuters
Öldüren, kâr amaçlı şehircilik
 

Öldüren, kâr amaçlı şehircilik

podcast servisi: iTunes / RSS

(Bu bir transkripsiyondur. Metnin son hâli değildir.)

Aslı Odman: Bugün programı en başta kayıplarımız ve mahpuslarımıza adamak istiyorum. Baştan beri dinleyenler bilirler; Hikâyenin Her Hali’nin geniş ekibinde ben hep daha çok kent, çevre ve emek meselelerini ele almaya çalıştım. Sahada mücadele edenler, bilgisini üretenler, eylem bilimini üretenlerle… O yüzden bugün esasında hem şahsen kaybettiğimiz yakınlarımız, arkadaşlarımız, öğrencilerimizi anmak istiyorum hem de tam da
‘Mekânda adalet olsun’ ve ‘doğal afet değil’, ‘öldüren, kâr amaçlı şehircilik olmasın’ diyen; meslek etiğini, ilkesini hayata geçirmeye çalıştıkları için mahpusta olan tanıdıklarımızı anmak istiyoruz. Yalnız olmayacağım. Kayıplarımızı ve mahpuslarımızı anmanın yanında hem bir canın daha kurtarılmasını, bir acının daha dinmesini takip ederken, burada yapabileceğimiz tek şey herhalde sonucu buraya kadar getiren, doğallıkla ilgisi olmayan bu afetin faillerini konuşmak, sorumluluk zincirini konuşmak. Bunun için de çok sevgili bir arkadaşım var. Tam meslektaşım demeyeceğim, esasında tam meslekten olan, Bahar Bayhan'la beraberiz.  Hoş geldin sevgili Bahar.

Bahar Bayhan:  Hoş buldum, teşekkür ederim.

A.O.: Bahar, Şehir Bölge Planlama Bölümü, Mimar Sinan Üniversitesi'nden mezun. Ben de yaklaşık on senedir Şehir Bölge Planlama Bölümü’nde, tam da mekânda adalet meseleleri ile ilgili ders vermeye çalışıyorum. Mayıs ayında yayınlanan beyondistanbulDergisi'nin, Mekânda Adalet ve Deprem sayısının editörlerindendi. Bir anımızı anlatarak başlamak istiyorum: Derninin tanıtımı sonrası derginin bir diğer editörü sevgili Eray Çaylı ve Bahar’la Postane’nin çatısında konuşurken ikisinin de İzmitli olduğunu öğrendiler. Acaba meslekte de bir mimar, bir şehir plancı olarak çok teknik gözükmeyen, bu mekânda adalet ve deprem konusuna eğilmenin İzmitliliğinizle ilişkisi var mı diye konuşmuştuk. Şimdi istersen bu sayıyı konuşalım… İçinde ne var mesela toplumbilimsel olarak -bir yandan da bir şehir plancısısın-  yerleşilebilirlik, yıkılmayan bir kent, jeoloji, ekoloji bunlar da önemli. Burada konuştuğumuz, konuşmaya çalışacağımız failler işin ekonomi-politiği olacağı için, bu dergi sayısını çıkarırken nelerin olmasını düşündünüz? Neden çıkarmak istedin ve senin için işin teknik olmayan yanında ne unsurlar vardı mekânda adalet ve depremi düşünürken?

B.B.: Belki en başta ufak bir bilgi verebilirim. beyondistanbul Mekanda Adalet Derneği'nin süreli basılı yayını. Deprem sayısı da 12. sayımız. Her sayıda farklı temaları daha kapsamlı biçimde, toplumsal adalet ekseninde ele almaya çalışıyoruz. Bu sayıda da sevgili Eray Çaylı konuk editörümüzdü… Onunla birlikte hazırladık içeriği. Evet, İzmit böyle getiren bir süreçtir belki. 99 depremini İzmit'te yaşamış bir insanım. Sonra Şehir Planlamaya yönelmişim, baktığım zaman şimdi hayat beni nereye getirmiş diye... Planlama disiplini biraz böyle rakamlar üzerinden aslında, öngörüler üzerinden ilerleyen bir şey. Yani orada insanın kendisi, toplum dediğimiz şey çok indirgemeci bir yerden ele alınıyor. Tek tipleştiren bir durum söz konusu. Bence deprem senaryoları, deprem öngörüleri dediğimiz şeyler de biraz öyle. Dolayısıyla bu planlama disiplininin bu tek tipleştiren, toptancı bakış açısını nasıl deşebiliriz diye biraz görmek istedik diye düşünüyorum ve 99 depreminde biraz depremin politikliği meselesi aslında gündem olmuştu. Yani ‘deprem doğal afet değil’, Ahmet Mete Işıkara figürü üzerinden, ‘deprem öldürmez, binalar öldürür’ meselesi... O artık kanıksanmış, ana akıma yerleşmiş bir bakış açısı olmuştu ama deprem sayısında. ‘Depremin etkileri sınıfsaldır’ demek yeterli olmuyor. Yani ‘depremin hasarları sınıfsaldır’ demek yeterli değil. Aynı zamanda biz depreme nasıl bakıyoruz, riski nasıl algılıyoruz veya bunun algılama pratikleri nasıl cereyan ediyor? Farklı alanlarla deprem dediğimiz şey, risk dediğimiz şey nasıl konuşuyor? Onları biraz görmeye çalıştık.

A.O.: Sınıfsaldır derken, bunu daha geniş konuşalım istiyorum. Çünkü sınıfsal deyince sanki gerçekten mekânda adalet ve yoksulları, kırılgan kesimleri, çocukları, mültecileri, kadınları daha fazla vurur diye, biz her seferinde daha çok kolay özdeşleşebildiğimiz ve toplumsal vicdanımıza oturtabildiğimiz kesimlerle düşünüyoruz. Halbuki güçlülerin suçları dediğimiz, yani yavaş olduğu için daha da fazla güce tahvil edilen güçlülerin suçlarından da biraz bahsetmek istiyoruz bugün. Gerçekten sınıfsal derken yalnızca maruz kalan sınıftan değil de bütün bu çok ciddi bir mekanizmayla… Antropolojik olarak çok az çalışıldığını gördüm. Konut üretimi alanı, müteahhitlik alanı, sanki kendiliğinden olan bir yapı denetim şirketleri alanı... Bütün bunlarla ilgili bizim de esasında programa hazırlanırken meslekten olmamıza rağmen şaşırarak gördüğümüz, pratiklerini bildiğimiz ama boyutunu bütünsel olarak çok az da çalışıldığını gördüğümüz alanı da konuşmak istiyoruz. Sınıfsal dediğimiz zaman öldüren binaları yapan süreci, onun üretim sürecini ele almak çok önemli geliyor.

B.B.: Kesinlikle.

A.O.: Onu da konuşabilmeyi umuyoruz diğer etkilerinden çok.

B.B.: Sevgili Eray Çaylı giriş yazısında risk kavramının aslında nasıl güçlünün elinde bir tekele dönüştüğünü çok güzel anlatıyor. Risk kavramı altında şimdi baktığımız zaman, inşaat piyasasının çürümüşlüğü, konut sektörünün çürümüşlüğü nasıl risk kavramı altında örgütleniyor? Biraz bu alanları ifşa etmemiz gerekiyor. Yani sadece müteahhitlerin ahlaksızlığı değil burada mesele. Ek olarak bütün bir kamusal denetim eksikliği. Devletin gerçekten böyle örgütlenmiş olması, zaten bu ihmalleri açık verecek şekilde örgütlenmiş olması problem. Bu tortuları ortaya çıkarmamız lazım, kazımamız gerekiyor gibi geliyor.

A.O.: Peki deprem sayısal içeriğine girmeden önce buraya kadar getirmişken çok önemli bulduğum bir meseleyi konuşabilir miyiz? Şimdi senin bahsettiğin, yoz bir sistem ve yapı denetim firmalarının çalışmaması… Ama tam da diyoruz ki bu süreç müthiş bir hukuksallaştırma süreciyle oldu. Torba yasasındaki madde değişikliklerden, ismiyle cismiyle işte 2012 afet yasasına, kısaca öyle diyoruz tabii, upuzun bir ismi var ama… Gerçi ilk değil, Yer Sarsıntı Bölgeleri Yapı Yönetmeliği ilk defa 1947’de, yani Erzurum depremi devamında çıkmış ve sürekli yönetmelikler var ama bu kadar kendi içinde bir denetim piyasası oluşturan, yani yarattığı risk algısıyla ve yarattığı hukuksallaştırmayla… Kağıt üstünde harika bir şey değil mi, ‘kimse ölmesin deprem binalarından.’ Bununla ilgili ciddi bir piyasa doğuran bir üretim süreci, konut üretim süreci... İzin verirsen ben bunu çok yoğun bir şekilde işçi sağlığı, iş güvenliği alanına benzetiyorum. Orada da çok ciddi bir hukuksallaştırma var. Yani Cumhuriyetin ilk yasası yapı denetimden farklı olarak veya depremden farklı olarak, on sene önce çıktı. Her şeyin inanılmaz detaylı bir şekilde, iskelesinden asbest dökümüne kadar tanımlanıyor olması koskoca bir bürokrasi ve iki yüz bine varan iş sağlığı güvenliği uzmanı, OSGB dediğimiz Ortak Sağlık Güvenlik Birimleri, esasında denetlemekten sorumlu olduklarına bu hizmeti satan bir sürü profesyonel, bir paper work, bir bürokrasi ve kendi içinde piyasa yarattı. Yani bu risk, depremin yarattığı piyasa, dönüp deprem döneminde esasında öz amacını vurmuş oluyor. Sanırım risk algısında da bu vardı, iş güvenliği kültürü veya deprem algısı… Pandemiden çıkıyoruz vs., her şeyin bir finansal piyasalara veya güvenlik piyasasına, felaket kapitalizmine evrilebiliyor olma hızı sanırım çok önemli. Bu paralelliklerin seninle konuşurken çok daha iyi farkına vardım. Peki, 2001’de çıkmıştı demiştin değil mi?

B.B.: Yapı Denetim Kanunu.

A.O: Yapı Denetim Kanunu… Hangi aşamada yapı denetmenleri giriyor? Denetim sürekli denetimdir, yani bu binalar bu şekilde yapılıyor ama bunun yapılmasında en son noktada önce kamunun rolünü konuşarak başlayalım. Yavaş yavaş sonra özel sektör aktörlerine de geliriz.

B.B.: Teknik bilgim sınırlı tabii, bildiğim kadarıyla aktarırım. Yapı denetimi kanunu, 2001 yılında çıkmış. Bunun amacı ne? Bir inşaatın başlangıcından bitimine kadarki süreçte, binalar yönetmeliğe uygun mu, sağlam ve güvenilir mi diye denetlemek üzere çıkarılmış ve bu kanunla birlikte yapı denetim firmaları oluşmuş.

A.O.: Yapı denetim firma alanı oluşuyor.

B.B.: Evet öyle, tamamen denetim alanının özel sektöre devredildiği bir süreç. Kamusal denetimin taşeronlaşması  bahsettiğimiz şey. Yapı denetim meselesinde, araştırdığım zaman durumun çok çok vahim olduğunu gördüm. Zaten Maraş merkezli depremler sonrasında da Twitter'da çokça paylaşım yapıldı; müteahhitler zaten kendisine rapor vermesi gereken insana para ödeyerek bu raporu satın alıyor.

A.O.: Aynı iş sağlığı güvenliği uzmanlığı, Ortak Sağlık Güvenlik Birimi’nde olduğu gibi.

B.B.: Kesinlikle. Twitter'da yapı denetim alanında çalışan insanlar nasıl tehdit edildiklerini, o raporların uygun olmadığı halde uygunmuş gibi gösterilmesi için nasıl baskılara maruz kaldıklarını vs. anlatıyorlardı.

A.O: Bu arada o raporların içeriği de tabii zemin etüdüyle ilgili veya beton-çelik-demir kullanımı oranlarıyla ilgili, tam da yaşama değecek meseleler. Numune almak çok önemli anladığım kadarıyla. Kontrollü bir şekilde, çıkarı olanların dokunmayacağı bir şekilde, bağımsız o numunenin alınması lazım. Değil mi? 

B.B.: Aynen öyle. Bir de bu paper work dediğin şey, gerçekten kağıt üstünde her şey inanılmaz muazzam, inşaat mühendisleri de bunu söylüyor. Betonun kalitesinden tutun, malzeme özelliği, yapım tekniği vs. hepsi en son teknolojiye uygun şekilde tasarlanmış durumda. Ama gel gör ki şu an karşılaştığımız tabloda bunu nereye yoracağız? Kağıt üstünde her şey mükemmelse biz bunları neden yaşıyoruz?

A.O.: Demek ki yapana değil, yaptırtana bir bakarsak…

B.B.: Yapı denetim meselesine bir şey daha eklemek istiyorum. Gördüğüm kadarıyla 2012’de, yapı denetim firmalarını kuranlardan, yani mimarlardan, oda kayıt sicil belgesi alınması zorunluluğu kalkmış. Dolayısıyla, aslında TMMOB Mimarlar Odası, Mühendisler Odası, bu insanların mesleki yetkinliğini ya da işini düzgün yapıp yapmadığını denetleyemiyor. Mimarlar Odası defalarca uyarmış, deprem riski olan bölgelerde, deprem riski taşıyan bir ülkede bir boşluğa mahal veriyor bu denetimsizlik. Şimdi baktığımız zaman Mimarlar Odası'ndan sevgili Mücella, sevgili Tayfun, sevgili Can hapisteler hâlâ. Dolayısıyla odaların yetkisinin nasıl zayıflatıldı, itibarsızlaştırıldığı, bunların hepsi birbirine bağlanan zincirler gibi. Bugün geldiğimiz nokta. Hiçbiri birbirinden azade şeyler değil.

"Afet ve kamusal şehir planlamanın ilişkisi çok açık"

A.O.: Evet. Yani kamuyu savunmanın,  kurumunu savunmakla karıştırılmaması gerektiği nokta tam da burada oluyor herhalde. Bağımsız bir kuruma o meslek erbabının sicilini kontrol etme, bağımsızlığını sağlama, numuneler alırken çıkar ilişkisi olduğu insana maruz kalmamasını sağlama... Bu ara kurumlar, yani 1960’larda anayasaya özel hükümlerle kurulan bu kurumların içinin boşaltılması sürecinin zaten şahikası oldu mahpustaki arkadaşlar. Benim içinde sosyal bilimci olarak var olduğum, ama senin doğrudan mesleki altın bileziğinin olduğu şehir plancılığın doğduğu konjonktür de böyle bir şey. Yani bir kamusal güç olarak afetler bağlamında doğmuş. Şehir plancılık, yangın ve salgınlarla, kolerayla, yangın bölgelerinde yeniden planlama yapmakla doğmuş. Belki deprem bunlar kadar sık olmayan bir şey ama gerçekten afet ve kamusal şehir planlamanın ilişkisi çok açık. Tamamen şu anda çifte bir şafağı gibi bu mesleğin... Gerçekten belki de yanıp küllerinden yeniden doğması gerekiyor. Şu anda meslek teknik meselelere, teknik tartışmalara indirgenemez . Yani tamamen kamucu bir gün doğumuna doğmuş bir meslekte, bu kamucu içeriği aldığın zaman ortada kalan binlerce enkaz oluyor. Yani alanın enkazı, kurumların enkazı.

Peki, madem ara kamusal kurumlar yok, bu paper work üzerinden yaratılan piyasa kime çalışıyor? Bunu birazcık konuşabilir miyiz? Başladığından beri en azından anlayarak anlamlandırmaya, yası tutmaya çalışıyoruz. Bizimde elimizde kalan ilk şeylerden biri bu oluyor… Şimdi müteahhitlik dediğim mesele. Yani tabii büyük devlet müteahhitleriyle başlamıştı. Devlet müteahhitliği zaten Türkiye kapitalizminin doğmasında önemli. Daha sonra inşaat dışında başka alanlara geçenler de olsa… Ama bu büyük devlet müteahhitliğinden şu anda böyle her alanda konut üreticiliğine gelen süreçte, yani bu demokratizasyonunun diyeyim konut sürecinde,  halen kendi temsiliyet mekanizmaları güçlü olan büyük aktörler dışındaki işte İNTES ve Türkiye Müteahhitler Birliği’nde, yani yüz küsur tane falan temsil edilen büyük şirket varmış. Böyle baktığımız zaman da çoğu zaman birinde olan diğerinde de üye. Ve bunlar çoğu yurt dışında da büyük yatırımlar yapan, Kafkaslar'da, Rusya'da, Afrika'da yatırımlar yapan büyük şirketler. Birilerinin de bunu gerçekten çalışması gerekiyor, aktör alanı müthiş çalışılmamış konut üretim konusunda. Çok fazla kendine hayran bir araştırma alanımız var. Örtük olarak onları çalıştığımızı fark etmiyoruz. Sen hatırlıyorsun, master tezini yazarken, mimarlık alanında zorlanmıştın. 

Türk Müteahhitleri Birliği 1952’de kurulmuş, 118 üyesi var. İNTES de bunun işveren örgütü. TİSK’e bağlı. 1964’te kurulmuş ve o zamanlar Yol-Yapı-İş, sendikaların çok daha savaşçı olduğu zamanlarda, onların karşısında bir işveren örgütü olarak kurulmuş. Onun da 150 üyesi var. Aşağı yukarı ikisindekiler birbiriyle örtüşüyor. Şimdi bir bunlar var; büyük konut üreticileri, büyük proje üreticileri, altyapı üreticileri bunlar aynı zamanda. Konuttan çok altyapıdan başlamışlar ama konut alanında, kimisi diyor 150 bin, kimi diyor 450 bin müteahhit var. Almanya'yla ilgili muadil bir rakama bakıyoruz. 3000-4000 arası bina yapma yetkisi verilen biraz önce bahsediyordun ya hani denetimden bahsetmeyelim de binayı taahhüt eden, çıkarmayı taahhüt eden… Yani bu bu mitoz bölünmeye dönüşmüş alan neye yarıyor? Ve nasıl bu şekilde olabiliyor? Yani müteahhit olmak için ne yapmak gerekiyor? Nasıl oluyor bu iş, neyle ilişkili bu bu spesifik tarihi Türkiye'nin?

B.B.: Çok kritik tabii, inşaat meselesinin gerçekten 2000’lerden beri inanılmaz, ekonominin bel bağladığı bir sektör olması. Şimdi de konut piyasası etrafında örülmüş bir ağdan bahsediyoruz. Büyük inşaat firmalarının konut meselesine el attığı, böyle dallanıp budaklanan altyapı müteahhitleri aynı zamanda konut da üretiyor vs. Bu çoğalmanın, aktörlerin çeşitlenmesi ve çoğalmanın altında ne var diye bakarsak belki şunu görürüz: Devletin konut piyasasını da üretime, yeni üretime teşvik edecek şekilde yasalar çıkarması ve dediğimiz gibi bu risk algısını tabandan yayması. Biz hep bu zamana kadar şöyle düşündük, yeni bir binada oturursak kendimizi güvende hissedeceğiz. Bütün toplumsal algı da bu yönde şekillendi. Halbuki ihtiyacımız olan aslında sadece güvenli konut değil yani o yapım tekniklerine uygun konut değil, kaldı ki yapım tekniklerine uygun olup olmadığını da şu anda…

A.O.: Yıkılan binalarda görüyoruz Bahar, yani bu bize söylenen değil mi? Özellikle deprem güvenliğini pazarlayarak, ikincisi seçkin komşular, bir havuz veya peyzaj unsuru olarak doğayı da pazarlıyor olabilir ama muhakkak pazarlama paketi içinde deprem de var. Yıkılan binalar… kamu binalarından işte hastaneler; Adıyaman Belediyesi; Hatay’ın tek ilk rezidansı,  pek çok bu futbolcuların ölümüyle gündeme geldi… Bunları toparlamaya çalışıyorum, gerçekten ciddi bir yüzde 50-60’ının, 2001’den sonra yapılmış binalar olduğunu görüyoruz. Yani yalnızca pazarlandı bunlar. Teknik gereklilikler dışında çok fazlalaşması, doğal çevre, komşuluktan falan bahsediyorsun ama bu gerekliliklerin yerine getirilmediğini görüyoruz yani değil mi o paper work ile.

B.B.: Şunu bence vurgulamak gerekiyor, toplumsal olarak konut algımızın üzerine konuşlanmış bir meslek bence müteahhitlik. Konut ne demek Türkiye'de, bir güvence sahibi olmak demek. Yani bir başımızı sokacağımız bir konut olduğu sürece…

A.O.: Hatta algı da değil bu enflasyon ortamı içerisinde.

B.B.: Tabii ki. Bir ekonomik gelir mekanizması aynı zamanda. Çocuklarına miras bırakabileceğin bir değer. Yani başımızı soktuğumuz bir konut olduğu sürece kendimizi güvende hissettik bu zamana kadar. Dolayısıyla müteahhitlik dediğimiz aktör ağı da tamamen bunun üzerine konuşlanmış durumda. Bugün daha sabah gördüm Twitter'da yine, bir depremzede kadın, evlere temizliğe giderek satın aldığı konutu yıkılmış. İzmir depreminde insanlar krediyle satın aldıkları, yıkılmış evlerinin borçlarını ödüyorlar hâlâ. Ve üstüne üstlük kira ödüyorlar. İnanılmaz bir durum bu. Akıl alır gibi bir şey değil yani.

Kendi güvenliğimizi sağlamak için ne yapabiliriz?

 A.O.: Tam bu, bir yandan çok dediğin gibi bir rıza üretim süreci. Sanırım bu Türkiye'deki konut piyasası, Türkiye'deki siyasi rejimin oluşturması, siyasi rejimle rızanın yerellere dağıtılmasında çok önemli bir şey. Bahsettiğimiz yalnızca gerçekten birkaç ağaç olmadığı gibi, birkaç konut da değil. Zaten 500 bin yaklaşık müteahhit ordusuyla tamamen yerellere damlayan bir rant mekanizması var. Bu kadar tek parti rejiminin uzamasında da sanırım bu rıza mekanizmasının, dönemin, yalnızca bu dönem değil esasında Osmanlı'dan itibaren mültezim sistemi de buna benzermiş. İhalelerle, taşeronluk yani, müteahhit sistemiyle aşağıya doğru yapılandırılması da var. Konut sahipliğinin ve tabii borçlanmanın getirdiği uysallık, sisteme katılma ve rızayı azaltmamak gerekiyor. Mesela zorunlu yerinden etmelerde, acele kamulaştırma, afet yasasına dayanarak, -Gaziosmanpaşa mahalle deneyimleri- da oluyor, mahalle mücadeleleri oluyor. Biz hep bu yanına baksak bile, yerinden edilmeler kentsel dönüşüm müdahaleleri esasında çok ciddi bir rıza, dediğin gibi bunun altını çizmen çok önemli. Uzun zaman tabii muhalif sosyal bilimci olarak hep bu mücadele, muhalefet, yerinden etmeyi gördük, yani sopayı gördük ve sopanın sonuçlarını çalıştık. Halbuki çok ciddi bir rıza süreci var. Bu konutlarla bu rıza süreci de çöker mi? Bu öncelikler ekonomisi de çöker mi? Çocuğumuza bırakacağımız miras olarak. Bunları da konuşmamız gerekiyor. Mahalle, yani kendi güvenliğimizi sağlamak için mahalle odaklı, nüfus odaklı, yanımızdakine, hemşerimize, komşumuza bakarak kurumumuza, iş yerimize bakarak neler yapabiliriz? İzmit örneği de çok çarpıcı, depremin de müteahhitlik alanında bir sicili var mı? Yani hiçbir sicil yok. İş cinayetleri yapılmış mı bu inşaatta? Böyle bir sicil yok. Daha önce bir yıkım var mı? Böyle bir sicil yok.

B.B.: Yani bilgisi dolaşıyor, teyit etmedim bizzat ama, 99 depreminde yıkılmış inşaatların, binaların müteahhitleri hapisten çıktıktan sonra tekrar müteahhitlik firması açabiliyor veya işte müteahhitlik mesleğini tekrar icra edebiliyor.

A.O.: Kapandıktan sonra diğer şirket herhangi bir bu alanın kamu güvenliğiyle ilgili meseleyi koymazsan, serbest girişimcilik var, anladığım kadarıyla, biz de çıktığımızda şurada güzel bir müteahhit firma kurup, kentsel dönüşüm işine,  girebiliriz istersen. 

TOKİ'yi de dahil eden bu kentsel dönüşüm alanını konuşabilir miyiz? Yani esasında deprem, kentsel dönüşüm depreme karşı yapılacak değil mi? Bize de bununla, afet kanunuyla, kanunun ruhunda böyle bir kisveyle sundular. ‘‘İşte ülkemiz büyük bir tektonik plaka, o yüzden biz bu afetlere karşı hazırlıklı olmak için kentsel dönüşüm yapmamız lazım.’’ Ama gelip görelim ki 2023 senesinde kentsel dönüşümün azlığı değil kentsel dönüşümün varlığı daha çok insanın hayatına mâl oldu. Bu kentsel dönüşüm alanı, makinesi nasıl işliyor? Bunu biraz konuşabilir miyiz sevgili Bahar?

B.B.: Çok garip gerçekten. Yine tepeden baktığınız zaman, kentleri dirençli hâle getirmek, daha güvenli yapılaşma sağlamak amacıyla ortaya atılmış bir şey kentsel dönüşüm... Piyasa aslında, şu anda bir piyasa. 2001’de ya da yanlış hatırlamıyorsam 1999 sonrasında belediyeler kentsel dönüşüm yapabilme yetkisi kazandı. Bu kentsel dönüşüm içinde riskli yapı stoğunu yenilemek ve aynı zamanda Sulukule örneğinde gördüğümüz gibi, ‘‘yıpranmış’’ alanların yenilenmesi…

A.O: Çöküntü bölgeleri…

B.B.: Aynen öyle, çöküntü bölgelerini iyileştirmek vs. gibi. Sulukule dediğimiz, Ayazma dediğimiz örnekler hep buradan konuşlanmış işler aslında. 2012’ye geldiğimizde işler değişiyor. Risk, afet riski altındaki alanların dönüştürülmesi hakkında kanun... Bu kanun çıkıyor 2012’de. Şimdi bu kanundan önce Çevre ve Şehircilik Bakanlığı kuruluyor tabii 2011’de. Dolayısıyla bu kentsel dönüşüm yetkisi bakanlığa devrediliyor. Orada belediyelerden bakanlığa böyle bir yetkinin merkezileşmesi durumu söz konusu. Aynı zamanda kentsel dönüşüm dediğimiz hadisenin de kitleselleşmesine tekabül ediyor. Çünkü bakanlık istediği bölgeleri risk alanı ilan edebiliyor. Orada TOKİ aracılığıyla yine dönüşüm başlatabiliyor. Yani burada…

A.O.: Hatta Fikirtepe örneğini verebiliriz. 2012’de mesela Fikirtepe Kadıköy’e nazır en son kale diyebiliriz. Son yoksul bölgesinin, daha az varsıl bölgesi ama Kadıköy'e çok yakın olması üzerinden büyük bir rant bölgesinin bir seferde yine bütün yıkım yetkisi, Çevre Şehircilik Bakanlığı’na geçmiş oluyor. Bunun da bahanesi oranın bütün Kadıköy değil yalnızca Fikirtepe ve Dumlupınar olması. Baktığın zaman çok çarpıcı. Sevgili Murat Güvenç’in haritalarında, İstanbul Araştırma Merkezi'nin haritalarında görüyoruz, en düşük rayiç bedelli bölge. Tamamen yalnızca orasının riskli alan ilan edildiğini görüyoruz, Fikirtepe ve o binalarda Çevre Şehircilik Bakanlığı tarafından yapılan, ama tabii girdikleri bu büyük müteahhitlerle simbiyotik ilişki, en sonunda onlar kurmuyorlar ve parçaladıkları parselleri müteahhitler yapıyor.

B.B.: Orada bir şey var ki risk alanı ilan edilen bölgeler çoğunlukla yoksul mahalleler, işçi mahalleleri, gecekondu mahalleleri dediğimiz bölgeler. Daha böyle merkezde kalmış, piyasanın da iştahını kabartan alanlar. Bu kentsel dönüşüm dediğimiz hadise, risk, afet riski kanununun çıkarılmasına kadar yerinden etme uygulamalarıyla sürüyordu. O bölgeye inşaat firması giriyor, orayı yenilemek üzere, oradaki insanları da alıp başka bir bölgeye taşımak üzerine kurulu bir düzen vardı. Ama işte çok güçlü bir mahalle örgütlenmesi var, özellikle İstanbul'da. Buna karşı çıkan… Yani güçlü, tabii ki depreme dayanıklı yerlerde yaşamak istiyoruz ama bulunduğumuz yerden ayrılmak istemiyoruz. Bizim bütün toplumsal ilişkilerimiz burada. Biz burada kalmak istiyoruz.

A.O.: Sizin bu sayıda Gaziosmanpaşa Mahalleler Birliği'nden Süleyman Çelik’le söyleşi var.

B.B.: O bir örnek mesela. Mahalleler Birliği içindeki Gaziosmanpaşa örneği. Sonra bu ‘yerimizde kalmak istiyoruz’ meselesi üzerinden tabii ki de devlet alıp onu da büküp, ‘tamam, yerinde dönüşüm yapıyoruz’ dedi. Evet, yerinde dönüşüm yapıyor ama bunun sonuçları ne oluyor? Oradaki yeni inşa edilmiş konutlarda zaten ekonomik gücü çok sınırlı olan insanlar barınamıyor. Dolayısıyla orada da mecburen bir göç başlamış oluyor. 'O yeni binaları alın, oturun’ demek yeterli kalmıyor.

A.O.: İstanbul da tabii, yaklaşık yirmi milyonluk bir yer, kendi içindeki talep bir de bunun dışında uluslararası bir konut piyasasına eklemlenmiş bir spekülasyon alan, yurtdışından da pek çok alıcı var. Gerçekten ısıtılmış bir konut piyasası İstanbul. O yüzden birdenbire sanki burada, tam da bu piyasanın daha kızıştığı yerlerde sanki risk daha fazlaymış gibi, mesela dediğim gibi Fikirtepe, Gaziosmanpaşa'nın üçte biri, Bağdat Caddesi'nde artık bina ölçekli riskli bina vs. dedik. 

Şimdi on ili kapsıyor ve işin akıl dışılığını düşünmek gerçekten çok zor yani Bahar, baktığımız zaman bizim bildiğimiz, herhalde bu topraklarda insan denilen yaratık, neolitikten, yaşadığından beri, şu son jeolojik çağdan beri bildiğimiz tek şey buranın sarsıldığı... Biz bir plaka üzerinde yaşıyoruz ve tek bilgi, yani hayatta kalmakla ilgili bir şeydir bilgi ve teknoloji, tek bilgi bu olmalı herhalde, en kadim bilgilerimizden biri ve bu on ilin de çok uzun zamandan beri bildiğimiz bir plaka üzerinde yapıldığını görüyoruz. Yani bunun geçtiği yerin tektonik bir fay hattı olduğu belli. Peki buralarda bir riskli, yani esasında risk dediğin, en kadim bu en yeni, neoliberal, seksenden sonra risk değil, bildiğimiz en kadim bilgi olarak, hayatın bir parçası olarak deprem bu... Bu kanun esasında Türkiye'nin her yerinde geçerli olmasına rağmen, zaten başından yanlış bir yere yerleşmiş bir kent yerleşilebilirlik açısından. Yine büyük bir ihtimalle- ne kadar ayrıntılı bakamadık ama- burada da kendi içerisinde İstanbul kadar yoğun riskli alan ilanı falan olmadığını görüyoruz değil mi? Çok daha parçacıklı ilerlemiş. Yani gerçekten kanunun geçerli olabileceği hiçbir alan yok ama bütün makul korkuları ve var olan bütün sorunları bir piyasaya dönüştürüyor. Çok çarpıcı, bundan sonra bakmamız gereken de acaba riskli alan ilanları bu on ilde neydi?

B.B.: Neydi? Evet. Tabii hatırlatmak lazım; yine deprem sonrasında Hatay Belediye Başkanı'nın iki hafta öncesinde katıldığı bir röportajda bakanlıktan kentsel dönüşüm taleplerine cevap alamadıklarını söylüyordu. Dolayısıyla işte bu...

A.O.: Gerçek kentsel dönüşüm, evet.

B.B.: Aynen. Dönüşüm meselesinin merkezileşmesi aynı zamanda biraz bakanlığın kendi istediği gibi hareket edebilmesinin de önünü açmış oluyor. Dolayısıyla orada o yazının gelmemesi, o kentte kentsel dönüşümün uygulanılmamasına kadar giden işte zincirleme bir felaket…

A.O.: Yani oradan kentsel dönüşümde orada yaratılacak ranttan mahrum bırakmak için başka bir partiye ait olanı yapıyor büyük bir ihtimalle. Hiçbir zaman o talep edilenin gerçekten bir deprem bölgesinden, hayat kurtaracak bir yapılaşmayı mı teşvik edecek bir talep olduğunu bilmiyoruz. Gerçekten bakmak lazım, ama vermeme nedenini biliyoruz. Ona değil, bana yakın olan bir şehirde kentsel dönüşüm izni vereceğim ki orada bir rant doğsun, yani işte tam bir İsmail Abi, ihalede zincirin kurulduğu yerler selektif dağıtılıyor.

B.B.: Bu çok kritik, yani siyasi çatışma. Belediye ve merkezi hükümet arasındaki siyasi çatışma çok çok kritik bana kalırsa, planlama alanında da, kentsel dönüşüm meselesinde de…

A.O.: Peki sence başka konuşmadığımız aktör kaldı mı?  Bütün bu hikâyede en sonundan başladık. En çok bütün iş bittikten sonraki denetimden bahsediliyor. Onun aktörlerinin piyasalaşmış ve bağımsızlığı olmayan aktörlerinden bahsettik. Bağımsız kamu kuruluşu olarak konumlandırılmış odaların zayıflatılmasından bahsettik. Belediye Çevre Şehircilik Bakanlığı, 2011’de kurulan, hukuksallaştırılmış hak kaybı, hukuksallaştırılmış piyasadan bahsettik. Bir de belki de biraz bizim meslek alanında da belediyede hep bir şey var -  eğitimlerde ben tabii sonunda peşinden koşup alanı anlamaya çalıştığım için - yani işin teknik ve uygulama yanında da plan tadilatlarıyla hep uğraşılır. Az öğrencimiz belediyelere girer ama diyorlar ki bizim uğraştığımız çok büyük kısım plan tadilatı. Sürekli plan tadilatları… Esasında bir plan var ve bu plan da işte dört sene boyunca sevgili meslektaşlarımıza öğretiliyor; yerleşilebilirlik, jeoloji, ‘tarım arazilerine yapılmaz’, dere yatakları… bütün bunlar esasında çok sıkı bir şekilde tanımlanmış. Çocuklardan uzun uzun biliyoruz hayatınız geceleri atölyede geçiyor, bütün onları çizmek için, yani yerleşilemeyecek, yerleşilebilecek birinci, ikinci, üçüncü dereceden şeyler çıkıyor. Esasında plan tam da bunun ruhuna göre yapılmış. Jeoloji diye bir şey var o planda. Peki bunlar tadilatlarla mı delik deşik ediliyorlar? Yoksa dediğimiz gibi işin hukuk yanını da konuştuk ya bir de plan pratiğini konuşalım. Bunları yapanlar da yine tabii
belediyeler içerisinde memur olarak çalışan meslek erbabı mı oluyor? Bu plan tadilatı nasıl işliyor Bahar?

B.B.: Bürokrat plancıdan bahsediyoruz aslında orada. Ne kadar mesleki yetkinliklerini kullanabiliyorlar emin değilim. Hiç kamu kurumunda çalışan bir plancı olmadım, bu zamana kadar hiç çalışmadım. Oradaki sistem tam olarak nasıl işliyor bilmiyorum ama evet, plan tadilatları dediğimiz şey meseleyi kılıfına uydurmak için yapılan işlemler aslında.

A.O.: Zaten imar affı gelince böyle ufak ufak uğraşmaya da gerek kalmıyor sanırım değil mi? İmar affı gelince o tadilatla uğraşacağına var olanı koymuş oluyorsun. Bir de tabii sigorta sistemi oluyor bütün bunlardan büyük. Finansallaşma, risk algısı, konut ihtiyacına hitap eden, bir de deprem sigortası üzerinden apayrı, aynı emeklilik sigortası gibi bir finansal alt alan daha yaratılmış oldu. Ama ne deprem vergilerimiz, ne de bundan sonra bireysel olarak yapacağımız deprem sigortası bizi, türümüzü, bırakın ailemizi, dostlarımızı, türümüzü bile hayatta tutmaya yetmeyecek gibi gözüküyor.

B.B.: İzmir depremi sonrasında zaten çok biliyoruz öyküleri, DASK yaptırmış evine ama sonrasında bunun geri dönüşünü alamıyor. Evi yıkılmış, ağır hasarlı, evine giremiyor, ama bunu kompanse edebilecek bir şeyi, dönüşü alamıyor sigortadan. Bunlar aslında belli matematiksel hesaplara indirgenmiş. İnsanın hayatında oluşabilecek zararları, hasarları telafi etmeye yönelik bir şey öngörmüyor.

A.O.: Yine işçi sağlığıyla bana paralel geliyor; bu kan parası, adı olarak, enformel, formel olarak da tazminatla yapılmış. Yani Türkiye'de işçinin kaybedeceği kolun veya şeyin bedeli bellidi, tüm bedeninin bedeli bellidir ve orta boy ölçekte bir şeyde, girişimde bu gayet gözden çıkarabilen bir masraf. Yani gerçekten canın muhasebeleştirilmesinin sonuçlarından bahsediyoruz. Bu şekilde muhasebeleştirdiğiniz zaman bundan bir piyasa yaratıyorsunuz ve çok güzel kendi kendini dolduruyor o havanda su ama en sonunda o canı muhasebeleştirdiğiniz zaman canı koruma, sağlığı koruma, güvenliği koruma sonucu da gerçekleşmemiş oluyor. Piyasa esasında sonucun gerçekleşmesinin önünde engel. 

Peki hep algıdan bahsettin. Başka türlü bir şey mümkün değil mi? Bahar, sen şehir plancılıktan gelip teknik şehir plancılık dışında gerçekten mekânda adalet, insan mekân ilişkisi hakkında düşünen, sahalarda çalışan bir insansın. Yani bizim güvenlik gibi - bir tektonik plakada yaşıyoruz bunu en başından beri biliyoruz -  barınma gibi, çocuklarımızın, yaşlılarımızın bakımı gibi, gıda gibi ihtiyaçlarımızı koymak için daha küçük ölçekli, mahalle bazlı, şimdi afeti, önümüzdeki afeti, İstanbul afetini düşünelim, nasıl bir örgütlenme mekânda adaleti sağlardı? Senin ütopyanda, eylem bilginde neler var?

B.B.: Bir baştan şunu söyleyeyim. Planlama sisteminde sanırım, en ufak bir arıza öyle bir örgütlenmiş ki sanki bütün planlama sistemi o zinciri de tık tık tık yerinde işleyecek şekilde hareket etse hiçbir problemimiz kalmayacakmış gibi. Ama böyle bir çatlak ses çıktığında, farklı bir talep geldiğinde o sistem error (hata) veriyor, ne yapacağını bilemiyor, uyum sağlayamıyor. Planlama dediğimiz şeyi adapte olabilir bir araca dönüştürmek zorundayız biz.
Yüzyıllar öncesinden yapılmış öngörülerle biz bu alanı bence ayakta tutamayız. Toplumsal farklılıklara, değişimlere adapte olmak zorunda. Diğer yandan…

A.O.: Bir de uygulayıcıların uygulama alanındaki güç ilişkileri göz ardı ederek yalnızca teknik, en iyi niyetlerle etik bir plancılık da pek mümkün olmuyor. Konuştuğumuz alan  o kadar rijit (bükülmez) ki… o sınıf, sağlık dediğimiz mesele.

B.B.: Bir yandan bence gerçekten bu sistemi, çatlaklarını ifşa etmemiz gerekiyor. Kamu kurumlarını zorlamamız gerekiyor. Talebi yükseltmemiz gerekiyor. Yani dayanışma dediğimiz meseleyi sadece o anlık ihtiyacı gidermek üzerinden düşünmemeliyiz sadece. Kurumlara sorumluluklarını hatırlatmalıyız, takip etmeliyiz, izlemeliyiz. Şimdi deprem gündemi üzerinden gelişen bu müteahhitlerin ‘‘ahlaksızlığı’’ meselesinin daha farklı boyutlarına da eğilmemiz lazım. Yani biz bu depremi yaşamayan insanlar da bunun talebini yükseltmeli. Diğer yandan mahalle örgütlenmeleri neler olabilir? Burada Mahalle Gönüllüleri (MAG), çok önemli çabaları var Türkiye'de.

A.O.: O depremden sonra çıkan bir oluşum mu? Gerçekten hani bütün bu dönem geçtikten sonra doğrudan öğrenmeyi ve aktivist olmak istiyorum o konuda.

B.B.: Evet 99 depremi sonrasında…

A.O.: Mahalle bazlı, nüfus bazlı eğitimler yapmaya devam ediyorlar mı?

B.B.: Yani bunun da amacı şu, 72 saat kritik. Bulunulan bölgelerde, kendi bulunduğumuz bölgede temel afet eğitimlerini almalıyız veya uzmanlaşacak, artık enkazdan yaralı çıkaracak kadar uzmanlaşa da biliriz. Kendi bölgemizde afet yönetimini sağlayabilecek aktörler olabilmeyi sağlıyor aslında. Dolayısıyla Mahalle Afet Gönüllüleri bu eğitimleri veriyor. Kendi, herkesin kendi mahallesinde bu örgütlenmeleri kurması mümkün. Çeşitli belediyelerle ortaklıklar geliştiriyorlar bu işleri örgütlemek için.

A.O.: Hatta mümkün değil mecbur diye bir çağrı yapmak istiyorum. Gerçekten herhangi bir konut veya varsa eğer iş, aile konfor alanımızın bir konfor alanı olmadığını gerçekten o duvarları çözülen binalarda görüyoruz. Bu ülkenin depremleri öldürmek zorunda değil ve şu anda ilk adımda yapmamız gereken sanırım yerellerimizde örgütlenme. Bu, en politik, en üst ölçekli çabadan daha da önemli geliyor. Bütün bu üst ölçekli politik seçim tartışmalarının tam da bence böğründeki mesele bu. Yerelde müşterekleri oluşturmak, o müşterekler çok açık. Yani ilk yetmiş iki saatte canımızın kurtarılması, birinin canını kurtarmak, ilk yardım yapmayı öğrenmek, yaşlılarımızın, çocuklarımızın bakımını paylaşmak, güvenliğimizi sağlamak, gıdayı sağlamak, mahalleye dönüşmek. Gerçekten yanımızda yöremizde ilgili mahalle afet gönüllüleri, esasında olağan diye bildiğimiz bütün çalışma koşullarının kendi mülkiyetimizi sağlamadığını da gördüğümüz bu alanda çok önemli geliyor. Sanırım sizin de derginin bu sayısında bir mülakat var. Hüseyin Karadayı’yla, onu okuma yapıyorum. Tabii şu anda çok herkes sahada, insan canı kurtarmakla meşgul. Ben çok teşekkür ediyorum. Bütün bu esasında olağanüstü hâlde bir anda gördüğümüz ciddi bir toplum olma halini, halk olma ve dayanışma hali, üstünde devleti olmayan bir halk olma hâlini, mahallelerden öte olağanüstü olmayan anlarda bile somut mekânda kurmanın önemini bir kez daha konuştuk. Hem buraya geldiğin için sevgili Bahar, çok teşekkürler hem de Mekânda Adalet Derneği’nde yaptığınız, mekânda, yerelde bütün arzularımızı, ihtiyaçlarımızı nasıl gidereceğimizle ilgili çok somut, Türkiye gündemine yaptığınız yerinde müdahalelere, ekolojisine yaptığınız müdahalelere çok teşekkür ediyorum bütün ekibin. Çok şey öğreniyoruz ve de dediğim gibi o teknik gerekliklerinden çıkması için derslerde de çok kullandığımız kaynaklar oluyor. Çok teşekkür ediyorum tekrar.

B.B.: Ben de teşekkür ederim. Bu üzüntü ve öfke bulutu içinde umarım anlamlı cümleler kurabilmişimdir.

A.O.: Yapabildiğimiz kadar olsun derim.